Makale

Kur'an'da Bilgi-Ahlak İlişkisi Bağlamında Bel'am Tiplemesi

Doç. Dr. Mustafa Öztürk
Çukurova Üniv. İlahiyat Fak.

Kur’an’da Bilgi-Ahlâk
İlişkisi Bağlamında Bel’am Tiplemesi

İslâmî terminolojide genel olarak "ilm" ve "ma’rife" terimle. / riyle karşılanan bilgi, daha ziyade özne ile nesne arasındaki ilişki veya bu ilişkinin hâsılası olarak telâkki edilmiştir. Ancak Kur’an terminolojisinde "ilm", umumiyetle İlâhî bilgi veya vahiy anlamında bir muhtevaya sahiptir. Bununla birlikte, insanın gerek vahyedilmiş İlâhî hakikatlere dair bilgisi, gerekse akıl ve idrak yetisiyle elde ettiği birikim de kimi ayetlerde "ilm" kelimesiyle ifade edilmiştir.
Kur’an’daki beyanlara göre bilgi İlâhî mesajları kalben-zihnen idrak, fiilen de hayatın içine aktarmak şartıyla çok büyük bir değerdir. Nitekim ancak bilenlerin akledebileceğinden söz eden An- kebût, 43. ayetle ilgili olarak Hz. Peygamber, âlim-bilgin sıfatını haiz kişiyi, "Allah’ı bilen ve O’nun emir ve yasaklarına uygun hareket eden insan" olarak tanımlamıştır. (Bkz. ibn Atıyye, el-Muharre- rü’l-Vecîz, Beyrut 2001, IV. 319) Bu yüzdendir ki Kur’an’da, bilenlerle bilmeyenlerin bir tutulamayacağı belirtilmiştir. (Zümer, 9) Burada söz konusu olan bilme sıfatının, yaygın ve yerleşik anlamda eğitim-öğretimle ilgisi yoktur. Keza Hz. Peygamber’in şahsında Allah’a, "Rabbim! ilmimi artır!" (Tâ-hâ, 114) diye dua etmemizi öğütleyen ayetteki ilim kavramı da entelektüellik düzeyine ilişkin bir artış talebinden öte, insanın bu fani âlemdeki varoluşuna anlam ve değer katan İlâhî mesajlara daha fazla vukufiyet kesbetme isteğini ifade eden bir muhtevaya sahiptir.
Salt bilgi felsefî açıdan bizatihi değer olabilir. Ama Kur’an’ın kavram dünyasında, insanın ahlâkî değerlilik yaşantısına katkı sağlamayan bilginin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Dahası, bu tür bir bilgi sahibi olmak, salt hamallık ya da Kur’an’ın ifadesiyle, "kitap yüklü merkep" (Cuma, 5) mesabesinde olmakla eşdeğerdir. Bu sebepledir ki birçok hadiste, ilim-amel ilişkisine vurgu yapılmıştır (Bkz. İbn Mâce, "Mukaddime", 23; "Dua" 2-3; "Edeb", 28). Bu nebevî vurgu bilginin insanı itikâdî, amelî ve ahlâkî yönden daha yüksek seviyelere taşıması gerektiğine işaret eder.
Kur’an zaviyesinden bakıldığında tutum, davranış ya da pratik ahlâk düzeyinde somutlaşmayan bilginin insan için yararı yoktur.
Çünkü Kur’an’a göre doğru bilginin yaşatılma, hayatın içine katılma zarureti vardır. İşte bu yüzden bilginin erdemle (ahlâk-ı hamîde) buluşturulması gerekir. Bilgiden erdeme giden süreç, erdemden mutluluğa ulaşır ve bu hep böyle olur. Esasen yaşamayı yüceltip değerli kılan da, bilgi- erdem-mutluluk çizgisinde gelişme kaydetmektir.
Bu bağlamda erdem kavramına dair kısa bir tavzihte bulunmak gerekir. Aşağı yukarı "birr" kavramına tekabül eden erdem, Kur’an’a göre salt beşerî ya da kültürel-geleneksel telâkkiler çerçevesinde makbul ve meşru addedilen birtakım tutum, davranış ve ritüellerden öte, insanda kemal vasfını oluşturan bir dizi kalbî ve bedenî ameli ifade eder. Söz konusu ameller Bakara suresi, 177. ayette Allah’a, ahirete, meleklere, İlâhî kitaplara ve peygamberlere iman başta olmak üzere, Allah’ın emir ve rızasına uygun şekilde mali yardımlarda bulunma, namaz ve zekât ibadetlerini yerine getirme, sözleşmelere riayet etme, zor zamanda sabırlı ve metanetli olma şeklinde sıralanmıştır. Aslında bütün bunlar iki şemsiye kavram altında, yani iman ve amel-i sâlih kapsamında mütalâa edilebilir. Amel-i sâlih ise, İlâhî medhe medar olan ahlâkın ta kendisidir.
Amel-i sâlihten sudur eden ahlâk, salt kitle yahut seçkinler ahlâkı olmanın ötesinde, insanın maddî, zihnî ve psikolojik kaygılarını, özlemlerini dikkate alan, bunun yanında ona daha ideal olana doğru yükselme imkânı sağlayan, dinamik ve kapsamlı bir ahlâktır. Esasen, Kur’an’da ifadesini bulan İslâmî ahlâk, bilgi ve erdem bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’an’a göre öncelikle bu dünyadaki varlığını anlamlı kılan imanla tanışmalı, inanç sevgisi kazanmalı, kalbini Allah şuuru (zikrullah) ile huzur ve sükûna kavuşturmalıdır. Zira Allah şuuru insana, ahlâkî ve manevî hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma ve rabbinden af dileme fırsatı sağlamaktadır. (Mustafa Çağrıcı, "Ahlâk", DİA, İstanbul 1989, II. 2-3) Öte yandan Kur’an bir yönüyle kendini Allah’tan gelmiş bir bilgi olarak tanımlarken (Bakara, 120, 145), ortadan kaldırmayı hedeflediği zihniyeti de "câhiliye" olarak nitelemekle (Âl-i İmran, 154) hem zihnî hem de ahlâkî gelişmişliğe vurgu yapmıştır (Ilhan Kutluer, "İlim", DİA, İstanbul 2000, XXII. 110). İlim ve âlimlerle ilgili bir dizi hadisteki genel muhtevadan anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber de zihnini doğru bilgilerle, gönlünü Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle, pratik yaşantısını da hayırlı amellerle donatanları "erdemli bilginler"; sadece dünyevî emellere ulaşmayı amaçlayan ve kimi zaman bu amaç uğrunda bilgisini kötüye kullananları da "erdemsiz bilginler" olarak tavsif etmiştir. (Bkz. Ibn Mâce, "Mukaddime" 29, 34)
Bilginin pratik hayatta erdem ve faziletin teşekkülüne katkıda bulunmuyor olması, ahlâksızlık olarak teşhis edilebilecek bir soruna işaret eder. Bu anlamdaki ahlâksızlığın en kötü tezahürü ise, doğru ve sağlıklı bilginin salt dünyevî kazanımlar uğruna kurban edilmesidir. Allah, doğru bilginin üç beş kuruşluk dünya menfaati uğruna tersyüz edilmesini Medine’deki bir grup Yahudi din bilginine ait bir ahlâksızlık olarak zikreder (Bkz. Âl-i lm- rân, 71-78; Mâide, 41-43). Yine Allah doğru bilgiyi, ahlâksızlıkta mesafe kat etmek için kullananlara atfen A’râf suresi, 1 75-1 76. ayette meâlen şöyle buyurur:
"(Ey Muhammedi) Kendisini ayetlerimiz/mesajlarımız hakkında bilgi sahibi yaptığımız hâlde o (İlâhî mesajlarla) tüm bağlarını koparan, bu yüzden şeytanın elinde oyuncak olan ve nihayet büsbütün sapıtıp azan kişinin hikâyesini de anlat onlara! Eğer biz dileseydik, onu emirlerimize uygun hareket eden insanların sahip oldukları yüksek mertebeye eriştirirdik. Ne var ki o, dünyaya mahkûm etti kendini. Arzu ve isteklerine boyun eğdi. Onun durumu, kışkırtsan da kendi hâline bırak- san da dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer. Mesajlarımızı yalan sayan (diğer bütün) insanların durumu da bu köpeğe benzer. (Ey Muhammedi) Sen bu kıssayı anlat. Belki o inkârcılar akıllarını başlarına alıp düşünürler."
İlk dönemdeki birçok müfessire göre bu ayetlerde İlâhî zemme muhatap olan müphem şahıs, Tevrat’ta Bel’am b. Bâûrâ ismiyle anılan kişidir. Tevrat’taki Elohist rivayete göre, Bel’am Arâmî veya Amorî bir kâhin, yani din bilginidir. Tanrı’ya inanmakta ve O’ndan ilham almaktadır. (Sayılar, 22/5-21) Yahvist rivayete göre ise Bel’am, Med- yenli bir kâhin olup Balak’ın davetine, Tanrı’nın izni olmadan icabet etmiştir. (Sayılar, 22/22-34) Tevrat’taki muhtelif rivayetlerde Bel’am Allah’ın sözünden çıkmayan biri olarak takdim edildiği gibi (Sayılar, 24/4, 12, 16), onun Israiloğulları’na düşman biri olarak tasvir edildiği, hatta Israiloğulla- rı’nın Medyen kadınlarıyla zina ederek felâkete uğramasının Bel’am’ın bir hilesi olduğu belirtilir. (Sayılar, 31/16) Yine Kitab-ı Mukaddes’teki bazı rivayetlere göre Balak’a, israiloğulları’nın putlar adına kesilen kurbanlardan yemelerini sağlamasını, böylece onların cezalandırılmalarına vesile olmasını öğreten de Bel’am’dır. (Vahiy, 25/1-3)
İslâmî kaynaklarda da Bel’am ile ilgili çeşitli rivayetler mevcuttur. Bunlardan birine göre Hz. Musa’nın, Kur’an’da "merhametsiz ve zorba bir kavim" (Mâide, 22) olarak nitelendirilen bir toplumla savaşmak için hazırlık yapması üzerine, Bel’am’ın kavmi ona durumu anlatarak Musa’nın etkisiz kılınması için dua etmesini ister. Ancak Musa’nın peygamberliğine inanan ve iyi bir mümin olan Bel’am bu isteği reddeder. Allah’ın, kendisine Musa’ya beddua etme hususunda izin vermediğini belirterek halkının isteklerini geri çevirir. Derken, halk onu hediyelerle kandırıp beddua etmesini sağlar. Fakat Allah bu bedduayı onun kav- mine çevirir. Bel’am’in da Allah tarafından bir ceza olmak üzere dili göğsüne sarkar. (Bkz. Taberî, Câ- miu’l-Beyân, Beyrut 1999, VI. 124-125; Beğavî, Meâlimü’t- Tenzîl, Beyrut 1995, II. 21 3-215)
Bel’am hakkında daha başka rivayetler de vardır. Ancak söz konusu ayetlerde bahsi geçen kişinin Bel’am b. Bâûrâ olduğuna dair bir tavzihte bulunulmamıştır. Bu yüzden, bazı müfessirler bu şahsın Bel’am değil, Islâm öncesi dönemin ünlü Arap şairi Ümeyye b. Ebi’s-Salt veya Ebû Âmir Nu’mân b. Sayfî olduğunu söylemişlerdir. (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI. 120-121; Kurtubî, el-Câmi’ li Ah- kâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1988, VII. 203) Esasen bahse konu olan ayetlerde hak ve hakikati gördükten sonra onunla tüm ilişkisini kesip, şeytanın peşine düşen kişinin kötü durumu tasvir edilmektedir. Bu itibarla, Bel’am tarihsel bir figür olmayabilir ama tarihin her uğrağında muadillerine rastlanan bir model ya da prototiptir. Bizce mana ve mesaj cihetinden önemli olan da budur.
Şu halde, tarihin herhangi bir döneminde Bel’am adlı bir kişinin yaşayıp yaşamadığı meselesi hiç önemli değildir. Zira burada önem arzeden husus, tarihsel kimlik değil, kişiliktir. Klâsik tefsir edebiyatında "Bel’am" diye sembolleştirilen bu kişilik, az önce de belirtildiği gibi, benzerlerine her çağda rastlanabilen tarih-üstü bir figüre işaret etmektedir.
Bel’am figüründe ifadesini bulan bu kişiliğe, Allah hak ve hakikati bilme ayrıcalığı nasip etmiştir. Ancak o, ilâhî bir lütuf olan bu bilginin gerekli kıldığı tutum ve davranışlardan hiçbirini sergilememiştir. Tam tersine, şeytanın peşine takılıp yoldan çıkmayı tercih etmiştir. Dünyevîleşme, yani dünyevî imkân ve kazanımlara sahip olma tutkusu, onun bu tercihinde başat rol oynamıştır. Ennihayet bu tutku onu doyumsuz, tatminsiz kılmıştır. Bunun neticesinde de kişilik-karakter erozyonuna uğramış ve tıpkı her hâlükârda dilini sarkıtıp soluyan köpek misali alçalmıştır. (Reşid Rızâ, Tefsî- ru’l-Menâr, Beyrut 1999, IX. 338)
Esasen bütün bu betimlemeler çağdaş Bel’am figürünü de tarif etmektedir. Şöyle ki, Allah bir insana Kur’an ve Islâm hakkında epeyce bilgi sahibi olma imkânını lütfediyor. Ancak bu lütuf, mevcut toplumsal koşullarda hak ve hakikati bütün çıplaklığıyla söylemek adına büyük fedakârlıklarda bulunmayı, birtakım sıkıntı ve zorluklara katlanmayı da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla bu uğurda sarfedilen çabalar, dünyevî imkân ve kazanım yönünden hemen hiçbir şey vaat etmiyor. Ama doğası gereği tez canlı olan insan, belki biraz da modernitenin "şimdiki zaman"ı kıymete bindirmiş olmasından ötürü, hemen şimdi kazanıp şimdi harcayayım istiyor.
işte tam bu kertede söz konusu insan dünyevîleşmenin tuzağına düşüyor. Yoldan çıkmanın başlangıç noktasını oluşturan bu evreden itibaren tüm hedefler -kaçınılmaz olarak- dünyadan maksimum haz almak, dolayısıyla medyatik olmak, herkes tarafından tanınmak, süflî emel ve heveslerin tatminine endeksleniyor. Böylece nefsi tatmin duygusu her şeyin önüne geçiyor. Hâl böyle olunca, ister istemez ahlâk, erdem, fazilet gibi tüm değerler buharlaşıyor. Bu buharlaşmanın neticesinde her türlü ilke, prensip ve daha da önemlisi kimliği oluşturan dinî-ahlâkî değerlere sadakat da heder olup gidiyor. Söz söyleme makamında ise Müslümanların bin yılı aşkın geleneği tahkir ve tezyif edilip, bu gelenekteki zengin İlmî birikim bir çırpıda yok sayılabiliyor. Yine bu kertede Kur’an ve İslâm, en iyimser ifadeyle, "Siz de haklısınız" şeklindeki ilkesiz yaklaşımlarla yorumlanabiliyor. Böylece Allah’ın, "Benim mesajlarımı üç beş kuruşluk dünya menfaatine kurban etmeyin!" (Bakara, 41) buyruğunda ifadesini bulan ahlâksızlık -maalesef- gerçekleşmiş oluyor.