Makale

ARAPÇANIN DOĞDUĞU ÜLKE: ÜRDÜN

ARAPÇANIN DOĞDUĞU ÜLKE: ÜRDÜN

Prof. Dr. Ahmet KAVAS İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi


Resmî adı el-Memleketü’l-Ürdüniyyetü’l-Hâşimiyyetü yani Ürdün Hâşimî Krallığı olan bugünkü ülke, adını Ürdün isimli nehirden almaktadır. İslam öncesi dönemlerde bu bölgeye Palaestina Secunda, güneyindeki Petra antik şehrine Arabia Petraea, yani el-Arabiyye el-Haceriyye ya da el-Arabiyye es-Sahriyye denilmekteydi. Kayaları oyarak yerleşime açan Nabatîler buraya Rekem adını verdiler. İlk Müslüman fetihleri sırasında Suriye’de bir bölge Ürdün adıyla tanınmaktaydı. Yazılı kaynaklara göre kimi zaman Dımeşk dendiğinde Belka, Gûr ve Amman’ın da içinde yer aldığı coğrafya anlaşılırdı. Fihl, Cereş, Beysân ve Taberiye şehirlerinin bulunduğu yer dendiğinde ise Ürdün anlaşılır ve bazıları buraya Akka ve Sûr kasabalarını da dâhil ederlerdi. Şimdi bunlardan sadece Gûr Ürdün’de kalırken Sûr Lübnan’dadır. Akka ve Taberiye ise Filistin’in tabii topraklarından kabul edilir. Buranın kuzey kısmı ise Suriye ve Filistin birlikte olmak üzere bir bütün hâlinde Bilâdüşşâm’dır.
Resmî dilin Arapça olduğu ülkede İngiliz işgali döneminde başlayan ve hâlâ tesiri devam eden İngilizce, özellikle eğitimde ve Batılı ülkelerle bağlantısı olanlar tarafından ikinci dil olarak yaygın şekilde kullanılmaktadır. Osmanlı döneminin bir tesiri olarak sayıları üç bini bulan Türk kökenli aileler ile tüm komşu ülkelerde olduğu gibi buradaki Türkmen toplumu da Türkçe konuşmaya devam etmektedir. Türkiye’den her yıl binlerce genç günümüzde konuşulan Arapçayı daha iyi öğrenmek için bu ülkeyi tercih etmektedir.
Ülke nüfusu 2018 yılı itibarıyla 10 milyona ulaştı ve bunun %98’i Araplardan oluşmaktadır. 1967’de Batı Şeria, İsrail tarafından işgal edilmeden önce Ürdün nüfusunun %70’i Filistinli idi. Hâlen toplam nüfusun %20 kadarı Filistinlidir. %2 azınlık ise Kafkasya kökenli Çerkezler ve Çeçenler ile Türkmenler, Ermeniler, Kürtler ve Boşnaklardan meydana gelmektedir. Halkın dört milyondan fazlasını meydana getiren yarısına yakını başkent Amman’da yaşamaktadır.
Tüm Arap Yarımadası gibi Ürdün topraklarında da tarih boyunca Akadlar, Ammonitler, Asurlular, Babilonlar, Mısır Firavunları, Nabatîler, Makedonyalılar, Eski Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar, Sasaniler, Emevî ve Abbasî dönemlerinde Müslüman Araplar, Tolunoğulları, İhşitler, Fatımîler, Eyyûbiler, Selçuklular ve Memlükler ile Osmanlılar gibi birçok medeniyetin izlerine rastlanmasının sebebi burasının verimli topraklar anlamında kuzeyinde mümbit, yani bereketli hilâl denilen bölge ile güneyinde Arabistan çölüne geçiş bölgesinde yer almasıdır. Bunların içinde en kalıcı izler arasında Nabatîler dönemine ait olanlar Petra isimli merkezi şehir çevresinde yapılan kazılar neticesinde Arap dilinin ve alfabesinin ilk defa burada şekillendiği bilinmektedir. Petra kayalıklarında 4000 adet kitabe ve 680 dinî amaçlı yapı tespit edilmiş ve sağdan sola bu yazıları ilk defa 1840 yılında çözen E. Beer, bunun 22 sessiz harfli Arapça ile Aramice karışımı metinler olduğunu ispatlamıştır. 1812 yılında bölgeye gelen ilk İngiliz Jean-Louis Burckhardt kendisini Arap kılığına sokarak Şeyh İbrahim adıyla buraları dolaşmış; ardından XIX. yüzyıl boyunca Petra Harabeleri’nde Fransız, İngiliz, Alman, Amerikalı ve İsviçreliler başta olmak üzere onlarca arkeolog tarafından çeşitli kazı faaliyetleri yürütülmüştür. XXI. yüzyılda bu çalışmalar Ürdün Krallığı iş birliği ile daha da geniş çaplı kazılarla devam ettirilmektedir.
İslam vahyinin ilk yıllarına denk gelen 614 yılında Sasani işgaline uğrayan günümüz Ürdün toprakları 14 yıl sonra 628’de tekrar Bizans’ın eline geçti. Bölgede ilk fetihler de bizzat Hazreti Peygamber zamanında başladı ve özellikle 629’da yapılan Mûte Savaşı yılında Kerek yakınında yapıldı. Hazreti Ebubekir zamanında Şürahbil b. Hasene komutasındaki Müslüman orduları Ürdün’deki fetihlere tekrar yöneldiler. Halid b. Velid’in 634 yılında Ecnadeyn, 635’te Fihl ve 636’da Yermük’te Bizans ordularını yenmesiyle tüm Ürdün topraklarının fethi üç yılda tamamlandı. Muaviye b. Ebû Süfyan ise 638’de Hazreti Ömer tarafından Ürdün valisi tayin edildi. Onun Suriye valisi olmasıyla da Taberiye’yi fetheden Ebülaver bu defa Ürdün’den sorumlu oldu.
Padişah Yavuz Sultan Selim’in komutasında Mısır’daki Memlük idaresine son vermek üzere Suriye üzerinden Sina Çölü’nü 1516’da geçerken Ürdün toprakları da Osmanlı idaresi altına alındı ve bu durum 1918 yılındaki İngiliz işgaline kadar devam etti. Önce Gazzevî ailesine Ürdün’de müstakil sancak kurulana kadar buranın sancak beyliği verildi. Burası Aclûn adıyla Şam Beylerbeyine bağlandı ve ismi çoğu zaman Salt ile beraber söylendi.
I. Dünya Savaşı’nı fırsat bilen İngilizler, güneydeki Akabe ile Irak’taki Basra hattından kuzeyde Akka-Şam ve Musul hattı arasındaki Osmanlı idaresindeki yerleri işgalleri altına aldılar. 1920’deki San Remo Antlaşması ile bu işgal onaylandı. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Suriye’den tüm bölgeyi idaresine almaya kararlıyken Fransızlar tarafından buradan kovulunca İngilizler ona sahip çıktı ve onu Irak kralı yaptılar. 1933 yılında Irak kralı iken tedavi için gittiği İsviçre’de ameliyat esnasında öldü. Yerine geçen oğlu Gazi 1939’da bir araba kazasında öldü. Gazi’nin vefatıyla Irak kralı olan İkinci Faysal ise bir darbe ile tahtından indirilip vahşice öldürüldü. Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah da İngilizlerin desteğiyle 1921 yılı Şubat ayında Ürdün’e gelip burada Şarkî Ürdün Emirliğini kurdu. Müttefiklerin onayı ile bugünkü Batı Şeria, Gazze ve Ürdün’ü kapsayan Filistin’de İngiltere’nin mandası 1922’de kuruldu. Yeni devletin başkenti olarak önemli bir Osmanlı kasabası olan Salt’ı düşünmesine rağmen halk develerinin otlaklarının yok olacağını ileri sürerek onu yumurta yağmuruna tutup teklifini reddettiler. O da XX. yüzyılın başında bir Çerkez kasabasına dönüşen Amman’ı tercih etti. Buna sevinen Çerkezler kendisine çok iyi davrandı ve kral hayatta olduğu sürece onlardan epeyce rütbeli subay yetişmesini sağladı. Bu bir geleneğe dönüştü ve hâlâ kraliyet muhafızlığında oldukça etkinler. Amacı, eline geçecek ilk fırsatta babasının hayallerini gerçekleştirip Suriye, Ürdün, Filistin ve Lübnan topraklarını tek idare altına alıp Büyük Hâşimî Arap Devleti’ni kurmaktı.
İngilizler bölgede etkinlik kurmaya karar verir vermez Filistin topraklarını ikiye ayırıp Ürdün Nehri’nin batısını Yahudilere bir yurt yapacaklardı ve doğusunda ise Haşimî ailesinin krallığı olacaktı. Önce Batılıların “Transjordanie” adını verdikleri, Transürdün, Maverâ-i Ürdün, Şarkü’l-Ürdün Emirliği ya da İmâretü Şarkü’l-Ürdün, Ürdün Nehri’nin Ötesi adını koydukları bölge Abdullah b. el-Hüseynî’ye verildi.
I. Dünya Savaşı yıllarında İngilizler ile beraber Osmanlılara karşı farklı cephelerde çarpışan Mekke Şerifi Hüseyin’in oğulları babaları ile birlikte birçok kabile üzerinde baskı kurarak düzenli askerleri bozguna uğratarak üstünlük elde etmişti. 1916 yılında Osmanlı birliklerinin Hicaz demiryolunun idaresini sağlamasından çok endişelenip bunu fırsat bilerek kendisini Hicaz Kralı ilan etti. Çünkü eğer bölgede İstanbul’a bağlılık tam sağlanırsa kendisinin gelecek hayalleri boşa gidecekti. Hâliyle hem demiryoluna saldırdılar, hem de Osmanlı askerlerini bozguna uğratmak için uğraştılar. Bundan böyle Osmanlı ordusunun karşısında İngiliz birlikleri ve Şerif Hüseyin’e bağlanan kabileler vardı. Ne var ki İngilizler’in güttüğü çok yönlü siyaset ve bir taraftan da Yahudilere Filistin’de bir devlet kuracak olmaları onu çok kızdırdı. Versay Antlaşması’nı da kabul etmemesi onun Avrupalılar nezdindeki itibarını sarstı. Ayrıca Araplar arası muhtemel büyük bir birlik kurulmasını engellemek için Şerif Hüseyin’in oğullarından Faysal’ı önce Suriye, sonra Irak kralı yaptılar. Abdullah da Ürdün kralı olunca babalarının hayali bir kez daha başarısızlığa mahkûm hâle geldi. Dahası 1924 yılında hilafetin ilga edilmesi üzerine halife olduğu beyanı taraftar bulmadığı gibi İngilizler tarafından 8 yıllık krallık yaptıktan sonra görevinden alınarak Kıbrıs’a sürüldü. Yerine Ali b. Hüseyin geçtiyse de bu defa İngilizler İbn Suud Abdülaziz’i desteklediler ve 1925’te bunu devirerek Hicaz vilayetini tamamen kaybetmelerine neden oldular. 1930 yılında ise Ürdün’de oğlu Kral Abdullah’ın yanına gittiyse de bir yıl sonra 1931’de orada öldü.
1948 yılında Arap-İsrail Savaşı çıkınca Ürdün ordusu önemli görev üstlendi ve Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün idaresini ele geçirdi. Ama uluslararası toplum bunu kabul etmedi. Bu arada Suudi Arabistan da Ürdün’ün Akabe Körfezinde limanını genişletecek kadar sahilini genişletmesine rıza gösterdi. Kadastro düzeni getirilip özel mülkiyet hakkı tanındı. 29 Ocak 1949’da toprak değişikliklerini de içine almak üzere Ürdün Hâşimî Krallığı adını aldı ve ismindeki “trans” ön ekini attı. Sınırları içine savaş ortamından kurtulmak için gelenler yanında İsrail tarafından sürülen yüzbinlerce Filistinli de sığındı.
Kral Abdullah 1951’de Muhammed Emin el-Hüseyin’in taraftarlarından birisi tarafından Mescid-i Aksa’nın merdivenlerinde kurşunlanarak öldürüldü. Yerine geçen oğlu Tallal ise İngiliz varlığına karşı durmaya kararlı olduğu için akli melekelerini kaybettiği bahanesiyle bir kliniğe kapatıldığı için sadece bir yıl krallık yapabildi. Ardından babası Kral Abdullah ile beraber Mescid-i Aksa merdivenlerinde kurşunların hedefinden yaralanmadan kurtulan Hüseyin tahta oturdu ve 1999 yılındaki vefatına kadar 47 yıl krallık yaptı. 1952’de anayasal monarşi ilan edildi ve Meclisü’l-ümme denilen parlamento kuruldu. Seçimlerle belirlenen Meclisünnüvvâb denilen Millet Meclisi oluşturuldu. Daha krallığının başında ABD ve İngiltere’den mali yardımlar aldı. 1956 yılında Arap lejyonları askerlerine komuta eden İngiliz Sir John B. Glubb’u ülkeden kovarak ordusunu millileştirdi. 1989’da çok partili siyasi hayata geçildi ve her dört yılda bir seçim yapılmakta olup başbakan ve bakanlar kurulu kral tarafından tayin edilmektedir. 1990-1991 yılları arasında Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’e destek verdiği için Ürdün ABD ve Batılı devletlerce dışlandı ve Ürdün’e yapılan yardımlar kesildi. 26 Ekim 1994 tarihinde İsrail ile barış antlaşması yapmaya zorlandı ve bu işgalci ülke ile diplomatik ilişki kurduruldu. 1999’da ölmeden kısa süre önce kardeşi veliaht Prens Hasan yerine oğlu Abdullah’ı varis tayin etti. 2011’de Arap dünyasında büyük siyasi ve sosyal değişimlere yol açan Arap Baharı isimli dalgayı Ürdün, kralın toplum üzerindeki müsamahası ve geçmişten beri gösterdiği yakın ilgi, hatta bazı siyasi manevralar sayesinde hafif atlattı.
Filistinlilerin ikinci vatanı
Ürdün başları dertte olduğu her an Filistinlilerin rahatça sığınabildiği bir ülke idi. Ancak 1948-1953 yılları arasında Ürdün Haşimî Krallığı Filistinli direnişçilerle ciddi çatışmalar yaşadı. Süveyş Kanalı buhranı sonrasında Mısır ile yakınlaştı ve 1967’de Arap-İsrail Savaşı olarak bilinen Altı Gün Savaşı’nda Ürdünlüler yenilince Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün idaresini kaybetti. 300 bin Filistinli yine buraya sığındı, dahası 1968 yılında Karameh Savaşı yaşandı. Filistinliler buradan İsrail’e saldırılar yapınca o taraftan da buna karşı cevap verdiler. Bunun üzerine 1970 Eylül’ünde Filistinlilere karşı büyük baskı uygulandı ve 1971’de silahlı olanlar ve özellikle Filistin Kurtuluş Örgütü sınır dışı edildi. Ürdün, 1973 yılındaki Üçüncü Arap-İsrail savaşına ise katılmadı. 1974’te Kral Hüseyin Batı Şeria üzerindeki haklarından vazgeçerken Filistin davası için Filistin Kurtuluş Örgütü’nü yegâne temsilci olarak tanıdı.
Ülkede İslamiyet
İslamiyet öncesi Arapların atalarından sayılan Nabatîler Du Şara (Zü’ş-Şara) dedikleri putlarından erkek olan ilahlarının yanında ikinci derecede ilahlık vasfı verdikleri dişi olan Lat, Uzza, Hübel ve Menat adını verdikleri putları Petra antik şehrinde olduğu gibi diğer Arap diyarlarına da yayılmıştı. Yine bu toplum “ilah” karşılığında “Allah” lafzını da kullanıyorlardı. Dahası Eski Yunan’dan etkilenip bazı krallarını da ilahlaştırmışlardı. Hazreti Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra bazı Nabatîler, buraya gelip ticari mallar satmaktaydılar. İbn Abbas, Mekke’nin en önde gelen kabilesi Kureyş’in de aslının bunlara ait olduğunu ifade etmişti. Fakat genel anlamda Nabatî sözünün kendilerine söylenmesini hakaret sayarlardı. Hazreti Ömer de askerlerine şehirlere yerleşip Nabatîleşmemelerini, yani mal ve mülke tamah edip seferlerden kendilerini alıkoyarak fetih heveslerinin kırılmamasını tavsiye edermiş.
Henüz Hazreti Peygamber döneminde Bizans’ın işgalinde olan Ürdün’e seferler yapıldı. Bunların en önemlisi Mûte Savaşı’dır. Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer zamanlarında tüm bölge gibi burası da fethedildi. Haçlıların kısa bir süre idaresinde kalması dışında bir de 25 yıldan biraz fazla İngiliz işgali sürdü. 14 asırdır Müslümanların yurdu olmaya devam ediyor. Fakat İslamiyet’i temsil eden ilk döneme ait dinî mimaride tanınmış eser yoktur. Amman’daki en eski tarihî camii Emir Abdullah’ın 1923’te babası adına yaptırdığı Mescidü’l-Hüseynî’dir.
Ürdün halkının %94’ü Müslüman olup geriye kalanlar arasında farklı mezheplere mensup Ortodoks Kıptî, Ermeni, Suriyeli, Katolik Yunan ve Latinler ile Protestanlar mevcuttur. Müslümanların %2 kadarı Şii’dir. 1952 anayasasına göre kral ve varisleri Müslüman olmak zorundadır. Müslüman hanımlar dinî yaşayışta erkeklerden daha etkindirler. Yükseköğrenim gören genç kızlar İslam’ı öğrenme konusunda özel gayret göstermektedirler.
Ülkede dinî menşeli yapılanmalar kraliyet tarafından hem himaye hem de yakından takip edildiğinden diğer komşularındaki gibi düzene muhalif güçlü hareketlere dönüşmedi.
Son üç bin yıllık tarihi içinde bilhassa İslamiyet’in gelişinin ardından fethedilmesiyle birlikte bulunsa XII. yüzyıldaki Haçlı ve XX. yüzyıldaki kısa süreli İngiliz işgalleri hariç hep Müslümanların idaresinde kaldı. Türkler de bu ülkenin İslamiyet sonrası dönemlerinde bu iki Hristiyan istilası dışında 1918 yılına kadar bin yıldan fazla en çok iktidar sahibi olan bir millettir. Salt şehrinde de I. Dünya Savaşı’nda şehit düşen Türkler için bir şehitlik bulunmaktadır.