Makale

İSTANBUL’UN FETHİ

İSTANBUL’UN FETHİ

Emin Arık
Emekli Müftü


İstanbul’un Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan bir şehir konumunda olması bilhassa cihan hâkimiyeti peşinde koşan devletlerin tarih boyunca bu kente karşı ilgi ve iştahını kabartmış, bu yüzden İstanbul dünya üzerinde en fazla kuşatılan şehirlerden biri olmuştur. İstanbul’u Traklar, İranlılar, Latinler, Avarlar, Araplar ve Türkler tarih boyunca 28 kez muhasara altına almışlar, ancak İstanbul’un fethi 29. muhasara sonucunda 10. Osmanlı Sultanı/Padişahı Fatih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur.
Babası II. Murad’ın vefatından sonra, on dokuz yaşında ikinci kez tahta çıkan Sultan II. Mehmet’in yıllarca kafasında tasarladığı en önemli projesi, İstanbul’un fethi idi…
1451 yılında, tahta çıktığı ilk günlerden itibaren büyük hayalini/idealini gerçekleştirebilmek için hazırlıklara başladı. Esasında II. Mehmet’in, çocukluk ve ilk gençlik yıllarından itibaren kuşatma taktikleriyle ilgili kitaplar okuduğu ve fetih planları üzerinde bizzat çalışmalar yaptığı bilinmekteydi.
Şimdi geçmişteki teorik çalışmaların pratiğe dönüşeceği süreç başlıyordu.
Genç padişah, cülusundan yaklaşık iki ay sonra Edirne’de çok güvendiği Saruca Paşa’yı bırakarak askerleriyle Karamanoğlu üzerine hareket etti. Fakat onun Karamanoğlu ile meşgul bulunduğu zor günlerde Konstantin, kontrolünde tuttuğu Şehzade Orhan’ı ortaya sürerek genç padişaha karşı çok tehlikeli ve o nispette “acemice” bir oyuna başvurdu ve barışın bozulmasına kendi sebep oldu. Bizans’ın kendi ayağına kurşun sıktığı “acemice oyun” neydi?
Bizans elçileri, Sultan Mehmet’i muhtemelen Akşehir’de bularak Orhan’ı serbest bırakmayı düşündüklerini bildirdiler. Hatta şehzade Orhan’ın artık kendisini padişah ilan ederek ortaya çıkacağını söylediler. Onun da Mehmet kadar saltanatta hak sahibi olduğunu hatırlatmaktan geri durmadılar. Orhan, hatırlanacağı üzere, II. Mehmet’in ilk defa tahta çıkışında, 1444 yazında Rumeli’de Osmanlı tahtını ele geçirmek için isyan çıkarmaya teşebbüs etmişti.
O zaman olduğu gibi, Boğazların kesilmesi ve Orhan’ın Rumeli’ye salıverilmesi ihtimali genç Sultan’ı çok düşündürmüş olmalıdır. İmparator’un yakın zamanda yenilenmiş barış anlaşmasını hiçe sayarak çok sıkışık bir anda oynadığı bu kötü oyun, Mehmet de Bizans’ı yok etmek azim ve kararını her zamandan daha kuvvetli bir hâle getirmişti.
Bizans’ın tehditleri sebebiyle II. Mehmet, Karamanoğlu’nun barış teklifini kabul ederek süratle Edirne’ye dönme kararı aldı. Artık İstanbul’un fethini hızla gerçekleştirmek gerekiyordu. Osmanlı ordusu 1452-1453 kış aylarını İstanbul’u fetih hazırlıkları ile geçirdi. 1452 yılı sonbaharında Edirne’de büyük bir divan toplayan Sultan Mehmet, İstanbul’un muhasarasını devletin üst kademesindeki kadro ile müzakere etti ve divandakilere şu tarzda konuştu: “İnsan ne kadar uzak görüşlü olursa olsun, istişareden (görüş alışverişi) vazgeçmemelidir. Atalarım, Hz. Peygamber Efendimiz’in öğüt verdiği üzere gazadan asla geri kalmadılar. Ben de bu yolda elimden geldiğince onların yolunda yürüyorum. Konstantiniyye üzerine yürümek kesin kararım ve önceliğimdir. Sizler de bu konularda görüşlerinizi arz edin!”
Toplantıda bulunanlar: “Padişah emrettiği için, düşüncelerimizi doğru-yanlış söylemek görevimizdir.” deyip fikirlerini ortaya koydular. Görüşler muhtelifti. Hepsini dinleyen Sultan Fatih’in son sözü ve son kararı şöyle oldu: Bu şehri fethetmeyi Allah takdir ettiyse kimse karşı koyamaz! Benim maksadım İslâm geleneğini (gazayı) yerine getirmektir. Eğer fetih mukadder ise, surlar demirden olsa bile bizi alıkoyamaz. Bir kul içten bir niyet ile sevap kazanmak için hareket ediyorsa, Allah onu mahrum etmez!”
Padişahtaki bu gayret ve kararlılığı gören vezirler ve ulema, “Ferman Padişahındır!” dediler, hatta karşı görüştekiler dahi gazaya destek verdiler. Böylece savaş/muhasara kararı alınmış oldu.
Ön hazırlıklar
İlk iş olarak, bütün beylerbeyi, sancakbeyi ve subaşılara emirler yazılarak baharda yapılacak İstanbul seferi için hazırlıkların yapılması talimatı verildi.
İstanbul’u çeviren surların ancak büyük toplarla yıkılabileceğini bilen II. Mehmet, hazırlıkları aylar öncesinden devam eden, surlarda gedikler açabilecek çapta büyük topların dökülmesi emrini verdi.
Bizans tarihçisi Dukas, fetih öncesi Fatih’i şöyle anlatıyordu: “Padişah’ın gece ve gündüz uykusu kaçmıştı: Yatağına girerken kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya arkadaşlarıyla gezintiye çıkar, sadece onu düşünür, istirahat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt, daima İstanbul’un haritasıyla uğraşırdı.”
Edirne’de savaş hazırlıkları sürerken, İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde 1452 Nisanında yeni bir hisarın (Rumeli Hisarı) yapılması şarttı. Zira İstanbul’u düşürmek için, İstanbul Boğazına hâkim olmak lazımdı. Bizzat Fatih tarafından “Boğaz Kesen” ismi verilen Hisar, 1452’nin Temmuz ayında tamamlandı. Genç hükümdar, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmadı. Sultan Beyazıt’ın Asya yakasına yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın karşısına, Avrupa yakasında Rumeli Hisarı’nı yaptırdıktan sonra ordunun hazırlanması talimatını verdi.
23 Mart 1453’te Sultan II. Mehmet, ordusu ile Edirne’den hareket etti.Bu esnada Bizans son derece karışıktı. Adaletsizlik yaygındı.
Ortodoks Kilisesi’nin doğrudan Vatikan’a bağlanmak istemesi tepkilere yol açıyor, Başbakan Notaras (öl. 1453) ve bazı kişiler: “İstanbul’un içinde Latin külahı görmektense Türk sarığını görmeyi tercih ederiz.” diyorlardı.
Bizans’ta Türklere yakın ve bu şehirdeki yönetime muhalif insanların sayısı çoğalıyordu.
Kuşatma başlıyor
Yüzlerce askerin kontrolündeki 60 mandanın çektiği Fatih’in büyük topları ve diğer toplar Edirne’den İstanbul surlarının yakınlarına kadar getirildi. Bunlardan 4 tanesi o kadar büyüktü ki, ancak 2.000 asker tarafından çekilebiliyordu.
Kuşatmanın kaderini değiştiren hadiselerden biri, o tarihe kadar görülmemiş büyüklükte topların bu savaşta kullanılması olacaktı. Macar asıllı top döküm ustası Urban’ın Bizanslıları bırakıp Türklerin tarafına geçmesi ve tüm hünerini ortaya koyması fethin gerçekleşmesinde önemli rol oynadı. Macar asıllı Urban, diğer Türk top ustalarıyla birlikte Edirne’deki top döküm faaliyetlerine iştirak etmiş ve biri Edirne’de diğeri de kuşatma meydanında olmak üzere iki büyük çaplı topun dökümü çalışmalarına katkı sağlamıştı.
Surların yıkılmasında etkili olan diğer bir husus, bu büyük topların yanı sıra daha önceden de bilinen ama fonksiyonel olarak kullanılmayan havan toplarının bu kuşatma esnasında kullanılmasıydı. Sultan II. Mehmet, İstanbul kuşatması esnasında kendisi tarafından geliştirilerek yeniden tasarlanan havan topu ve diğer büyük topların teknik çizim ve tasarılarını bizzat kendisi yapmıştır. (Tarihte havan topu ile ilk atış 21 Nisan 1953’te Haliç’teki düşman donanması üzerine yapılacaktı).
Ortaçağ harp sanatı, II. Mehmet’in matematik dehası ile değişiyordu...
Sultan II. Mehmet, 23 Mart 1453’te ordusu ile birlikte Edirne’den hareket etti, 5 Nisan’da surların önüne geldi. 5 Nisan’dan 29 Mayıs 1453 tarihine kadar devam edecek olan 54 günlük kuşatma bu şekilde başladı.Top atışlarıyla başlayan savaş kızıştı. Topların gürültüsü bile Bizanslıların moral ve manevi gücünü altüst ediyordu.
İki haftalık bombardımandan sonra surlar epey hasar gördü. On dört batarya ile birçok mancınık, İstanbul kalesini dövüyor, Türk ordusu okçuları da muhasara altında bulunanların üzerine her gün yağmur gibi ok yağdırıyordu. Bu arada lağımcılar da surların altına doğru lağımlar kazıyorlardı.
22 Nisan’da dünya harp tarihinin hiç görülmemiş şaheser hadiselerinden biri gerçekleştirildi. Düşmanın haber almasına fırsat verilmeden bir gece içinde 67 parça Osmanlı donanması, Beşiktaş istikametindeki Boğaz’dan dağları aşarak karadan Haliç’e indirildi. Haliç önündeki zincir kırılmadığı için gemilerin karadan çekilmesine karar veren padişah, 70 gemiyi Tophane’den karaya çıkararak, Kasımpaşa sırtlarından Haliç’e indirdi. Donanma sırtlardan, tepelerden, derelerden aşırılmak suretiyle Boğaz’dan Haliç’e indirilirken, Kasımpaşa sırtlarından Zağanos Paşa, bütün bataryalarını ateşleyerek düşmanın dikkatini kendi tarafına çekmeye muvaffak olmuştu.
Bu olayda gemiler ray gibi kızaklar üzerinden yürütülmüştü. Bu başarı askerin maneviyatını ve moralini yükseltmiş; Bizans’ta ise büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına yol açmıştı.
Fethin nasip olacağına son derece inanan II. Mehmet sabaha kadar krokilerin ve harp planlarının üzerinden başını kaldırmadan çalışıyordu. Sabahleyin de gece boyunca aldığı kararların uygulanmasını emrediyor ve kararlılığını, barış teklifi için gelen Bizans elçilerine söylediği, tarihe geçen şu sözleriyle ortaya koyuyordu: “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!”
Türkler İstanbul’da
İstanbul 29. kuşatmada, tam olarak 29 Mayıs 1453’te sabah saat sekiz sıralarında fethedildi ve Türk bayrağını Topkapı’sı üzerinde gören ve o andan itibaren “Fatih” unvanını alan II. Mehmet sevinçle atından indi ve toprağa secde ederek Allah’a hamd etti…
Türk askeri kalenin hasar gören ve açılan muhtelif yerlerinden şehre girmeye başladı. Bizans halkı korku ve panik içinde kaçışıyordu. Bizans halkı arasında, şehrin düştüğü ve Türk askerinin surlardan içeri girdiği şayiası yayıldı. Halk panik hâlinde gemilere binebilmek için Haliç limanına doğru koşuşuyordu. Bizans’ta büyük bir panik yaşanıyordu. Alınmaz denilen kale alınmıştı. Türk ordusuna, silahla karşılık vermeyen şahısların öldürülmemesi emri verildi. Halk Ayasofya’ya dolmaya başladı.
Bizans, tarihinin yirmi dokuzuncu muhasarasını geride bırakmış, yirmi sekizinde kurtulduğu hâlde, işte şimdi, bu sonuncusunda mağrur surlarını Fatih ve ordusuna açmıştı. Fakat Bahçekapısı’nda bulunan Giritli denizci askerler, direniyor ve cesur bir şekilde çarpışıyorlardı. Bu durum padişahın hoşuna gitti ve bunların esir alınmayıp silahları ile beraber bir gemiye bindirilerek Girit’e gönderilmelerine ferman buyurdu. İşte Fatih buydu! Düşmanı da olsa, erdemli davranışları, yiğitliği, takdir edebilme farkı… Böylesi bir jest Orta Çağ’da görülmüş değildi. Fatih de zaten bir Orta Çağ insanı değildi. O, fetihle birlikte Ortaçağı kapayan ve yeni bir çağ açan liderdi.
Şehrin içine doğru hemen hemen her taraftan akan Osmanlı askerleri birçok esir alarak Aksaray’da birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Bu arada şehirdeki yerli halkın bir kısmı ve İtalyanlar, Haliç’teki gemilere ulaşarak Marmara’ya açılmayı başardılar.
Artık Fatih unvanını kazanan II. Mehmet’in şehre girişiyle ordu disiplin altına alındı, sükûnet sağlandı.
Sultan Mehmet, öğle üzeri atıyla Topkapısı’ndan şehre girdi. Beyaz bir at üzerindeydi. Şükür hâlindeydi. Sade ve asil tavrıyla geçtiği yollarda harap manzarayı, yıkık kale duvarlarını farklı bir hâleti ruhiye içinde seyretti ve büyük mabede doğru sakin bir şekilde ilerledi.
Fatih beyaz atına binmiş olarak Ayasofya’ya doğru ilerlerken yanında başka bir at üzerinde hocası Akşemseddin vardı. Halk, vakur duruşu ve aksakalı ile Akşemseddin’i Fatih sanıyor ve ellerindeki çiçekleri ona vermeye çalışıyordu. Akşemseddin, kendine çiçek vermeye çalışan halka Fatih’i işaret ederek, ona verin demek istiyor; Fatih de kendine yönelen halka: “Fatih benim, ama gidiniz ona veriniz, zira o benim hocamdır. Şehrin manevi fatihi odur, çiçekleri ona sunun!” diyordu.
Sultan Fatih Ayasofya’da
Genç Türk Hakanı, Bizans halkının tezahüratı, alkışları, ezan ve tekbir sesleri arasında, “Fatih” ve “Roma İmparatoru” sıfatıyla Ayasofya önünde atından indi. Çevresini kuşatan ve korkuyla bekleşen halka merhamet ve anlayışla baktı. Mabette ve avlusunda toplanmış olan kadınlı erkekli binlerce insan, başlarında büyük rütbeli rahipler olduğu hâlde yerlere kapanmış ağlaşıyorlardı. Kendileri hakkında verilecek karar hakkında endişeli olan bu insanlara Sultan Fatih, eli ile susmalarını işaret etti. Sükûnet sağlanınca, yerlere kadar kapanan Patrik ve halka, insanlık tarihinde hayranlıkla kayda geçen şu tarihi sözleri söyledi:
“Ayağa kalkın! Ben Sultan Mehmet! Hepinize söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda, benim gazabımdan korkmayınız!”
Böylece Fatih, Ayasofya’da toplanmış olan halka ve din adamlarına güvenliklerinin, inanç ve düşünce özgürlüklerinin sağlanacağı teminatını verdi.
Fatih Sultan, Ayasofya’da yaptığı tarihî konuşmasından sonra Mabet’i takdirle gezdi. Ezan okunmasını istedi. Hristiyanlığın bu en büyük mabedinde ikindi namazını kıldı ve namazdan sonra, fetih hakkı olarak mabedin camiye dönüştürülmesini emretti.
Müteakip günlerde Ayasofya’da ilk cuma namazı kılındı ve ilk hutbeyi de hocası Akşemseddin okudu. 30 Mayıs Çarşamba günü şehirde, Fatih’in fermanları okundu. Saklanan halkın hiçbir şeyden çekinmeden meydana çıkmaları, evlerine, işlerine, tarlalarına geri dönmeleri; malları, canları, ırzları, din ve mezhep hürriyetleri, millî örf ve âdetlerinin tamamen Türk kanunlarının himaye ve teminatı altında bulunduğu ilan edildi.
Asırlardır beklenen Peygamber müjdesi 1453’ün 29 Mayıs’ında gerçekleşmiş oldu.