Makale

SIRLARI DÖKÜLEN UYGARLIK MÜLTECİLER VE BATI

SIRLARI DÖKÜLEN UYGARLIK MÜLTECİLER VE BATI

Dr. Bayram DEMİRTAŞ

DİB Göç ve Manevi Destek Hizmetleri Daire Başkanı


Hayatın normal akışının bozulduğu, birtakım konfor ve alışkanlıklardan vazgeçip bazı imkânların paylaşılması zarureti ortaya çıktığı zamanlarda insanların farklı yüzleriyle karşılaşılabilir. Böylesi bir durumda bazıları tam bir gönül zenginliği ile elinden geleni ortaya koyarken bazısı da kendini kapatmayı, yardıma muhtaç olanı görmezden gelmeyi ve ondan uzaklaşmayı tercih eder. Bireylerde olduğu gibi devletlerin ve milletlerin de bu tür sınamalardan geçtiği zamanlar vardır.
Dünya tarihinde savaşlar, kıtlık, kitlesel göç hareketleri gibi birtakım büyük sorunların belirli aralıklarla tekrar ettiği bilinen bir gerçektir. Milyonlarca kişiyi etkileyen bu tür olaylar karşısında neredeyse tüm insanlığın çoğunlukla bir akıl tutulması yaşadığı ve acıları görmezden gelen bir tutum takındığı örnekler azımsanmayacak kadar çoktur. Yakın tarihimize bu açıdan bakıldığında, geçen yüzyıla iki dünya savaşı, soykırımlar, dağılan devlet yapıları ve bunlar neticesinde kaybolan milyonlarca insan hayatının damga vurduğu görülecektir. Geçtiğimiz ay yıldönümünü andığımız Srebrenitsa Katliamı ve Bosna Savaşı muasır medeniyetin temsili iddiasında olan Avrupa’nın ortasında ve tüm insanlığın gözü önünde cereyan edeli henüz çeyrek asır olmuştur. Bu tarihten bir yıl sonra Ruanda’da yüzbinlerce insanın akıl almaz yöntemlerle katledilmesi yine Batı medeniyetinin teşviki, en azından görmezden gelmesiyle gerçekleşmiştir. Bir başka coğrafyada Arakanlı Müslümanlara karşı yıllardır soykırım utancı, benzer şekilde devam etmektedir. Onlarca yıldır İsrail tarafından sistematik şekilde uygulanan Filistin işgali bu tutumun bir başka örneğidir. Son olarak Suriye’de 500 bin sivilin kendi topraklarında, kendi devletince hunharca katledilmesi, milyonlarcasının ise geleceğe dair ümitlerini, hayallerini terk ederek, acı hatıralarıyla beraber yerinden yurdundan sürülmesi karşısında uluslararası kamuoyu tarafından çoğu zaman oldukça cılız kalan kınama açıklamalarının ötesinde çok fazla bir adım atıldığı söylenemez.
Elinde gücü ve imkânı varken başka dünyalarda yaşanan savaşlara, katliamlara, zulümlere ve acılara gözlerini kapayan, masum insanların yardım feryatlarına kulaklarını tıkayan Batı, söz konusu kıyımlardan canını kurtarıp hayatta kalan mağdurlara da kucak açma erdemini gösterememiştir. İç savaşların yakıp yıktığı Suriye, Irak, Afganistan, Somali ve Nijer gibi ülkelerden ellerindeki son paralarını insan kaçakçılarına verip gemilerle Avrupa’ya geçmeye çalışan yüzbinlerce kişinin hayalleri Akdeniz’in ve Ege’nin derin sularında kaybolmuştur. Akdeniz’e kıyısı olan Batılı ülkelerin, bu konudaki çözüm girişimleri ise ölümden kaçarak hayata tutunmaya çalışan kadın ve çocukları, masum insanları taşıyan gemileri karaya yaklaştırmama gayretlerinden, insani yardım kuruluşlarının onlara ulaşmasını engelleme teşebbüslerinden ve âdeta onları ölüme terk etme duyarsızlığından ibarettir. Bu gerçek, Akdeniz kıyılarında hemen hemen her gün karanlığa gömülen gemilerin, sahile vuran ve yüreklerimizi dağlayan, daha da ötesi hepimizi insanlığımızdan utandıran bebek cesetlerinin görüntüleriyle gizlenemez hâle gelmiştir.
Birleşmiş Milletler verilerine göre 2018 yılı Mayıs ayı itibarıyla dünya genelinde zorla göç ettirilmiş 68.5 milyon insan bulunmaktadır. Bu sayının 40 milyonu, kendi ülkeleri içerisinde evinden yurdundan, doğup büyüdükleri topraklardan edilmiş kişilerden oluşmaktadır. Ayrıca yarısından fazlası çocuk olmak üzere 25.4 milyon mülteci ile 3.1 milyon sığınmacı konumundaki insan da yeryüzünde kendine insanca yaşayabileceği bir ülke aramaktadır.
Bu içler acısı durumun ve ivedi olarak çözüm bekleyen devasa sorunun öncelikli muhatapları arasında yer alan Avrupa’nın konuya yaklaşımını şu şekilde özetlemek mümkündür: Batı medeniyetinin insanı merkeze alan, onun hak ve hürriyetini yücelten bakışına aykırı şekilde mesele yalnızca siyasi ve iktisadi bir konu olarak değerlendirilmiştir. Yüzbinlerce insanın ölüme terk edilmesi anlamına gelen bu yaklaşıma bağlı olarak iltica hakkını koruma yönünde politika geliştirmek yerine mültecileri sınırdan içeri almama ve bir şekilde girenleri geri gönderme yolu seçilmiştir. Diğer taraftan Avrupa Birliği’ne üye ülkeler de bu yaklaşıma uygun olarak Suriye mülteci krizi karşısında iltica sürecini işler kılmak için değil mültecilerin ulaşımını engellemek adına her biri birbirinden farklı politikalar üretip uygulamıştır. Son olarak sınırları kaldırmak, duvarları yıkmak, ortak insani değerler ekseninde buluşmak iddiasında olan Avrupa devletlerinin Suriyeli mülteci akını karşısında mevcut hukuki düzenlemelerinin yetersiz kaldığı, daha önce sürdürülen mülteci politikasının geçersiz kılındığı, insan haklarını savunan bir söylem yerine sınırları koruma refleksiyle hareket ettikleri görülmüştür. Devletlerin bu politikaları doğrultusunda Avrupa genelinde İslamofobi, yabancı düşmanlığı ve nefret suçları artmaya başlamıştır. Mülteci krizi tüm bu sebeplerle Avrupa Birliği için kurucu değerlerin sağlamlığı ve onlara bağlılığın sorgulandığı varoluşsal bir yüzleşmeye sebep olmuştur. (Sümeyra Yıldız Yücel, Avrupa’nın Mültecilerle İmtihanı, SETA, Kasım 2017, s. 25.)
Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 19. maddesi, bir kişinin haklı nedenlerle zulüm görme korkusu duyduğu, işkenceye, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye maruz kalmasının ciddi ihtimal dâhilinde bulunduğu bir yere geri gönderilmesini yasaklamaktadır. Buna rağmen açıkça ve yaygın şekilde aksi yönde bir tutum sergilenmesinin daha derinlerde bir sebebi olması gerekir. Görülen odur ki Hitler’in propagandaları sonucu Yahudileri öteki olarak kabul edip onlara vicdan azabı duymaksızın en olmadık uygulamaları reva gören zihniyetin bugünkü düşmanı ve kurbanları Müslümanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugünün ötekisi bir türlü asimile edilemeyen, ısrarla kimliğini, kişiliğini, kültürünü koruyan Müslüman’dır. Yakın geçmişe dek homojen bir toplum olan Avrupa ülkeleri artan göçlerle birlikte çok kültürlülüğe doğru yol almış, politika yapıcılar da çoğulculuğu bir ulusal strateji olarak belirlemek durumunda kalmışlardır. Bu durum, dünyaya ben ve öteki şeklinde bakan, yabancıyı kendi saflığını tehdit eden bir unsur olarak gören, küresel dünyanın güvenlik paranoyaları ile zehirlenmiş ırkçı, aşırı kesimlerde öfkeye yol açmaktadır. Bugün Avrupa, yazılı hukukunda yer alan ve sokaktaki özgürlük söylemlerine rağmen, gizli ya da açık bir ırkçılıkla boğuşmaktadır.
Avrupa’nın kendi kurucu değerlerini çiğnediği, kadın, çocuk demeden masum insanların hayat hakkını hiçe saydığı mülteci akını karşısında Türkiye, devleti ve milletiyle tüm dünyaya tam bir insanlık dersi vermeye devam etmektedir. Küresel düzeyde bir iyilik hareketi olan bu tutum tamamen insani gerekçelerle sürdürülmektedir. Türkiye, dünyada eşine az rastlanacak bir geniş yüreklilikle savaştan kaçıp kendisine sığınan milyonlarca insana din, dil, etnik köken ayırımı yapmaksızın kucak açmıştır. Suriye krizinin başladığı yıllarda açık kapı politikasını devam ettiren ülkemiz, bugün itibarıyla dört milyona yakın kişiyi misafir etmektedir. Kamplarda barınanların gıda, sağlık, eğitim gibi ihtiyaçları milletimizin desteğiyle devletimizin ilgili birimleri tarafından karşılanmaktadır. Aynı şekilde kamp dışında kalanların acil sağlık hizmetleri ile eğitim ve sosyal hizmetlere ulaşımı yasal koruma altına alınmıştır.
Şüphesiz ülkemizde misafir ettiğimiz göçmenlere hangi haklar sağlanırsa sağlansın esas olan herkesin kendi vatanında, doğup büyüdüğü topraklarda yaşama imkânına sahip olmasıdır. Dünya, Asya’dan Afrika’ya âdeta göçmen ihraç eden ülkelere kendi çıkarları doğrultusunda değil, o ülkelerin masum yavruları adına yardım elini uzatabildiği gün sorunu kaynağında çözmüş olacaktır. Uluslararası kamuoyuna düşen, mülteci sorununun kaynağı olan ülkelerde istikrar ve güveni sağlamak için samimiyetle çalışmaktır. Aksi takdirde kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar ölümü göze alarak tehlikeli göç yolları üzerinden daha iyi bir hayat umuduyla yolculuklarına devam edecektir. Dünyanın sessiz kaldığı ve insan haklarını ayaklar altına alan her bir baskı, zorbalık, şiddet ve zulüm ile bunlardan neşet eden her bir yolculuk, her bir göç serüveni, insanlığın gelecek nesillere miras bırakacağı en kötü hikâyeler arasında yer alacaktır. İnsan onur ve haysiyetini zedeleyen savaşlarda, katliamlarda ve bunlar neticesinde yaşanan göç dalgalarında hayatını kaybeden her bir masum, insanlık ailesinin asırlarca süren en yüz kızartıcı ayıplarına eklenecektir.
Hepimiz Allah’ın yeryüzünü imar etmek üzere halife unvanıyla görevlendirdiği insanlarız. Dolayısıyla insanlık olarak bizim göçümüz, yaşanamaz diyarlardan hayata tutunabilecek beldelere gitmek için değil, sahip olduğumuz güzellikleri dünyanın dört bir yanına taşıyabilmek ve bütün insanlığa medeniyet takdim edebilmek için olmalıdır.