Makale

MEDYA KRİTİK

Bahattin Akbaş
Din işleri Yüksek Kurulu Uzmanı

MEDYA KRİTİK


Dünya gündemine oturan malum karikatür krizi bütün İslâm âlemini üzüntüye boğdu. Zira âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Sevgilisi, ufuk insan Hz. Peygamber -ne acıdır ki- karikatürle resmedilmenin ötesinde terörle özdeşleştirilmeye çalışılmıştı. Tepkiler sel gibi aktı. Ancak bu menfur hadiseye karşı tepki gösterirken zaman zaman ölçü kaçtı, kontrol edilemeyen veya diğer tabirle kontrolü kaybeden kalabalıklar, bu işte hiç dahli olmayanları hedef aldı. Hatta çoğunlukla zararı gören yine Müslüman- lar oldu. Olaylar sonucu elçilikler yakıldı. Zaman zaman duyulan öfkenin dizginlenemediği görüldü. Olaylara müdahale etmeye çalışan güvenlik güçlerinin çatışmaya girdiği görüldü. Bu hengâmelerde karikatürlere tepki için sokağa dökülen onlarca insan hayatını kaybetti. Bazı ülkelerde iş Müslüman Hıristiyan çatışmasına dönüştü. Tabi hiç arzu edilmeyen bu gibi durumlar, Islâm aleyhtarlarını memnun etti. Müslümanlar haklı iken haksız duruma düşme pozisyonu ile karşı karşıya kaldı. Keşke gösterilen tepkiler makul sınırlar içinde kalabilseydi...
İslâmofobi Batı Hastalığı
Avrupanın antisemitizmden sonra antiislâmizm gibi bir hâleti ruhiye içerisine girmeye temayül ettiği gözlemlenmektedir. Hiç de hayra alamet olmayan bu durum geleceğe dair ümitvar olmanın önünde engel teşkil etmektedir. Avrupa Konseyinde İslâmofobiye karşı gereken önlemlerin alınacağı şeklinde alınan kararlara ve açıklamalara rağmen, yaşanan olumsuz gelişmeler ürkütücü boyutlara varmaktadır. Batının bir türlü bu gibi fobilerden kurtulamaması ile ilgili olarak Aksiyon Dergisi, Devlet Bakanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın görüşlerine yer vermektedir. Medeniyetleri buluşturma ve farklılıklara rağmen, birlikte barış içerisinde yaşamanın yollarını oluşturmak amacına matuf olarak kurulan BM Medeniyetler ittifakı Türkiye eş başkanı görevini de yürüten Sn. Devlet Bakanı Mehmet Aydın ,Batıyı ve batıya egemen bakış açılarını tahlil hususunda şu önemli analizlerde bulunmaktadır:
"İslâmofobi; "İslâm’dan korkmak" diye tercüme edebileceğimiz daha ılımlı şekilleriyle İslâm dünyasının bazı kesimlerinde de var. Ancak, ’islâmofobi’ bir tür ’Batı İçtimaî hastalığı’ şeklinde anlaşılıyor. Sebepleri bir değil, ciltler dolusu. Tarihî sebepleri, İslâm’la ilgili üretilmiş yüzlerce önyargı- korku var. Haçlı seferlerini düşünün. Bir kısmı dinî çevrelerden geliyor. Orada kalmıyor, sosyal ve askerî hayata yansıyor.
Müslümanların öfkelenmesinin arkasında da yine tarihin beslediği birtakım duygular var. Sömürgecilik döneminde öne sürülen sebepleri şuydu: "Biz bunlara medeniyet, ışık götürüyoruz." Aşağı yukarı aynı durumlar. Bu karikatürleri yapanlar da, "Biz uygularız; karanlıkta kalanlar bunu anlamıyor." düşüncesinde. Karikatür yoluyla sömürgeciliktir bu.
Batı, bu birikimiyle İslâm dünyasındaki tepkiyi anlayabilecek konumdadır. Yeter ki, bu tepkiler, Batı’nın ılımlı insanlarını da rahatsız edecek, onları öfkelendirecek duruma gelmesin. Karikatürleri çizenleri, onların arkasında duran siyasileri, bir özrü dahi çok görme gururuna ve kibrine kapılanları bir araya getirip, İslâm dünyasını gez- dirseniz eminim şu gerçeği göreceklerdir: Artık, ılımlı -kendileri ayırıyor ya- Müslümanlar bile ciddi anlamda öfkeli bugün.
O yüzden, "Bir buçuk milyara yakın insanı rencide ederseniz, izole ederseniz, yabancılaştırmanız, dünyaya barış gelmez." diyorum. Bu tehdit değil, sosyolojik, politik bir tespittir. Diyalog kurulması gereken grupları sıkıntıya sokmanın cevabı, maalesef çok şiddetli olabiliyor. Batı, bu tecrübe ve birikimiyle böyle bir boyuta gelmesine nasıl izin verdi? "Zor kullanılsın" demiyorum. Ama, başka kültürlere kibir ve gururla bakarsanız, o kültürün saliklerini incitirsiniz. O zaman siz de dünya da huzur bulamazsınız. "Kültürümüz daha yüksektir, demokrasiyi biz biliriz." diyemezsiniz.
Sn. Aydın, oluşan İslamofobinin izale edilmesi bağlamında, bizim de üzerimize düşen bazı sorumlulukların bulunduğunu belirterek şunları dile getirmektedir:
"En başında, bize iş düşüyor. Hz. Peygamber’i, İslâm dinini, medeniyetiyle hatta bugünüyle anlatmalıyız. Bugünüyle bile İslâm dünyasının Batı ile mukayese edilmeyecek epey iyi yanları vardır. Bir Müslümanın ne kadar barışsever olduğunu göstermeliyiz. "Haklı tepkinizi, aşırılıklara kaçarak haksız hâle dönüştürmeyin." diyoruz onun için. O resmi bekleyenler var çünkü. İslâm’ın başına ’terör’ konuyorsa, kendimize de bakacağız."
Sn. Aydın’ın dile getirdiği önemli bir öneri daha var; O öneri de farklı din ve inanıştan olan insanları birleştiren büyük mütefekkir, veli, İslâm bilgini Mevlana’nın hayat ve düşüncelerinin, sinema filmi hâlinde dünya insanlığına sunulması...
"Mesela, Mevlânâ filmi; insanlığa iyi bir mesaj olur. Mevlânâ’nın cenazesinin arkasında insanlar. Müslümanların yanı sıra papazlar da var. "O bizim de Mevlânâ’mızdı." diyorlar. Tabii ki, başka konular da düşünülebilir. Çekilmeye karar verilsin yeter ki; böyle bir film, medeniyetler uzlaşması için önemli araç olabilir." (Aksiyon s.585,22.02.2006)




Seni
Seviyoruz
Ey Nebi


Sadık Yalsızuçanlar

Ey Sevgili

Sen âlemin özüsün, kalbisin; varlığın gözbebeği, nurusun.
Âlem senin özetin, senin izin ve aydınlığındır.
Seninle doğdu âlem.
Seninle başladı bizim hikâyemiz.
Senin aşkınla yandı gönüller, senin nurunla doldu yürekler.
Sen, hem övülen, hem öven, hem de övgüsün.
Sen Hak’tan bize en büyük armağansın.
Varlığımız senin gülşeninden buldu kokusunu, rengini.
Sen, marifetin rengiydin, kırmızı güldün, gül kokuşuydun.
Sen çorak topraklarımıza inen rahmettin,
Seninle başladı ve sürüyor maceramız.
Senin varlığın hakkı için duruyor dünya,
Sen varlığın omuzlarında yükseldiği sütunsun.
Adımlarının izi var kâb-i kavseynde,
Soluğun tutuyor hâlâ sidretu’l-müntehada
Yetimdin, gariptin, muştulayıcıydın; kimsesizlerin kimsesi, çaresizlerin sığınağıydın.
Bilâl acemdi, ezanı okurken, ’eshedu’ diyor s’yi doğru telâffuz edemiyordu.
Bir gün bir yoldaşın şikâyet edince, "Bilâl’in sin’i, Allah katinda şin’dir" dedin.
Bu inilti hâlâ inliyor yüreklerimizde.
Ey Sevgili Nebi!
Ey ahlâkı Kur’an olan elçiler elçisi!
Ey rahmetin ta kendisi, ey mutlak adaletin gölgesi!
Seninle başladı ve sürüyor bizim umudumuz.
Sensiz varlık, senin gibi yetimdir, gariptir.
Getirdiğin İlâhi haber, her an yeniden nüzul ediyor yüreklerimize seni andıkça.
Seni sevmek, varlığı korumaktır; bunu biliyor, bunu söylüyoruz hâlâ.
O sevgide, senin adımlarının nurdan hâlelerine bakmanın bir yolu bulunduğu için ölümü de seviyoruz.
Sen olmasaydın, belki âlem olmayacaktı, sen âlemin kalbisin.
Gözlerimiz hâlâ senin kalbindeki o yerdedir.
Senin kalbinin gölgesine girmenin derdindeyiz hâlâ.
Bu dertlerle ney gibi inliyoruz.
Bu acıyla, "Yıllar var ki ya Muhammed/ Aylar bize hep Muharrem oldu" diyoruz.
Estir soluğunu iklimimize.
Estir ki, dağılsın Muharrem acısı,
Çağımızın gözyaşları dinsin,
Çölümüz gülşene dönsün.
Ey Sevgili Nebi!


Senai Demirci

Ne Güzel
Yağmursun Sen

O gün orada... Rüzgârın kâinatta dengi olmayan hasreti fısıldadığı yerde.
O gün orada... Gün ışıklarının bütün zamanların en parlak yıldızına hoşgeldin dediği yerde... O gün, orada... Nicedir susuz ruhların billur misal bir ruhu su gibi yudumlamayı umduğu yerde. O gün, orada... Dağları tebessüme getiren, güneşin yüzünü aydınlatan, kalplere hiç bitmez teselliler getiren incecik silü- etin ufukta belirdiği anda... Onun yolunu gözleyen çocukların suratında kirli sarı bir çöl tozu olmalıydım. O gün orada olmalıydım. "Ay doğdu üzerimize" diyen genç kızların dilinden savrulmuş bir "ah!" olmalıydım. O gün orada olmalıydım.
O gün Kâinatın Sevgilisi’ni (s.a.s.) ağırlayan yaşlı gözleri gölgeleyen sıradan bir kirpik olmalıydım. O gün orada olmalıydım... Olamadım. Ne acı ki, seni bekleyenler arasında olamadım.
Ama, bugün buradayım ey Sevgili... Senin gözlerinin değdiği şehirdeyim. Senin sözlerinin değdiği mihraba koydum alnımı. Senin ayağına toz olan toprağı avuçladım. Seni kucaklayan Uhud’un kucağına düştüm. Bugün buradayım...
Geç kaldım biliyorum. Seni bekleyenler arasında olamamanın mahçupluğu var yüzümde. Bugün yitik bir ruhu sürüklüyorum yanımda. Seni bekleyenlerin yanına sokulmak niyetim. Geç kalmışlığımı, hiç olmazsa, toprağına yüz sürerek telâfi etme telâşındayım. Senin gözlerinin döndüğü semâya yöneldim şimdi. Şu çorak yüreğim, bir Medine yağmuruyla yeniden dirilmek istiyor. Çorak yüreğim Veda tepelerini bekleyen çocukların hasretini paylaşıyor şimdi. Bir hicret müjdesi bekliyor, bir peygamber vuslatı gözlüyor. Ve Sen geliyorsun yeniden ruhlarımıza. Seni soluyoruz yeniden. Küçük çocuklar gibi bağırıyoruz, Resûlullah geliyor, ay doğuyor üzerimize yeniden. Güzel zamanlar düşüyor nasibimize. Yeniden yazıyoruz kalbimizi. Ay doğuyor üzerimize.
Senin ikliminden yağmur iniyor göğsümüze.
Sen bize gerçeği bulandırmadan taşıyan billür bir su gibisin. Sen, kendisine indirilene kendinden hiçbir şey katmadan aktaran duru bir ayinesin. Sen İlâhî emirlerin ağırlığını üzerimize hiç incitmeden indiren bir yağmursun.
Sen bize yağmur gibi müjdeci oldun. Hiç kimseyi ayırmadan, herkese eşitçe, her yere bolca rahmet taşıdın. Çoraklaşmış kalplerimize ebedî serinlikler düşürdün.
"Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru" Sen oldun, öyle ki, yağmurlar bile Senin hatırına ıslandı, öyle ki dudağımıza, Senin adına sular değdi.
Seni hep bir bulutun gölgelemesi boşa değildi. Değil bir bulut, bütün âlem bir bulut olup başında toplansa, Sana değerdi. Varlığın kalbi Senin tebessümünle teselli buldu. Yokluğun bağrından Senin dokunuşunla varlığın pınarı coştu. Sen yokluğun katılığına Âsâ-yı Mûsa oldun. Fenanın ateşinden sen ruhlarımıza gül kokulu serinlikler devşirdin. Ayrılıkların amansız ateşinde bize İbrahim teni oldun.
Duydum ki, yağmurun yağdığı bir gün göğsünü açıp kollarını da kaldırarak, damlaların mübarek bedeninizi ıslatmasına izin vermişsiniz. Varlık âlemine henüz buyur edilen yağmur, Yaratıcı’nın ilminden kudret dairesine geçmişti. O’ndan ayrılığın henüz başındaydı. Öyleyse, Rabbine teslim oluşunu henüz unutmuş değildi. Rabbine verdiği kul olma sözü henüz tazeydi.
Sen bize yağmur ol ey Resûl. Bize yağmur ol ki, nicedir kuraklıktan çatlamış kalbimizi, Senin gözlerinin serinliğinde ıslatalım. Alnımıza yağ ki ey Resûl, sözümüzü hatırlayalım.
Sen yağmursun.
Üzerimize yağ.
Dağların eteğinden pınarların taşması gibi,
Kalbimizde olanı dudaklarımıza taşı.
Senin sözünde saklı pınarın serinliği.
Sensiz sular dudağı yakar.
Sensiz yağmurlar boşluğa akar
Şensin çölün suya çağrısı.
Sen yoksan yüreklerimiz çorak. Senin aşkın ruhlarımıza ışık.


Dr. Ömer Yılmaz
DİB Eğitim Uzmanı

Seni Seviyoruz Ey Allahın Elçisi

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl?”

Her şeyden önce sevginin bir "gönül" işi olduğunu bilmek gerekir. Gerek dinimiz, gerekse kültür ve tarihimiz sevgi mük- tesabatı açısından zengin bir yapıya sahiptir. Bu sevgiyi çöllere düşerek, Leylasında belki de Mevlâyı arayan Mec- nun’da, dağları delerek Şirin’e ulaşmak isteyen Ferhat’ta çok rahat görebilirsiniz. Yine bu sevgiyi, Türk tarihinde devleti idare eden yöneticilerimizde, Yunus, Mevlâna, Hacı Bek- taş-ı Veli, Fuzülî gibi, edebiyatımıza damgasını vuran gönül erlerinde ve daha pek çok Anadolu erenleriyle halk ozanlarında bulabilirsiniz.
Milletimizin vatan, bayrak, ezan. Peygamber vb. mukaddes saydığı değerlere gösterdiği sevgide, diğer toplumlara oranla âdeta bir taçlaşma görürsünüz. Biz bunlardan sadece Peygamberimiz için gösterilen sevgi tezahürlerine bir göz atmak istiyoruz. Pek tabii milletimizin Hz. Peygamber’e olan sevgisi, öncelikle o yüce insanın medh ü senasına nail olmaktan kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber; "İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan! Onu fetheden asker ne güzel asker!"(a. ibn Hanbel, Müsned, 4/335; Nesei, Müstedrek, 4/422) buyurarak milletimizi methetmiştir. Söz konusu hadisin müjdesine fiilen maz- har olan ve İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet (Ö.1481)’de ona olan sevgisini, Rumeli hisarını "Muhammed" şeklinde, onun adını yazarak inşa etmek suretiyle göstermiştir.
Osmanlı idaresi, bu sevgiden dolayı ordusuna, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye"; devletine de, "Devlet-i Âliye-i Muhammediyye" adını vermiştir. Hatta bu nedenle toplu- mumuzda asker ocağına "Peygamber Ocağı", askerimize de "Mehmetçik" denmektedir. Milli Şairimiz Mehmet Akif, (ö. 1936) de, "Çanakkale Şehitlerine" adlı şiirinde, "Bedrin arslanları kadar şanlı" saydığı şehit Mehmetçiğin başına Kâ- be’yi mezar taşı diye dikmekte, gökkubbeyi bütün yıldızlarıyla alıp örtü diye lahdine çekmekte, mor bulutları tavan diye örtmekte, Ülker yıldızını avize diye asmakta, yine de bütün bunları yeterli görmeyerek sonunda;
"Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber" demektedir. (Rıza Akdemir, Dinî ve Milli Şiirler Antolojisi, TDV Yayınları, Ankara 1991, s. 8-9.)
Fatih’in babası II. Murat (ö. 1451 )’ın her üç gecede bir Peygamberimiz’i rüyasında gördüğü, eğer bu zaman zarfında göremezse kendisini bir odaya kapatarak akşama kadar ağladığı. Padişah III. Mehmet (ö. 1603)’in de Hz. Peygamber’in adı anıldığı an, yerinden fırlayarak ayağa kalktığı rivayet edilmektedir. Derviş meşrep Sultan I. Ahmet, (ö. 1617) başına taktığı sorgucun altına, Resûlullah’ın ayak resmini yaptırmış ve onu başına taç ederek kendi söylediği;
“N’ola tâcum gibi başumda götürsem daim,
Kademi resmini ol Hazret-i Şah-ı Resûlün" beyitlerini yazdırmıştır. (Komisyon, Türkiye Gazetesi Rehber Ansiklopedisi, ihlas Matbaası, c. I, İstanbul 1984, s. 118.)
İdarecilerimizin Hz. Peygamber’e gösterdiği bu sevgiyi, edebiyatımızın kalem erbabında ve söz ustalarında da görmekteyiz. Bu kimseler yazdıkları şiir, İlâhi, na’t-ı şerif, mersiye ve kasidelerle, ona olan sevgilerini gönüllerine nakşetmiş ve kâğıtlara dökmüşlerdir. Bunların başında bağrı yanık Yunus Emre (Ö.1321)’miz gelir. Bilindiği gibi sahabeler sözlerine, "Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü!’’ diyerek başlarlardı. Yunus’ta ise, ona ana baba değil, can kurban olmuştur.
"Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammedi"
Su Kasidesi şairi Fuzülî (ö. 1556) de buna benzer bir yaklaşımla;
"Cânımı cânan eğer isterse minnet cânıma,
Cân nedir kim ânı kurban etmeyem cânânıma! Demiştir.
Türk şairlerinden biri de Medine’de medfun Hz. Peygamber’e selâm gönderme hususunda tabir yerindeyse uçan kuş, esen rüzgâr ve akan sudan medet ummaktadır. Şair bu kez rüzgâra seslenerek;
"Ey bâd-ı saba, uğrarsa yolun semt-i Harameyne
Selâmım arzeyle Resûlu’s-sakaleyne!" der. Konya’da sevgisiyle dünyayı âdeta ayağına getirten Mevlâna Celâleddin-i Rumî (Ö.1273)’ye gelince;
"Men bende-i Kur’ânem, eğer cân dârem
Men hâki reh-i Muhammed Muhtârem" (Tahirü’l- Mevlevi, Mesnevi Şerhi, Selâm Yayınları, Konya 1966, c. ı, s. 143.) Yani yaşadığım müddetçe ben Kur’an’ın hayranıyım, kö- lesiyim. Ben Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum demiştir.
Milletimizin dinî ve edebî kültüründe önemli yeri olan Bursalı Süleyman Çelebi (ö,1422)’nin "Vesiletü’n- Necat" adını verdiği Mevlidin yazılma gayesi de Pey- gamber’e duyulan muhabbetin sonucudur. Kabul görmüş bir rivayete göre; Bursa Ulu Cami’de imamlık yaptığı sırada kürsüye çıkan İranlı bir vaiz, Bakara suresinin 285. ayetini yorumlamış ve "Peygamberler arasında herhangi bir farkın olmadığını" söylemiştir. Bunun üzerine aşka gelen ve vaizin bu yorumunu kabul etmeyen Süleyman Çelebi, "Ölmedi İsa göğe bulduğu yol/ Ümmetinden olmak için idi ol" beytini söylemiştir. Bu olaydan hareketle günümüzde okunan meşhur manzum eserini kaleme almıştır. (Necla Pekolcay, "Meviid",TDVİA,c. xix.s. 486) Mevlit müellifi Süleyman Çelebi eserinde, ona olan sevgisini şu şekilde dizelere dökmektedir:
"Merhaba ey padişahı dû cihân Senin için oldu kevn ile mekân Ermedi evvel gelen bu devlete Kimse lâyık olmadı bu rif’ate."
Beste ve güftesi Müezzin başı Rıfat Bey tarafından yapılan (Abdüikadir Töre, neşr.: Yusuf Ömürlü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1989, c. 3, s. 110) bir naat-l şerifte, milletimizin Peygamberimiz’e olan sevgisi şöyle dile getirilmektedir:
"Ya Rasûlallah!
Gubârı pâyine almam Cihanı ya Rasûlallah Değişmem muğyine Heft-ü âsumânı ya Resûlallah!
Duyunca makdem-i teşrifin Âdemi sulbi pâkinden Değişti habbeye
Bağ-İ Cİhâni ya Resûlallah!" (Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi M-Z, Kültür Bakanlığı Yayınlan, Ankara 1990, c. ıı, s. 231.) Yani ayağının bir tozuna bütün cihanı verseler almam ey Allah’ın Resûlü, vücudunun bir kılına yedi kat semayı verseler değişmem ey Allah’ın Resûlü,
Hz. Âdem cennette iken kendi soyundan senin geleceğini öğrenince, yasak meyveden yiyerek cenneti bırakıp senin için dünyaya indi ey Allah’ın Rasûlül Urfalı Şair Nabi (ö. 1712) ise, kalemlerin o güzel insanı övmekten aciz kaldığını itirafla;
"Sen ki Hatemü’l-Enbiya, Sen ki fahr-i âlem,
Mümkün müdür gül çehreni vasfeylesin kalem?" kıtasını terennüm eder. (Sadettin Kaplan, “Ya Muhammed", Günümüz Dilinden Hz.Peygambere Na’tlar, TDV Yayınları, Ankara 1991, s. 89.)
Kayserili bir Rumun oğlu olup, 1942 yılında Mevlâna’dan esinlenerek İslâm’ı seçen Yaman (Yanan) Dede (Ö.1963) ’ye gelince;
Gönül hun oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Resûlallâh
Cemalinle ferah-nâk et ki, yandım yâ Resûlallâh! diyerek âdeta onun aşkıyla yanıp tutuşmaktadır.
"Sultanım Efendim!" dediği Hz. Peygamber’in şehrine yerleşen ve burada yakın zamanda vefat eden şair Ali Ulvi Kurucu (ö. 2003) ise Peygamberimiz’e seslenerek:
"Ruhum sana, varlık sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim" demektedir.
Dört yüz yıl boyunca Ravza kandillerinde zeytinyağı yerine gül yağı yakan milletimizin, Hz, Peygamber’e olan sevgisini sadece "söz" ile sınırlandırmak da mümkün değildir. Pek tabii ideal olan hepimizin ahlâkta, ibadette, ticarette, hülâsa hayatın her alanında ona tabi olmasıdır. Peygamberimiz’in, "Kişi sevdiğiyle beraberdir." (Buhari, Edeb, 96) sözünü senet görerek, ahirette onun dizinin dibinde buluşmak ve şefaatini istemek, herkesin arzusu ve teselli kaynağıdır. O halde milletçe bir kez daha ona salât ve selâm getirerek, "Seni seviyoruz ey Allah’ın elçisi!" diyoruz.


Doç. Dr. Selim Özarslan
Fırat Üniv. İlahiyat Fak.

Hz. Peygamber ve Çocuk sevgisi
Sevgi, dilimizde insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu olarak tanımlandığı gibi, sevme hissi, aşk ve muhabbet anlamlarına da gelmektedir.
insan sevgisi, kaynağını Allah sevgisinden almaktadır. Kur’an’da yüce Allah kendisini "vedûd" yani iyilik yapan, kullarını seven, onları rahmet ve hoşnutluğuna erdiren veyahut da sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya biricik lâyık olan" olarak nitelemektedir.
"Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin, Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (müminleri) çok sever" (Hûd,90), “O, çok bağışlayan ve çok sevendir." (Bürûc, 14)
Sevgili Peygamberimiz’in sevgi anlayışının merkezinde insan sevgisi bulunmaktadır. Sevgi hiç şüphesiz insana eşsiz bir dinamizm kazandırmaktadır. Sevgisiz, hoşgörüsüz insanların kendilerine, ailelerine, cemiyet ve toplumlarına yararlı olmaları ihtimal dahilinde değildir. Sevgi iletişimin itici gücüdür, insanlar arasındaki İnsanî ve ahlâkî diyalo- ğun kaynağı hiç şüphesiz sevgidir. Anlayış ve sevgi, ince ve ulvî duyguların doğmasına katkıda bulunur. Hatta bunlarsız ince duygular gelişmez. Öyleyse insanca yaşamanın ve hayattan zevk almanın arka plânında sevgi bulunmaktadır.
Sevmek, imanın tadına ulaşmanın da mihenk taşıdır. Sevgili Peygamberimiz’in mânâsını anacağımız şu hadisi de bu görüşümüzü desteklemektedir. "Bir kimsede üç haslet tam olarak bulunursa, imanın tadını duyar: Allah ile Resûlullah kendisine başkalarından daha sevgili olmak, sevdiği kimseyi yalnız Allah için sevmek, Allah onu küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin görmek." (Buharı, EbQ Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhari, iman, 16, Darû’l-Fikr, Beyrut, 1411/1991)
İslâm Peygamberi Muhammed Mustafa’nın sevgi anlayışının temelinde, sevdiğini Allah için sevme fikri hakimdir.
O, insanları Allah için sever ve inananlara da insanları Allah için sevmeleri gerektiğini belirtirdi.
Ebu Hureyre (r.a)’den Resül-i Ekrem’in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız. Size bir şey söyleyeyim, onu yaptığınız zaman sevişirsiniz: Aranızda selâmı yayınız." (Müslim, Sahih-i Müslim, iman, 93)
"Kendiniz için sevdiğiniz ve istediğiniz şeyleri, diğer Müslümanlar için de sevip, istemedikçe iman etmiş olamazsınız." (Buhari,Sahih-i Buhari, iman, 13; Müslim, Sahih-i Müslim, iman, 7172; Tirmizi, Sünen, Kıyame, 59)
Allah için birbirini seven, aralarında selâmı yaygınlaştıran insanların oluşturduğu toplum; ayrılık, kaos ve stresten uzak, huzur ve saadet içerisinde yaşayacaktır. Allah ve Resûlü- nun tesis etmek istediği toplum düzeni de herhalde budur.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.) (Enbiya, 107) insanlar arasında sevginin ve saygının artması, kardeşlik duygularının yoğunluğa kavuşması için, sevenin sevdiği kimseye sevdiğini söylemesini salık vermiş, "Bir kimse din kardeşini severse, sevdiğini o kimseye haber versin." buyurmuştur.
(Ebû Davud, Edep, 113; Tlrmizi, Zühd, 54)
İslâm’da insan sevgisinin özü, Allah sevgisinden kaynaklanmaktadır. Yüce Allah bu konuya şu ayetle temas etmektedir: "Sana gözümün önünde yetiştirilmen için kendimden bir sevgi bırakmıştım." (Tahâ. 39) Öyle ise insanlar arasındaki ilişkilerde sevgi ve saygıyı gözeten ve hakim kılanlar, kendi gönüllerinde Allah aşkını ve sevgisini abideleştirmiş olanlardır. Böyle insanlardan olmak ne kadar hoş, ne kadar güzeldir.
Hz. Muhammed’in çocuk sevgisi
Diğer yandan Sevgili Peygamberimizin çocuklara olan sevgisi ve düşkünlüğü anlatılamayacak bir derinliğe sahiptir. Resûlullah çocuklara olan sevgisini, onlara verdiği değeri ve önemi, bizzat kendi yaşadığı engin tecrübeleriyle insanlığa sunmuş ve bu konuda onlara modellik etmiştir.
Bu cümleden olarak, Sevgili Peygamberimizin kızı Zeynep’ten bir erkek torununun ağır hasta olduğu andaki davranışı da onun çocuklara sevgi ve şefkatini, onlara verdiği değeri göstermektedir. Hâdise şöyle cereyan etmiştir: "Hz. Peygamber’in yanında bulunduğumuz sırada, kızlarından Zeynep’in bir habercisi geldi. Çocuklarından birinin ölümle pençeleştiğini bildiriyordu. Allah’ın elçisi haberciye dedi ki: "Git, ona söyle, Allah’ın verdiği de aldığı da kendisine aittir. Her şey Allah katında belli bir süreye bağlanmıştır. Sabretsin ve sabrına karşılık Allah’tan sevap ümit etsin. Haberci gitti, fakat kısa bir süre sonra tekrar geldi. Zeynep yemin veriyor ve: Mutlaka geliniz diyordu. Bunun üzerine Peygamber kalktı, onunla birlikte sahabeden bazıları da kalktı. Ben de onlarla beraber kalktım. Zeynep’in evine gittik. Çocuk Peygamber’e verildiği sırada can çekişiyordu. Allah’ın elçisinin gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Sa’d ibn Ubâde: Ey Allah’ın elçisi, bu hâliniz nedir? dedi. Allah’ın elçisi: "Bu gözyaşı Allah’ın kullarının gönüllerine koyduğu bir rahmettir. Yüce Allah, kullarından ancak merhametli olanlara merhamet edecektir," dedi. (Müslim, Sahih-i Müslim, Cenaiz, 11)
Peygamberimizin çocuklara olan sevgi ve şefkatinin diğer bir örneğini de Peygamberimizin evlâtlığı Zeyd’in oğlu Üsame şöyle anlatıyor: "Allah’ın elçisi beni bir dizine, Hasan’ı öbür dizine oturturdu. Bizi göğsüne bastırarak şöyle derdi: Allah’ım bunlara rahmet ve saadet ihsan eyle. Ben bunların hayır ve saadetlerini diliyorum." (Buharı, Sahih-i Buhari, Edeb, 22)
Allah Resûlünün çocuk sevgisi üzerine, Asr-ı Saadet’ten başka örnekler de vermek istiyoruz:
Akra b. Habis hazretlerinin naklettiğine göre kendisi, Peygamberimiz Hz. Muham- med (s.a.s.)’i , Hz. Hasan’ı çocukluğunda sevip, okşar ve öperken gördü de, "Benim on çocuğum vardır, onların hiçbirini öpmedim" dedi. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.s.): "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz." buyurdu. (Buhari, Sahih-i Buhari, Edeb, 18; Müslim, Sahih-i Müslim, Fedail, 65)
Sevgili annemiz Hz. Aişe’nin anlattığına göre, bir defasında bedevilerden bir grup insan, Allah Resûlünün huzuruna gelmişlerdi. Bu kişiler bir münasebetle: "Sîzler çocuklarınızı öper, sever misiniz?" dediler. Sahabiler: "Evet!" cevabını verdiler. Bedeviler: "Fakat, Allah’a yemin ederiz ki bizler öpüp okşamayız" dediler. Bunun üzerine Rasûlul- lah (s.a.s.): “Eğer Allah Teâlâ sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip almış ise, ben ne yapabilirim?" buyurdu. (Buhari, Sahih-i Buhari, Edeb, 18; Müslim, Sahih-i Müslim, Fedail, 64) Hz. Enes diyor ki: "Rasülullah (s.a.s.), biz çocukların arasına karışır ve güler yüzle bize latife ederdi." (Buhari, Sahih-i Buhari, Edeb, 68, 122)
Çocukları lâyıkıyla sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi ve onları çeşitli tehlikelerden korumayı, cehennem azabından kurtuluşa vesile sayan Sevgili Peygamberimizin, çoluk- çocuk ve aile bireylerine düşkünlüğü ile ilgili olarak Enes b. Malik hazretleri şunları söylüyor:
“Ben Rasülullah (s.a.s.) kadar çoluk-çocuğuna, aile bireylerine, eli altındakilere merhameti olan hiçbir kimse görmedim. Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim, Medine’nin yüksek taraflarındaki köylerin birinde süt annesinin yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber -biz de beraberinde olduğumuz halde- onun yanına giderdi. Bu ziyaretlerin birinde, Hz. Peygamber o eve gitmişti ki, ev o esnada duman içindeydi. Çünkü İbrahim’in süt babası demirciydi. Peygamberimiz, İbrahim’i kucağına alır, onu öper, sonra da geri dönerdi." (Müslim, Sahih-i Müslim, Fedail, 63)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), özellikle yoksul ve yetim çocuklarla ilgilenir, kız çocukları arasında hizmetçi ve işçi gibi, çalışmak zorunda kalanlara da merhametle davranır, onların her istediğini dinler, gereksinimlerini gidermeye çalışırdı. Anacağımız şu olay, bu açıdan çok ilginç görünmektedir:
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in cebinde on dirhemi vardı. Elbise satıcısından, dört dirhemine bir gömlek aldı. Dışarıya çıkınca yoksul bir Medineli: "Ey Allah’ın Rasûlü, o gömleğe çok ihtiyacım var, onu bana verir misin?"dedi. Peygamberimiz gömleği o yoksula verdi. Elbise satıcısına tekrar girdi. Geriye kalan paranın dört dirhemine kendisi için bir gömlek satın aldı. Dışarıya çıkınca küçük bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. Derhal yanına yaklaşıp sebebini sordu. Cariye statüsündeki hizmetçi kız: "Ev sahibim bana un almak için iki dirhem vermişti, onu kaybettim, onun için ağlıyorum" dedi. Peygamberimiz, son kalan iki dirhemi de bu kızcağıza verdi. Fakat küçük kız ağlamaya devam ediyordu. Sevgili Peygamberimiz tekrar sordu: "Kaybettiğin iki dirheme tekrar kavuştun, hâlâ niçin ağlıyorsun?" Hizmetçi küçük kız: "Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum" deyince Hz. Muhammed (s.a.s.), küçük kızın elinden tuttu: "Korkma yavrum, gel benimle!" dedi. Onu, çalıştığı eve kadar götürdü. Önce selâm verdi. Ancak üçüncü selâmında kapı açıldı. Peygamberimiz (s.a.s.): "İlk selâmı duymadınız mı?" deyince: "Duyduk, ama, selâmınızın artmasını ve sesinizi daha çok duymayı arzu ettik, sana canımız feda olsun ey Allah’ın Rasülül Buraya kadar niye zahmet ettiniz?" dediler.
Hz. Muhammed (s.a.s.): "Şu kızcağız dövülmekten korkuyordu da bunu size kadar getirdim." cevabını verdi.
Ev sahibi: "Ey Allah’ın Rasûlü! Sizin evimize gelmenize sebep olduğu için bu hizmetçi kızı (cariyeyi) azad ediyorum. Artık hürdür." deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah’ın bana verdiği on dirhem ne kadar bereketliymiş! Allah (c.c.) onunla Peygamber’ine ve Medineli bir yoksula gömlek giydirdi, bir kız çocuğunu da sevindirdi, hürriyetinin verilmesine vesile oldu! Şüphesiz bize sonsuz kudretiyle rızık veren O’dur!"
Evet işte son Peygamber ve onun çocuk sevgisi, ondan alacak pek çok şeyimiz var.



Prof. Dr. Abdurrahman Çetin
Uludağ Üniv. ilahiyat Fak.

Peygamberimiz
Ve Gençler

Gençliğin önemi
Her ülkenin en büyük enerji kaynağı gençliğidir. Bu enerji başıboş bırakılırsa, o topluma büyük kötülük edilmiş olur. Hele hele bu enerji yıkıcı ve olumsuz yönlere çevrilirse, bu en büyük ihanet olur. Bu bakımdan gençler doğruya, iyiye, güzele yönlendirilmeli; ilim, iman, ibadet ve ahlâk ile donatılmalıdır. Gençler sigara, alkol, kumar, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan ve zararlı akımlardan korunmalıdır.
Gençlerimiz de, gençliğin geçici bir dönem olduğunu bilmeli ve her yönden zinde oldukları bu dönemi, en iyi şekilde değerlendirmelidir. Çevreden gelecek olumsuz telkinlere kanmadan, kendilerini çok iyi yetiştirmeli; bu arada Allah’a olan kulluk görevlerini de ihmal etmemelidir.
Peygamberimiz, kıyamet gününde, insanın gençliğini nerede ve nasıl harcadığından sorguya çekileceğini açıklamıştır. (Tirmizi, Kıyamet, i)
Kur’an-ı Kerim de gençler
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, birçok peygamberin davranışlarından örnekler verilmektedir. Meselâ Hz. İbrahim genç yaşta puta tapan kavmiyle mücadele etmiştir: "Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı) Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş, dediler. O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şahitlik ederler. Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim? dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa! dedi." (Enbiya, 58-63)
Kurdn-ı Kerim’de, yakışıklı bir genç olan Hz. Yusuf’un nefsiyle mücadelesi de anlatılmıştır. O, iffetini korumasıyla gençlere güzel bir örnek olmuştur:
Ashab-ı Kehf olarak bilinen gençlerin, Allah yolundaki mücadeleleri de Kur’an’da yer alan örnekler arasındadır. (Bkz: Kehf. 9-22): "O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi." (Kehf, ıo)
Peygamberimiz ve gençler
Peygamberimiz’e ilk iman edenlerin çoğu gençlerdi. Peygamberimiz gençleri sever, onlara ayrı bir değer verirdi; onlar da Peygamberimiz’i severlerdi.
Zeyd b. Harise, küçük yaşlarda esir düşüp, köle olarak Hz. Hatice’ye satılmıştı. Hz. Hatice, Peygamberimizle evlendikten sonra, Zeyd’i onun hizmetine vermişti, Babası ise, oğlunu uzun süre aradıktan sonra Peygamberimiz’in yaranda olduğunu öğrenmiş ve gelip oğlunu geri, istemişti. Peygamberimiz Zeyd’i serbest bırakarak, babasıyla gitmesine izin verdi. Fakat Zeyd, babasıyla gitmeyi kabul etmedi ve: "Benim babam da anam da sensin!" diyerek, Rasûlül- lah’tan ayrılmadı. (İbn Hacer Askâlâni el-lsâbe, 1,563)
Peygamberimiz, gençlerde gördüğü hataları, onları kırıp incitmeden düzeltirdi.
Peygamberimiz’in müezzinlerinden birisi de Ebu Mahzûre isimli bir sahabidir. O, Müslüman olmadan önceki bir hatırasını şöyle anlatır: Rasûlüllah, Huneyn savaşından dönüyordu. Ben, hepsi de Mekkeli olan on kişilik genç bir grupla beraberdim. Rasûlüllah’ın müezzini namaz için ezan okumaya başladı. Biz, bir köşeye çekildik ve alay ederek müezzinin söylediklerini tekrar etmeye başladık. Bizi Rasûlüllah duymuştu. Ezan bittikten sonra, "Şunların içinde güzel sesli biri var" diye gönderdiği adamlar bizi huzuruna götürdüler. Rasûlüllah:
- Sesi gür olan hanginiz? diye sordu. Yanımdakiler beni gösterdiler. Rasûlüllah onları bıraktı ve beni yanında alıkoydu. Sonra bana:
- Haydi bir ezan oku, diye emretti. Rasûlüllah’tan ve ezandan hiç hoşlanmadığım halde, çaresiz kalktım ve önünde durdum. Bizzat kendisi bana ezan okumayı öğretti. Ben ezanı bitirdiğim zaman, bir miktar gümüş para bulunan bir kese verdi. Daha sonra alnımı ve göğsümü sıvazladı ve:
- Mübarek olsun! dedi. Ben:
- Ey Allah’ın Elçisi! Mekke’de ezan okumama izin ver, dedim. izin verdim, buyurdu, işte o anda, Rasûlüllah’a karşı duyduğum hoşnutsuzluktan bende eser kalmamış, gönlüm ona karşı sevgi ile dolup taşmıştı. Mekke’ye geldim ve Rasûlüllah’ın emriyle müezzinlik yapmaya başladım. (Nesai, Ezan, 5-6; Ibn Mace. Ezan, 2; ibn Hanbel, III, 409; İsmail L. Çakan, "Siyasetli, inayetli Muhammed", Diyanet ilmi Dergi, (Özel sayı 2000), s. 72-73. Bu zat vefat edinceye kadar Mescid-i Haram’da müezzinlik yapmış; kendisinden sonra da uzun süre çocukları ve torunları aynı görevi sürdürmüştür. Çakan, aynı yer.)
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, bir yolculukta Peygamberimizle birlikte idi. Kendisi, babasına ait genç ve güçlü bir deve üzerinde yolculuk yapıyordu. Hayvan hızlanarak Peygamber’in devesinin önüne geçiyordu. Hz. Ömer, oğluna seslenerek:
- Abdullah! Hiç kimse Peygamberin önüne geçmez! dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Hz. Ömer’e:
- Bu güçlü deveyi bana sat, buyurdu. Hz. Ömer de teklifi kabul etti. Peygamberimiz devenin bedelini ödedikten sonra:
- Bu deve şenindir Abdullah, ne istersen yap! buyurdu. (Buhari, Hibe, 25; Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 422)
Peygamberimiz, gençlere önemli görevler verirdi, irşad faaliyetleri ve Kur’an öğretmek için çevre beldelere eleman gönderirken, bunları genellikle gençler arasından seçerdi. Meselâ, Yemen’e gönderdiği Muaz bin Cebel 20 yaşlarında bir gençti. (Ebu Davud, Akdiye, 11; Tirmizi, Ahkam. 3; ibn Mace, Menasik, 38)
Birinci Akabe biatından sonra Medineli Müslümanlara Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmek üzere, 35 yaşlarında bulunan Mus’ab bin Ümeyr’i görevlendirdi, (ibn Hişam, ıı, 90 vd)
Peygamberimiz, hastalanmadan birkaç gün önce Şam tarafına göndermek üzere bir ordu hazırlamış ve komutanlığa Üsame bin Zeyd’i getirmişti (Buhari, Meğâzi, 87); O sırada Üsame 20 yaşlarındaydı. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, Xl, 16; Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, Ankara 1986, s. 179)
Peygamberimiz, Tebük seferinde Malik bin Neccar oğullarının sancağını Kur’an’ı çok iyi bilen ve o sırada 20 yaşlarında olan Zeyd bin Sabit’e vermişti. Zeyd, Peygamberimizin emriyle İbranice de öğremnişti. aecrid-i sarih Tercemesi. vııı, 276)

Peygamberimiz’den öğütler
Peygamberimizin, gençlerimiz başta olmak üzere bütün Müslümanları ilgilendiren pek çok uyarısı vardır. Bunlardan ikisini nakletmekle yetiniyoruz:
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin: Ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sağlığın, meşguliyetten önce boş zamanın, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden Önce zenginliğin." (Aclûni, Keşfu’l-Hatâ, 1,166-167, Hakim ve Beyhaki den)
Peygamberimiz dindar gençlerin elde edeceği mükâfatı da müjdelediği bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Yedi sınıf insan vardır ki, Yüce Allah kendi gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan kıyamet gününde, bunları kendi arşının gölgesinde gölgelendirir: Adaletli devlet başkanı, Allah’a ibadet ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, gönlü mescidlere sevgiyle bağlanmış olan namazlı kimse, Allah için seven ve bu sevgi ile birleşip bu sevgi ile ayrılan kişi...
Konumuzu özetlersek; her ülkenin en büyük enerji kaynağı gençliğidir. Onlar, yeniliklere açık, toplumun enerjisi ve dinamik gücüdür. Bu bakımdan gençler doğruya, iyiye, güzele yönlendirilmeli; ilim, iman, ibadet ve ahlâk ile donatılmalıdır. Gençler sigara, alkol, kumar, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan ve zararlı akımlardan korunmalıdır. Gençlerimiz, gençliğin geçici bir dönem olduğunu bilmeli ve her yönden zinde oldukları bu dönemi en iyi şekilde değerlendirmelidir. Çevreden gelecek olumsuz telkinlere kanmadan, kendilerini çok iyi yetiştirmeli; bu arada Allaha olan kulluk görevlerini de ihmal etmemelidir. Peygamberimize ilk iman edenlerin çoğu gençlerdi. Peygamberimiz gençlere ayrı bir değer verir onları önemli işlerde görevlendirirdi. Ayrıca gençlerde gördüğü hataları onları kırıp incitmeden düzeltirdi.


Prof. Dr. Mehmet Soysaldı
Fırat Ün iv. ilahiyat Fak.

Hz. Peygamber (s.a.s.)in
Aile hayatına
Getirdiği Yenilikler

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.), yaklaşık 1435 yıl önce dünyaya teşrif ettiklerinde kâinatın ufkuna bir güneş gibi doğmuştu. Onun gelişi ile insanlık şeref ve haysiyete kavuşmuş, zulmün yerini adalet, kuvvetin yerini hak, yalanın yerini hakikat almıştır. Cehalet ve esaretin zincirleri kırılmış, ilim ve hürriyete kavuşulmuş, kadın bir ticaret metaı olmaktan çıkarılarak toplumda itibarlı yerini almıştır.
Peygamber Efendimiz öyle bir zamanda dünyaya gelmiştir ki, tarihçiler o zamanı "cahiliyye devri" olarak adlandırmaktadırlar. O zamanda insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbus gibi çökmüştü, işte insanlık böyle bir zamanda bir kurtarıcıya, bir öndere, bir rehbere ihtiyaç duymaktaydı.
Hz. Peygamber dünyaya teşrif etmeden önceki insanlığın durumunu merhum şairimiz Mehmet Akif şöyle nitelendirmektedir:
"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi."
O, dünyaya geldiğinde insanlık tam bir karanlık içindeydi, işte böyle bir zamanda Hz. Muhammed (s.a.s.) insanlığın ufkunu aydınlatmış, insanlığı karanlıklardan nura çıkarmıştır, Bunu da 23 yıl gibi kısa bir sürede yapmayı başarmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’le her şey bir mânâ ve derinlik kazanmıştır. Hz. Peygamber, birçok alanda inkılaplar yapmış ve insanlığa çok güzel değerler kazandırmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) aile kurumuna da çok güzel değerler kazandırmıştır. Onun aile kurumuna kazandırdığı değerleri açıklamadan önce cahiliye devrinde ailenin ve kadının durumunu kısaca açıklamamız yerinde olur kanaatindeyim.
İslâmdan önce kadının hiçbir değeri yoktu
- Kadının ne ailede ne toplumda saygın bir konumu yoktu.
- Kadınlar âdeta alınıp satılan bir mal durumundaydı.
- Hatta İslâm’dan önce insanlar, kadın nedir, bir ruhu var mıdır yok mudur? diye tartışmaktaydılar.
-Kadın, toplumda daima hor görülen ve aşağılanan bir yaratık olarak değerlendiriliyordu.
- Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu.
-Ailede hayız halindeki kadının, yemeği, suyu ayırt edilmekte, aile fertlerinden tamamen tecrit edilmekteydi.
- Erkekler sınırsız kadınla evlenme hakkına sahipti.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Allah’tan vahiy yoluyla aldığı Kur’an’la birlikte aileye ve kadına birçok değerler kazandırmıştır.
İslâm, ailenin oluşumunu sağlam ve sarsılmaz temellere dayandırmıştır. Ailenin korunmasını toplumun korunması olarak kabul etmiştir. Kadın erkek ilişkilerine meşru bir ölçü getirmiş ve ancak nikâh akdi vasıtasıyla kurulan birlikteliklere izin vermiştir.
Nitekim bu hususta Yüce Allah, "Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (isra, 32) "...kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın..." (En’am, 151) buyurmaktadır.
Bu ayetlerde açıkça görüldüğü gibi yüce Allah, aile müessesesini korumak için zina ve fuhuştan kesinlikle kaçınmamızı istemektedir. Ailede hem erkek hem kadın zina ve fuhuştan sakınmak suretiyle iffet ve namusunu muhafaza etmek durumundadırlar.
Hz. Peygamber, aile hayatını âdeta dünyada cennet bahçelerinden bir bahçe hâline dönüştürmüştür. Örneğin Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde; "Cennet annelerin ayağı altındadır." (Azizi, Muhammed b. Şeyh İbrahim, es-Siracu’l-Münir Şerhu Camiu’s-Sağir, Mısır, 1312, II, 199) buyurmaktadır.
Hz. Peygamber, ailede karı koca arasında karşılıklı sevgi ve saygı esasını getirmiştir. Nitekim Yüce Allah bu hususta "Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." (Rum, 2i) buyurmaktadır.
Dünya ve ahiret mutluluğunu hedef alan dinimiz, toplumun en önemli temeli olan ve nikâh akdiyle kurulan aileyi, sevgi ve saygıya dayanan bir kurum olarak nitelendirmektedir. Karşılıklı sevgi, saygı ve merhamete dayanan bir aile düzeninde huzur ve mutluluk vardır. Sevgi ve saygının olmadığı ailede mutluluktan ve huzurdan söz etmek mümkün değildir. Nitekim yukarıdaki ayette, eşler arasında var olan sevgi, saygı ve derin dostluk, ’Allah’ın yüceliğini gösteren ayetler’ olarak nitelendirilmektedir,
Hz. Peygamber (s.a.s.), eşler arasındaki sevgi ve saygıyı da imanla irtibatlan- dırarak; "imanı en mükemmel olan mümin, ahlâkça en güzel olandır. Sizin en hayırlınız da eşlerine en güzel davranandır." (Ahmed b.Hanbei, ei-MOsned, ıv, 47) buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim, kadın üzerinde bir baskı ve zorbalık yapma hakkını kimseye vermemektedir. Erkekler artık hanımlarını hor görüp aşağılayamayacaktır. Onlara iyi muamele edecek onların her türlü ihtiyaçlarını karşılayacaklardır. Yüce Allah, "Eşlerinizle iyi geçininiz." (Nisa, 19) buyurmaktadır. Hz. Peygamber Efendimiz de bu hususta: "Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı güzel davranandır. Ben bu konuda size en güzel örneğim." (Tirmizî, Rada, id buyurmakta ve kendisine: ’iyilik etmeme en lâyık kimdir? ey Allah’ın Rasulül’ diye soran bir sahabiye, Sevgili Peygamberimiz, üç defa "annendir" cevabını vermiş, dördüncüde ise, "babandır" demiştir. Yine en faziletli amelin ne olduğunu soran bir sahaüye de: "En faziletli amel, anne ve babaya iyi ve güzel davranmaktır." buyurmuştur. Bu hususta Yüce Allah’ın Kur’an’aa birçok emri bulunmadadır. Onlara örnek olarak birkaç tanesini burada zikredecek olursak:
"Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of!" bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle." (isra, 23)
"Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir." (Taha, 132)
Bu konuda da insanlar, haklarını ve sorumluluklarını yerine getirip getirmedikleri hususunda Allah’a karşı sorumludurlar. Malın, mülkün, servetin, çoluk ve çocuğun fayda vermediği o çetin gün olan hesap gününde insanlar, Allah’a bütün bunların hesabını vereceklerdir. O halde bu şuurda olarak ailevî sorumluluklarımızı bilip yerine getirmek ve ilişkilerimizi devam ettirmek zorundayız.
İslâm, aileyi esas itibarıyla tek evlilik üzerine kurmuş ve buna özendirmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in aile modeli
Burada Hz. Peygamber Efendimiz’in takdim etmiş olduğu Müslüman aile modelinden de bahsetmek istiyorum.
1. Her şeyden önce aile, karşılıklı anlayış, sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmalıdır.
2. Evlenmede dindarlık önemli bir esastır.
Abdullah b. Amr (r.a.)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.) malın ve güzelliğin getirebileceği kötü sonuçlara dikkati çekerek, evlilikte dindarlığın diğer özelliklere tercih edilmesini tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Sırf güzellikleri sebebiyle kadınlarla evlenmeyin. Çünkü güzelliklerinin onları (kibir ve gurur sebebiyle) alçaltacağından korkulur. Onlarla sırf mal ve mülkleri sebebiyle de evlenmeyin; zira mal ve mülkün onları azdıracağından korkulur. Fakat onlarla dindarlıklarından dolayı evlenin. Yemin olsun, burnu kesik, kulağı delik si- yahîdindar bir köle (dindar olmayan hür kadınlardan) daha üstündür." (ibn Mâce, Nikah, 6)
Ebu’l-Esved ed-Düelî, çocuklarına şöyle deyip övünürmüş: "Küçüklüğünüzde, büyüklüğünüzde ve doğumunuzdan önce size iyilik ettim." Doğumlarından önce kendilerine nasıl iyilik ettiğini soran çocuklarına: "Size, aleyhinde konuşulmayacak bir anne seçtim." demiştir. (Ahmed el-Gandur, el-Ahvâlu’ş-Şahsiyye fi’t-Teşrî’i’l-islâmiyye, Kuveyt, 1972, s.27; Ateş, Süleyman, Kur’an’a Göre Evlenme ve Boşanma, s. 5)
3. Aile bireyleri birbirlerine daima dua etmelidir. Bu konuda Kur’an’da bizlere güzel dua örnekleri takdim edilmektedir. Nitekim müminlerin özelliklerinden bahseden bir ayette Yüce Allah:
"(Müminler): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl! derler." (Furkan, 74) Yine Zekeriyya (a.s.)’nın dilinden başka bir dua örneği de şöyledir: "Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin, dedi." (Al-i imran, 38)
4. Aile fertleri birbirlerine daima iyiliği tavsiye etmeli, kötülüklerden de sakındır- malıdır. Nitekim Yüce Allah; "Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz..." aahrim,6) buyurmaktadır,
5. Aile içi problemler, dua, sabır, karşılıklı anlayış ve kanaatle çözülmeye çalışılmalıdır. Bu hususta da Yüce Allah; "Eşlerinizle iyi geçininiz. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur." (Nisa, 19) Bu ayet, aile kurumunu ayakta tutmak için çok önemli bir prensibi getirmektedir. Evliliğin başında kişinin eşinin, gerek güzellik, gerek ahlâk bakımından birtakım eksiklikleri olabilir. Ancak ona iyi yönlerini ortaya koymaya fırsat vermek gerekir. Kadına bu fırsat verilmeden hemen küçük bir yanlışlıkta boşamaya girişmek doğru değildir.
6. Hz, Peygamber’in aile modelinde şiddete kesinlikle yer yoktur, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de aile hayatında karşılaştığı problemleri çözmede asla şiddete başvurmamıştır. Örneğin ifk olayında çıkan iftiraya dayalı sözlere rağmen Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Aişe validemize kötü davranmamıştır.
7. Hz. Peygamber’in aile modelinde kadın, kocası karşısında kendine has bir kişiliğe sahip olduğu gibi ekonomik olarak da bağımsızdır. Kendi mal ve servetini İslâmî ölçüler içerisinde dilediği gibi değerlendirme, harcama ve tasarruf etme yetkisine sahiptir.
8. Ailede boşanma en son müracaat edilecek bir husustur. O da karı koca evlilik ilişkisini devam ettiremeyeceklerine kesin karar verirlerse ve onlar için birlikte yaşamak artık çekilmez hale gelirse bu durumda boşanmaya müracaat edilebilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.); "Boşanma, Allah’ın hoşlanmadığı helallerden biridir." (Ebu Davud, Talak, 3; ibn Mace, Talak, 1) buyurmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, İslâm dini fıtratın bir gereği olan evlenmeyi, sağlıklı nesiller yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulmasını gerekli ve önemli bulmuş ve karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde olan mutlu bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz de yaptığı mutlu evliliklerle bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur.

Hatice Kübra

Hak ve Hakikat Yolunun
Kutlu Elçisini Yad Ederken

Sen, nübüvvetin hâtimesiydin. "Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayrım yapmayız", İlâhî hitâbını insanlığa müjdeleyen, "Biz peygamberler ana-baba bir kardeşler gibiyiz" diyen ve veciz bir benzetmeyle kendisini, Âdem ile başlayan peygamberler binasının eksik kalan bir tuğlası olarak nitelendirip, "işte ben, bu tuğlayım. Ben peygamberlerin sonuncusuyum" buyurarak engin tevazuunu bizlere miras bırakan nübüvvet gülşeninin en has gülü...
Sen, çağlar çağı beklenen bir muştuydun. "Benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim", diyen Hz. İsa’nın muştuladığı, gelmesiyle âlemlere rahmet olan, karanlık geceleri nura boğan Ahmed u Mahmud u Muhammed’din.
Sen, daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta annesini ve dedesini kaybeden ve "O seni yetim bulup barındırmadı mı? (koruyup gözetmedi mi?)", İlâhi hitâ- bıyla sadece Allah’ın sevgisi, tesellisi ve himayesine bırakılan bir yetim evlattın,
Sen, bir Hak aşığıydın. Müşriklerin tüm dünya metaını ayaklarının altına seren tekliflerine karşılık, "Amcacığım, vallâhi güneşi sağ, ayı sol elime verseler yine bu davadan vazgeçmem" diyen ve son nefesine kadar ahdine vefa gösteren "Yüce Dost’a, Sevgili’ye gidiyorum" diyerek ruhunu Hak’ka teslim eden sevgili, Rahman’ın sevgilisiydin.
Sen, hiçbir zaman ailesine en ufak bir öfke ve şiddet göstermeyen, "Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olandır" buyurarak, özüyle, sözüyle muhabbet ve meved- deti ile örnek bir eştin.
Sen, gözünün nuru yavrularının biri hariç hepsini, kendi elleriyle toprağa veren, evlat acısıyla kalbi dağlanan, Hz, Fâtıma’ya, iki gözünün nuru kızına, "Ey Fâtıma, baban peygamberdir diye güvenme, hak yoldan ayrılırsan seni ben dahi kurtaramam" diyen hakkaniyet sahibi bir baba idin.
Sen, namazda iken sırtına çıkan torunların düşmesinler, biraz daha kalsınlar diye namazın secdelerini uzatan, "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" diyerek torunlarını öpüp koklayan, onlara selam veren, kuşu ölen bir çocuğa başsağlığı ziyareti yapan nezaket, nezahet ve sevgi dolu yüreğe sahip bir dede idin.
Sen, "Çorbanın suyunu komşunu da düşünerek biraz fazla koy" diye tavsiyede bulunan, "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir" buyurup, şefkatin ve rikkatin en güzel örnekliğini sunarak çorak gönüllerimize pınar olan, canlar canı müşfik bir komşuydun.
Sen, "Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafındakiler dağılıp giderlerdi" âyetine muhatap, "Size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir” hitâbıyla vasıflanan hakikatli bir dost idin.
Sen, "Ümmetin efendisi, milletine hizmet edendir" diyerek kavmine su taşıyıp dağıtan, tüm gayretini ve mesaisini onların iyiliği için sarfeden emin, âdil, vefâkâr bir devlet reisiydin.
Sen, askerlerine "Sakın savaşta insanlara işkence etmeyin, kadınlara, çocuklara, din adamlarına dokunmayın, ağaçlara ve meyvelere zarar vermeyin, hayvanları telef etmeyin" diye öğüt veren, adâlet ve ihsan sahibi bir komutandın.
Sen, bir usve-i hasene, zulmetten nura, karanlıktan aydınlığa çıkmamıza vesile bir mürşiddin. Yakınında bulunanlara, ashabına, dostlarına asla kötü bir söz söylemeyen, hakaret etmeyen, tebessümü sadaka kabul eden, "insanlara rıfk ile muamele edin” diye tavsiyede bulunan, “ahlâkı Kur’an olan" müsamaha, sevgi ve hoşgörü ikliminin en müşahhas siması bir mürşid.
Sen, kutlu bir elçi, yüce bir peygamberdin. Kur’an-ı Kerim’de "Ey Rasûlüm, muhakkak senin için tükenmez bir mükâfat vardır” müjdesine binaen cennet ayaklarının altına serildiği halde "Ümmetimi isterim ya Rabbil Ümmetim bağışlanmadan cennetine girmem" diyecek kadar bizlere düşkün, bizi bizden çok düşünen isâr sahibi, sevgi ve şefkat abidesi bir peygamber.
Sen, Kur’an’ın pek çok ayetinde övdüğü, örnek gösterdiği muttaki bir kuldun. Geçmiş ve gelecek tüm günahların affedildiği halde, geceleri sabahlara kadar namaz kılıp, ibadet eden, göz yaşlarıyla seccadesi ıslanan, "Neden böyle yapıyorsun?" diye sorulduğunda, "Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?" diyen hâlis bir kul.
Sen, aklın, ilmin, ahlâkın, sabır ve ve- fânın, güçlüyken müşfik olmanın, haklıyken özveride bulunmanın, haksızlığa karşı en gür sesin, aklın ve imanın önündeki en büyük engel olan batıl inanç, bilgisizlik ve kör inada karşı yüreğini ortaya koymanın adıydın.
Sen, risâleti süresince dünyanın her türlü sıkıntısını göğüsleyen, savaşta yaralanan, taşlanan, hakaret edilen, açlıktan karnına taş bağlayan, taş taşıyan, hendek kazan, kendisine "Beddua et, Allah bunları anında helak etsin" diyen Cebrail (a.s.)’e "Ben rahmet peygamberiyim. Azap peygamberi değil" diye cevap verip beddua yerine dua eden bir rasûldün.
Çünkü sen, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştin. Sevdirmiş, nefret ettirmemiş, müjdelemiş korkutmamış, kolaylaştırmış zorlaştırmamıştın.
Sen Ahmed u Mahmud u Muhammed Mustafa’ydın. Sen bir insan-ı kâmildin.
Tüm gafletimize, isyanımıza, nisyanı- mıza, hak etmezliğimize rağmen, havz-ı kevserin başında bizleri de "ümmetim" dediklerinin arasına katar mısın ey Rasüll
Bizleri de şefaat sancağının kanatları altına alır mısın ey Nebi!

Suzan Çataloluk

Adı Muhammed
Mustafa Olsun

Ey çöl!
Nazlı kum taneleri sana o serencamı anlatsın, başımdan geçti an be an... Meğer bir masalmış, yaşadım sandım, güz cennetleri yalan!
Düşmüş zavallı gülücükler, gösteriş düşkünü kahkahalar...
Hayat bir rüya, sevdaları anlatan ninniler serapmış...
Bildim, ona giden ateşten yollar tek... tek bir sevgili var gönlümü alan... Duy beni ey çöl, duy ki deryalar senin olsun... /
Ey çöl ceylanı!
Geceler gibi karanlık gözlerin gözlerim, yüreğimdir kirpiklerinde Hangi müjdeler başına kutlu taçdır, haydi söyle...
Saba rüzgarları sana hangi esrarlı İlâhiyi fısıldadı yavaş yavaş... /
Bana mutluluğun adını söyle! Güle hasret su yanar mı çölde? /
Ya gül gülce düşler mi aşk ile yanan şeyda bülbülleri,
Anlat! Karanlık gecelerime nur üstüne nur gelsin...
Ey çöl doğanı!
Kanadında yaşayan hürriyet ki gönlümdür ve Hangi şahikalarda nöbetlerdeydin, hangi leyli selamındır, Sevda deryalarında kimi aradın, kiminle oldun yoldaş? Gözlerin... Ah.,, Sevgiliyi aşkla bilen gözlerin ne güzel, Hikâyen cennetlerden renk almış, canım cananına feda. Söyle bana, ruhum âlemlere rahmet olanın sırrını bilsin...
Ey çöl yılanı!
Hasretin hasretimdir ki nice yıl bekledin o kutlu sevgiliyi. Göz bebeklerinde durdu mu o muhteşem zaman, Âlemlere rahmet gül yüzlüyü gördüğün an,
Kalbin hangi aşk diyarlarına açtı kanat...
Ya güvercin ne dedi, ankebut nasıl dile geldi, anlat, haydi anlat!
Anlat ki odlara bulanmış garib gönlüm huzur bulsun.
Ey çöl fidanı!
Acelen neydi büyümek için, hangi elleri bekledin ufuklarca sabırlarda? Gölgen o gül yüzlünün huzurundayken boyun büküp bekledin mi öylece? Gönlün hangi kutsal yangınların suyunu içti kana kana,
Anlat bana, cennetinin adı nedir, dualarının esrarı ne?
Mekânlar ötesinde kiminlesin can cana?
Söyle, sabır taşlarımda açan yaz çiçeğim nasıl solsun...
Ey çöl bebeği!
Tan yerinde için için ağlıyorsun, yüreğinde boncuklanan yaşlar benim,
Ne olur benim olsun o bebeklik rüyaların, saflığına bana ver,
Ve düşlerinde yaşadığın o sırdır ki kesreti vahdete bağlar...
Gül yüzlü sultana hazırlık mı tepelerde dönenen o kutlu izler?
Vur topuğunu taşlara ne olur, vur, bir daha vur!
Ruhum yıkansın, avuçlarıma zemzem deryaları dolsun...
Ey çöl cananı!
Beklediğin benim de şah damarımdır, benimdir gözlerindeki ay ışığı inci, Niye çöllerdesin, hangi aşk yıldızlı gecelerce güzel kıldı seni?
Kim muştuladı sana zamanları zamansız kılan sevinci...
Ölmek ölmeden nasıl bir kaderdir ki satırlarında sevgilinin adı gizli,
Yalan dünya heybende, şafaklarına Adn cennetlerinden haberler var, Fısılda ne olur o ilahi aşkı, ezel ile ağlayan ruhum gülsün
Ey çocuk!
Anladım, ezelden bilinirmiş bütün sorularım, cevaplar bir,
Zaman bir rüya, yalancı engel, ufuklarda güllerin sultanı.
Aşk onu terennüm eder, goncalaşır özü, huzurla buluşur canı,
Ol aşk ile yıldız kesmişse çöl, sen selâm içinde selâmdasın,
Nazlı İlâhiler diyarındasın, dualardadır gül dudakların...
Yakarışına yüreğimi kattım, şenindir artık ömrüm,
Güllerin en güzelini ver bana, adı Muhammed Mustafa olsun...


İskender Pala
Yazar

En sevgili’nin
Hilyesi

Aşağıdaki satırlar, gerçek sevgilerin cazibe merkezi, yüreklerin en hassas süveydalara açılan kapısını ve Sevgililer Sevgilisi’nin ruh ve beden yapısını anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından yazılan Hilye-i Saadet adlı kitaba göre düzenlenmiştir.
* “Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına, ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını açıkta bıraktığı da olurdu. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.
* Her iki mânâda aim açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi, Ancak ortasında daima bir nur parlardı.
* Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Parlak bir çehresi vardı. Ayın on- dördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü, Yüzünün aklığı içinde yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden anlaşılabilirdi. Uzun, ince ve hilâl kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı, iki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.
*Kirpikleri siyah ve uzun idi.
*Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın eseri bazan gözlerinde kızarıklık oluştururdu, Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.
* Burnu mütenasip idi. iki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.
*Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.
* Dişleri aralıklı olup üst üste değildi, inci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü. Güldüğü zaman dişleri dolu taneleri gibi parlardı.
* Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.
* Çenesi yuvarlak idi.
* Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.
* Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Bu boyun, ne uzun; ne kısaydı. Gerdanı çok güzel görünüşlüydü.
* Pazuları etli ve beyaz idi.
* Omuzları genişti. Üzerinde tek tük kıllar mevcut idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik duran siyah kıllar var idi.
* Beden olarak ince yapılıydı. Vücut yapısının bir benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.
* Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.
* Vücudundaki kemikler irice ve muntazam idi.
* Pazusu koluyla; uylukları da ayaklarıyla şekilce birbirine uygun idi. Kuru yahut ince olmayıp dolgun idiler. Her azası birbirinden güzel idi. El ve ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk içindeydi.
* Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi. Göbeği yuvarlaktı.
*Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar uzanırdı.
* Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu gösterirdi.
Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi. Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne zayıf; ne de etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün idi.
* Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi. Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.
* Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.
* Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan, ona Peygamberimiz’in dokunduğu bilinirdi. O çocuk, diğer akranları arasında daima fark edilirdi. Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun kulu kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.
*Yaratılış ve huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse ona benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ben en fazla babam Hz. Âdem’e benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam Hz. İbrahim’dir." buyurmuştur.






Doç. Dr. Bilal Kemikli
S. D. Üniv. İlahiyat Fak.

Türk Kültüründe
Hz. Peygamber ve Gül İmajı
İnsanın, insana ve maddeye karşı tavır alışını belirleyen bir bütün olarak kültür, toplumsal dokuyu inşa eden, ona maddî ve manevî alanda ruh veren ve onu diğer milletlerden ayıran temel özellikleri ifade eder. Kültür kavramına buradan bakınca, Hz. Peygamber’in, Müslüman topluluklarının kültürel ve toplumsal dokusunu besleyen temel faktörlerden biri olduğu görülür. Diğer bir ifadeyle Hz. Peygamber, doğrudan doğruya tarihsel hayatı, fizikî ve ruhî yapısı, sözleri, uygulamaları, aile reisi olarak eş ve çocuklarıyla ilişkileri, diğer insanlarla münasebetleri, siyasî ve İdarî kişiliği gibi hususiyetleriyle bir yandan bir kültürün inşacısı olmakla birlikte, öte yandan da bir seçilmiş insan ve bir beşer olarak ortaya koyduğu "örnek yaşam" dolayısıyla farklı Müslüman toplumlar içerisinde, o toplumun kültürel algı kalıplarına bağlı olarak, zengin ve makul imajlarla anıla gelmiştir.
Biz bu yazımızda, Hz. Peygamber’in Türk-islâm kültürünün oluşumundaki etkisine, gerek yazılı ve sözlü manevî kültürde, gerekse dinî ve sosyal içerikli maddî kültür varlıklarında, onun öğreticiliği, rehberliği ve telkinlerinden çokça istifade edildiğine kısaca işaret edecek; sonra da bizzat bu kültür içerisinde onun için oluşturulan gül imajını tahlil etmeye çalışacağız.
Yüzük Taşı: Edebiyatımızda Hz. Peygamber
Bildiğimiz gibi, Türklerin İslâmlaşma sonrası edebî hayatı, evrensel İslâm kültürünün etkisi altında gelişmiştir. Bu kültürün en önemli parçası ve üreticisi olan Hz. Peygamber, diğer Müslüman milletlerin edebiyatında olduğu gibi, Türk-islâm edebiyatında da çeşitli yönleriyle ele alınarak pek çok eserin telif edilmesine kaynaklık teşkil etmiştir. Doğrudan doğruya onu konu edinmeyen eserlerde de, telmih, istiare ve iktibas gibi söz ve mana sanatlarıyla birinci derecede kendisine başvurulan kaynak olmuştur. Bu bakımdan merhum Amil Çelebioğlu’nun şu değerlendirmesi çok anlamlıdır: "Bütün dünyada hiçbir peygamber, hiçbir din kurucusuna, istisnasız hiçbir şahsa dair, Hz. Peygamber’e olduğu kadar, çeşitli şekil ve türlerde, asırlar boyunca muhtelif eserler devamlı bir tarzda teşekkül etmemiştir."
Merhum Çelebioğlu’nun bu cümlesi, bir gerçeğin ifadesidir. Bu kadar çok eserin telif edilmesinin sebebi, sadece Müslüman milletlerin Hz. Peygamber’e duydukları sevgiden kaynaklanmaz. Ona duyulan sonsuz bir sevgi var; onu sevmek bir nevi ibadet olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu kadar eserin telifinde sevgi tek başına yeterli sebep değildir. Bunu bir öğretici (mübelliğ), bir uyarıcı (münzir) ve bir örnek model (rehber) olarak, ortaya koyduğu başarıda da aramak gerekir. Merhum Çelebioğlu devamla şöyle diyor: "İslâm milletleri edebiyatları arasında da Türk edebiyatı bu bakımdan tahmin edileceğinden daha zengindir." Bu da çok yerinde bir tespittir. Nitekim Türk ahlâk ve seciyesi, Hz. Peygamber’e muhabbet, bağlılık ve imanda sınır koymaz. Çünkü ona olan sevgi, sınır tanımaz. Yine Hz. Peygamber’e duyulan derin sevgi, saygı, bağlılık ve imanın sanata olan tezahürü, sadece edebiyatla da sınırlı değildir. Mûsikî, mimarı ve hat gibi diğer sanat dallarında da, yine bu sevgi ve saygının güçlü yansımalarını örnekleyen pek çok eser mevcuttur.
Hz. Peygamber’in Türk edebiyatına konu olması, İslamiyet’in kabulünden hemen sonra, XI. yüzyıl eserleriyle başlar, Bunların başında Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Edib Ahmed’in Atabetü’i-Hakayık’ı, Ahmet Yese- vînin Divan-ı Hikmet’i, Danişmend Ahmet Gazi etrafında teşekkül eden Danişmend-name gelir. Bu konu, daha sonraki yüzyıllarda giderek genişleyip derinleşmiştir. Sadece Divan edebiyatında değil, Halk edebiyatında da bütün genişlik ve derinliği ile devam etmiştir. Öyle ki, sadece onu anlatma ve övmeye tahsis edilen başta na’t olmak üzere esma-i nebi, gazavat-ı nebi, ahlaku’nnebi, hicretü’n-nebi, mevlid, mu’cizat, mi’raciye, hilye, şefaat-name, kırk hadis, binbirhadis, gibi manzum-mensur pek çok tür teşekkül etmiştir. Keza destan, ninni, mani, bilmece, mesnevi, hikâye gibi pek çok türde de onu anlatan yüzlerce, binlerce eser kaleme alınmıştır,
Burada bir hususa da işaret etmekte yarar vardır; Hz. Peygamber’i, sadece dinî ve tasavvufî alanda yazan şair ve yazarlar konu edinmemişlerdir. Nitekim onu, doğrudan doğruya dinî, tasavvufî konuları işleyen ediplerin yanında, daha çok profan dediğimiz din dışı konularda yazdığı şiirleriyle tanınan şair ve yazarlar da konu edinmişlerdir. Bunlar divan ya da mesnevî tertip geleneğine bağlı kalarak, tevhit ve münacattan hemen sonra, en azından bir adet na’t yazmışlardır. Bununla da yetinmemişler; gazel ve kasidelerinde, Hz. Peygamber’in yaşantısından ve mucizelerinden yola çıkarak mecaz, teşbih ve istiare sanatlarından da yararlanarak mazmunlar geliştirmişlerdir. Hadisleri iktibas ve telmih yoluyla kullanmışlardır. Böylece onlar bir yandan kullandıkları sözcüklerin anlamını genişleterek sanatlarını zirveye taşımış, öte yandan da toplum içerisinde Peygamber’e duyulan sevgiyi ve ilgiyi çoğaltmayı başarmışlardır. Örneğin ünlü şairlerimizden Zatî, bakınız bir beytinde şöyle diyor:
Halka olup bir yire cem1 olsa cümle enbiyâ Cümlesi bir hâtem ü sensin nigîn-i serverâ
Bugünkü dile aktarırsak şairin maksadını daha iyi anlamış oluruz; "Bütün peygamberler halka olup bir araya gelseler, hepsi bir yüzük ve sen de yüzüğün başı olursun." Yüzük başı, yani yüzük taşı, öyle alelade bir şey değildir; en değerli taştan yapılır. Hz. Peygamber, kültürümüzde paha biçilmez elmaslardan daha değerli ve daha yüce tutulmuştur. Öte yandan hatem ve nigîn kelimelerinin mühür anlamı da vardır, şairin bu kelimeleri tevriyeli olarak bu anlamda kullandığını düşünürsek, "Cümle peygamberler bir mühür, sen de o mührün başı / yazısısın" anlamı da çıkar. Peygamberler, insanlığa Allah’ın düzenini anlatan, hayata ve dünyaya tevhit eksenli bir bakış geliştirmeyi öğreten seçilmiş kimselerdir. Bu bakımdan onlar İlâhî düzenin mühürleridir. Bu seçkin zümrenin son temsilcisi olması bakımından Hz. Peygamber, insanlığa sunduğu Kur’an itibariyle mühürlerin başı addediliyor. Zatînin teşbihi ve yakaladığı mânânın benzerlerini, diğer şairlerimizde de tespit etmek mümkündür. Ancak bu tespitleri bir başka yazının konusu addederek, burada sadece estetik duyarlılıkla vücut bulan bir peygamber tasavvuruna işaret edip, şiirimizde kullanıldığı şekliyle gül motifinden ve güle yüklenen anlamla çizilmeye çalışılan Peygamber imajından bahsetmek istiyorum.
Hz. Peygamber: Gülleri güldüren gül
Gül, sadece botanikçilerin tarif ettikleri gibi, "rosa" cinsinden dikenli bir çalı bitki değildir; o güzel kokusu ve rengiyle çağlardan beri insanları derinden etkilemiş önemli bir semboldür. Onun hakkında Hint efsanelerinde, Hermetik gelenekte, eski Yunan kültüründe ve Hıristiyanlıkta anlatıla gelen pek çok hikâye vardır. Fakat bizim kültürümüzdeki yeri, diğer kültürlerde olmadığı kadar yüksektir. Her şeyden önce gül, İslâm sanatında en yaygın kullanılan bir çiçektir. Yüzyıllar boyunca stilize, natüralist, realist ve sembolist tarzlarda kitap, kumaş, işleme, taş, çini, seramik, duvar resmi ve benzeri pek çok eserde en çok kullanılan bezeme unsurudur.2 Divan şiirinde ise, goncasıyla, açılışıyla, yeşil yapraklarıyla, seher vakti bu yapraklara konan çiğ taneleriyle, hatta dikeniyle, fidanıyla ve renk renk çeşitleriyle gazelleri ve kasideleri süslemiştir. Bu bakımdan her bir divan, adeta birer gül bahçesidir; teşbih, istiare ve mecaz gibi sanatlarla anlamı genişletilerek kullanılan en önemli unsurlardandır. Buna göre gül, her şeyden önce bütün güzellikleri kendisine yakıştırdığımız sevgilidir; goncası tevhîdi, açılmış hali kesreti temsil eder. Keza gonca halvet hâlini, Hak ile baş başa olma hâlini, açılmış gül ise can sırrını açığa vurmayı sembolize eder. Yine gül, ömrünün kısalığı dolayısıyla dünya hayatının faniliğine işaret eder; baki olan öte dünyaya hazırlanmayı tembih eder. Bütün bunlardan öte gül, İlâhî güzelliğin ve bu güzelliğin işareti olan Hz. Peygamber’in simgesidir. Peygamber, gül olarak tasvir edilmiş, gül olarak anlatılmıştır.
Vasf idüp bâr-i Huda şanına "Levlak" okudu,
Hâk-i pâyini temennâ idüp eflâk okudu,
Geldi Mevlid-i Nebî cümleten eflâk okudu,
Güle geldi gülerek gülleri güldürdü o gül.
Gül güler miydi güle gelmese gülzara o gül?
Klâsik kültürde gül kelimesinin Arap alfabe ile yazılışında yer alan kâf ve lâm harflerine bir kısım sembolik mânâlar da yüklenmiştir. Bu sembolik anlam ve tevilleri Derviş İbrahim el-Eşrefi el-Kadirînin Risale-i Gül-âbâd isimli eserinden öğrenebiliriz.3 Buna göre gül kelimesinin kâf’ı Zümer suresinin 36. ayetine, lâm’ı ise Şura 19’a işarettir. Zümer Suresi’nin ilgili ayeti "Allah kuluna kâfi değil mi?" anlamına gelmektedir. Şura 19 ise, "Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini hesapsız rızık- landırır." Bunun anlamı şudur; kullarına çokça lütufkâr olan Allah, onları, tevhit hakikatlerini öğretmek üzere gönderdiği Hz. Muhammed ile hesapsız rızıkiandırmıştır. Bu bakımdan Allah kuluna kâfi değil midir? Kulunu öyle bir öğretici ile onurlandırıyor ki, kendi isimlerinden raûf (çok şefkatli) ve rahim (pek merhametli) sıfatlarını bu yüce öğreticiye veriyor. Bu konu Kur’an’da şöyle ele alınmaktadır: "Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Tevbe, 128)
Keza gülün Arapçası olan verd ise, on iki esmaya işaret eder, Yine verd kelimesinin vâv’ı Peygamber’in velîliğine, rı onun raûf ve rahim oluşuna, dâl ise, da- vetçiliğine işaret eder. Sûfilerin güle yaklaşımları sadece bu teville sınırlı değildir. Onlar Hz. Muhammed’e olan sevgi ve bağlılıklarını, sosyal hayatlarının içersisinde güle verdikleri ayrıcalıklı önemle de anlamlı kılmaya çalışırlar. Şöyle ki, tarikat kisvesi olan taçların tasarımı gül merkezli oluşturulmuştur. Her ne kadar Yunus’un;
"Dervişlik olaydı tâc ile hırka Biz de alır idik otuza kırka" beytinde olduğu gibi, tac ve hırka dervişliğin aslî unsurlarından sayılmasa da, tasavvuf kültüründe önemli yeri bulunan birer sembolik değerdir. Bu noktadan olmak üzere bazı tarikatlarda tacın aldığı isim; Kadiri Gülü, Halveti Gülü, Gülşeni Gülü ve Eşrefi Gülü gibidir. Bununla derviş âdeta Hz. Peygamber’in hayat tarzını, öğütlerini ve öğretisini başının tacı ettiğini ihsas ettirmektedir. Rivayet edilir ki, Hz. Ali son nefesini vermeden önce Selman’dan bir deste gül istemiştir. Selman bir deste gül getirmiş, Hz. Ali bunu koklamış ve teslim-i rûh etmiştir. Bu sebepten Mev- levî ve Bektaşîler, üzerlerine giydikleri hırkayı, Deste Gül adıyla anarlar. Bununla onlar, giydikleri hırkayla yokluk ve ölümü simgelemişlerdir. Nasıl bir deste gül ile "ilmin kapısı" olarak gösterilen Hz. Ali ölmüş ise, üzerlerine attıkları hırkaya verdikleri adla, onun bu son anına telmihte bulunmuş oluyorlar: Böylece her ânı, her demi, yokluk içinde varlıkla ve ölüm gerçeği ile yaşamış oluyorlar.
Gül: Ter-i Muhammed
Gül, gelenekte, ter-i Muhammed olarak zikredilir.
Terlese güller olurdu her teri
Hoş direrlerdi terinden gülleri (Süleyman Çelebi)
Yûnus Emre’nin sarı çiçekle konuşmasını pek çoğumuz biliriz. Âşık, bu konuşmayı gönül diliyle yapar. Gönül diliyle, ancak kalp gözü açıklar konuşur. Yûnus sarı çiçeğe sorar; "Gül sizin nenüz olur?" Çiçek cevap verir; "Gül, Muhammed teridir."
Yine sordum çiçeğe gül sizin nenüz olur
Çiçek eydür iy derviş gül Muhammed teridür
Böylece kokusuyla nam yapan gülün varlık sahnesinde yer alması güzel bir sebebe bağlanır. Esasen bu anlayış, sûfinin yaratılışa dair görüşünden ve Hakîkat-i Muhammedî düşüncesinden yola çıkılarak tahlil edilebilir; lâkin şu an için buna imkanımız yok. Fakat pek açıktır ki, güle hayat veren kaynağın Hz. Peygamber olarak görülmesi, gülün toplumumuzdaki değerini de artırmıştır. Nitekim MGül koklamayı sevap" olarak görmüş, gül şerbeti içildiğinde salâvat okumayı gelenek hâline getirmiş. Mevlit törenlerinde en nadide ikram olarak gül suyunu öne çıkartmış ve bunun için gülabdanlar icat etmişiz.
Öte yandan eskilerin nazarında hayat koku, renk, ışık ve sestir. Bütün bunlar da gül bahçesinde zaten var; koku gülde, renk gülde, ışığın kaynağı olan güneş burada bir başka yansır, güzel sesin sembolü olan bülbül burada sahne alır. Bu sebepten hayatın merkezinde daima gül bulunacaktır. Bununla birlikte gül, her dem neşrettiği o dillere destan kokusunu Hz. Peygamberin yanağından alır. Esasen gül kokusunun harikulâde olması da bundandır.
Şebnem-i gül-zâr-i ruhsâr-i Resûlullahdur
Neşr-i ıtrıyla kılur her dem anı iş’âr gül (FuzûlD
Ahmet Hamdi Tanpınar gülü, saray istiaresiyle izah eder. Burada o, gülü gösterişliliğinden dolayı, tıpkı aslan gibi, hükümdara ve hükümdarın sembolü olan güneşe benzetir. Nasıl hükümdar bulunduğu veya uğradığı yeri bir merkeze, bir saraya dönüştürüyorsa; gül de öyle. Nasıl güneş parıltısıyla bir merkez ise, gül de öyle. Gül, bahçenin şahı ve güneşidir. Müslüman’ın duygu ve düşünce zemini bir gül bahçesidir; Hz, Muhammed de bu bahçenin şahı ve güneşidir. Vesiletü’n-Ne- cat isimli eşsiz eseriyle edebiyat hayatımıza mevlid geleneğini kazandıran Süleyman Çelebi de Hz. Peygamberin tesiri altında olan iklimi gül bahçesi olarak tavsif eder:
"Hak gülşeninde ötdi girü vahy-i bülbülü
Rahmet güliyle toldı bu gülzâr-ı Mustafa"
Gül ve gonca
Gül gonca halinde iken âlem-i kitmanın, tevhidin ve aşk sırlarının sembolüdür. Ancak zamanı gelince güle, yani kesret aıemine, gösteriş ve naz âlemine doğması gerekecektir. Bu konuyu Fuzûlî Gül Kasîdesi’nde çok güzel tasvir eder.
Goncalar, FuzülTnin ifadesiyle, yırtılarak açarlar; tıpkı Züleyha’nın elinden kurtulmaya çalışan Yusuf’un eteği gibi. Hz. Muhammed’in risaletle görevlendirilmesini de goncanın güle tebdili olarak düşünürsek, ki öyledir; Onun bu misyonu ifasında, tevhit ilkelerini tebliğde ve Kur’an’ı Mekke halkına sunması esnasında karşılaştığı sıkıntıları hatırlamış oluruz. Belki Yusuf gibi eteğini yırtarak kurtulmadı ama, gerek Taif yolculuğunda ve gerekse hicretle birlikte içinden geldiği toplumu, ona heva ve heveslerine takılıp kalarak engel olan halkını, en önemlisi de doğup büyüdüğü toprakları terk etmek durumunda kaldı. Peki gonca neden yırtılarak, adeta bağrını parça parça ederek güle tebdil etti? Bunu Fuzûlî Gül Kasidesinde, gülün güzele aşık olmasına bağlıyor. Gül servi şahnişli güzele aşıktı, onu görmek ve ona görünmek için, bağrını parça parça etti. Şair, önce tomurcuğun açılışını trajik bir hadise olarak sunup, sonra bu trajik durumu aşık-maşuk ekseninde sevgi temelli yorumluyor. Bu yaklaşım biçimi geleneşin en önemli ifade özelliklerinden biridir. Nitekim gelenekte olayları iyiye yormak vardır; rüyayı hayırla tabir etmek. Buna biz hüsn-i ta’lil diyoruz. Demek ki gül sevgili için zuhur etti. Gül, Hz. Peygamber ise, uğruna parça parça olduğu güzel kimdir? Bu güzel, hayr-ı mutlak ve hüsn-i mutlak olan Allah’tır. Peygamberin dünyayı şereflendirmesi bu Mutlak Güzelliği seyretme isteğine bağlandığı gibi, risalet görevi için seçildikten sonraki dönemde yaşadığı sıkıntıları da, sevgili uğrunda sabır ve metanetle karşılanması gereken haller olarak tasvir etmiş oluyor.
Gül ü Bülbül
Geleneğimizde gülden yola çıkılarak kurulan, hakiki aşkı konu edinen mesneviler de vardır. Bu mesnevilerin tek kahramanı gül değildir. Gülün o destansı güzelliğine meftun olan, her an daldan dala atlayarak durmadan öten, aşkı uğruna inleyip feryat eden bülbül de konuya dahil edilir. Böylesi mesnevîler Gül ü Bülbül adıyla anılır. XVI. yüzyıl şairlerinden Kara Fazlı nın bu konudaki mesnevisi en çok tanınanıdır. Bu mesnevilerde de gül, güzel kokusu, göz alıcı güzelliği ve ihtişamıyla Mutlak Güzelliği kemal derecesinde yansıtan Hz. Peygamber’in simgesidir. Bülbül ise, ona olan iştiyakını açığa vuran aşıktır; elbette aşk yolunda sabırlı olmak ve nadana sır vermemek gerek. Zaten aşık-ı sadık, sır saklamasını bilendir. Hani Fuzûlî diyor ya;
"Mende Mecnun dan füzûn aşıklık isti dadı var Âşık-ı sadık menem Mecnûnun ancak adı var Ehl-i temkînem meni benzetme ey gül bülbüle Derde yoh sabrı onun her lahza min feryadı var"
Lâkin sırrı ifşa eden âşıklar da var. Çağlar boyunca Yûnus, Mevlâna, Hacı Bay- ram-ı Velî, Sunullah-ı Gaybî gibi âşıklar bu sırrı ifşa etmişlerdir. Gül ü Bülbül istiaresinde bülbül, bıkıp usanmadan güle övgüler yağdırır, iştiyakını anlatır, gülün Kur’am’ndan (yaprakları) İlâhiler okur ve dikenlerin batmasından yakınıp ıstırap çeker. Bu Muhammed İkbal e göre, vuslat ve şevk felsefesidir. Şevk, can kuşuna terennüm etme yeteneği ve güzel ezgiler üretme ilhamı verir. Bu bakımdan nefsin erişebileceği en yüksel haldir. Çünkü yaratıcılığa yol açar; insanı miskinlikten kurtarır. Vuslat ise, sessizliğe ve fenaya götürür. Bu itibarla Mutlak Güzeli sevmek, o güzelliğin kemal derecede yansıdığı Peygamber’i sevmekten geçer. Peygam- ber’i seven, Allah’ı da sever. Zira Peygamber’e yönelen Allah’a yönelmiştir. Keza Peygamber’i sevmek üretmektir; topluma erdemli ilkeler çerçevesinde hizmet götürmek, ahlâken olgun ve kâmil insan olmaktır. Bunu gerçekleştiren ise İlâhî vuslata ve fenaya kavuşur; Allah ve Resûlünün boyasına gark olur.
Verd-i Muhammedî / Gül-i Muhammedi
Gül şeklinde tasarlanmış levha hilyeler vardır. Bunlara Verd-i Muhammedî veya Gül-i Muhammedî denilir. Dal ve yapraklar ortasında açılmış tek gülün üzerinde "Muhammed" yazısı, yapraklarda da; Ali, Fatma, Haşan, Hüseyin (âl-i âbâ) ve aşere-i mübeşşere adları okunur. Diğer yapraklarda ise, en uçtaki yaprakta Hz. Aişe’nin olmak üzere Hz. Peygamberin pak zevcelerinin isimleri yazılır. Kalan kısımda ise Ashab-ı Kehf’in adları ve dört halifenin hususiyetleri kaydedilir. Gülün üzerinde altın hatla şunlar yazılır: "Kim Peygamber Efendimizi vasfetmek isterse şöyle desin: Ne aşırı uzun, ne de kısa idi, ne toplu, ne de zayıf idi. insanların en güzeliydi. Siyah iri gözlü idi."
Sözü, söz ustası Fuzûlî’nin çokça tanınan nalından iki beyit okuyarak bitirmek istiyorum:
"Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzare su Arızın yâdıyla nem-nâk olsa müjgânım n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su"