Makale

SOBA

SOBA

Emine Vildan Çöllü

İzmir Kiraz Kur’an Kursu Öğreticisi


Yeni bir haftanın başlangıcı, yeni bir iş günü… Yani yeni bir kurs günü… Ders saatime daha var; aceleye gerek yok ama yine de bir an önce görevimin başında olmayı istiyorum. Gelen olur, giden olur, ne bileyim, bir soran olur. Geçen tatilde birkaç gün gitmemiştim de kahvede oturan amcalar sormuş misal… Köylüye belli olmaz, hocayı ne zaman yoklasa yerinde bulmak ister.
Bu köye gelmek için aldığım araba ve ehliyetle usul usul koyuluyorum yola… Köyün arabası yok zira… Baharları açık yeşil, güzleri koyu yeşil, kışları kahverengi köy yolları… Yazları ise sarı… Sıcak sarı… Git git bitmeyen yollar ve köyler ziyadesiyle varlar ama benim köyüm öyle çok uzaklarda değil. Şehir merkezine beş altı kilometre uzaklıkta, Karadeniz köylerini andıran dağınık yerleşimli, halkı yukarıdaki köylerden buraya göç etmiş orta hâlli bir köy… Kursum köyün ortalarında bir mevkide bulunuyor. İlk geldiğimde yazdı, klima olmasa da sepserin. Kışını düşünmemiştim hiç. Eskiden düğün salonu olarak kullanılan yüksek tavanlı bir mekânı ısıtmak hayli güç; yöntemimiz ise biricik sobamız…
Hayvancılıkla geçinen bir köyde evin hanımı sabah namazıyla kalkar. Namazdan sonra doğruca ahıra inekleri beslemeye, sağmaya ve temizlemeye gider. Sıklıkla evin hemen kıyısına kurulan ahırlar yeri gelir 50 tane ineğe ev sahipliği yapar. Evin beyi insaflıysa ne alâ… Yalnız kendi hâline bırakıldıysa kadıncağız, uğraşır artık onca işin üstesinden gelmeye. İnekler yemlenir, güzelce beslenir. Hasta olanların ilaçları verilir. Sağma makineleri olduğuna bakmayın, makinelerin temizliği, ineklerin temizliği, en son süt bulaşıklarının yıkanması derken iki üç saat ineklerle ilgilenmek için ayrılmak durumundadır. Bir de bunun akşamüstü mesaisi var. Bilir misiniz ineklerin her birinin ayrı huyu olduğunu… Ben bilmezdim, bu köyde öğrenci hanımlardan öğrendim. Öğrendikçe şaşkınlığım arttı. Kafamda hayvanları eşyadan sayarmışım da haberim yokmuş. Hepsinin duygusu, huyu suyu varmış meğer…
Hanımlar işlerini bitirdikten sonra kuvvetli bir kahvaltı yapmalılar ki bunca işin altında ezilip hasta ve yorgun düşmesinler. Zira burada hanımlar hasta olursa o ineklere bakabilecek hiç kimse yok. Oldu da hastalandılar, sahneye çıkmak veya toplantısını ertelememek için hastalığın belirtilerini aniden yok eden iğnelerden vurulup hemen ayağa kalkmaya mecburlar. İneklerin yemlenmediği bir günü düşünemiyorlar bile! Kahvaltının ardından kursta bekleyen hoca hanımı ziyaret etmek onlar için artık hak ettikleri geniş bir dinlenme vakti demek.
Onların gelme saatine kadar sobayı yakmak da üzerime bir borç. Geldiklerinde salavatlaşırken ellerinin soğukluğu yüreğimi sızlatıyor. Bir de kursta üşümeleri, hayatta isteyebileceğim en son şey! Soba yakmanın, dünyanın en anlamlı işlerinden olduğunu bu köyde soba yakmasam hiçbir zaman anlayamayacaktım. Çok ciddiyim, insanla konuşuyor bu soba! Tabii yaşamadan bilinmez; böyle şeyler birebir şahitlik gerek. Şöyle anlatayım: Hani insanın ağzını, burnunu tıkarsanız nefes alamaz; soba da aynısıdır. Üstü altı ve dışarıya açılan soba deliği açık olmalı, yoksa duman altında kalırsınız. İnsan gibidir soba, yandı mı tadına doyum olmaz ama yanmadı mı sizi deli eder. Ne kadar üstüne giderseniz o kadar püskürür. Bir insan diğerine ısınır dost olursa, hayat bulur, onunla hem ısınır hem de ışırsınız. Isınırken hayat bulur, hayatlanırken seversiniz. Severken yok etmezsiniz. Hayat enerjisi bulmuş bir insana, yakılmış bir soba gibi yaklaştıkça çekim alanına girersiniz. Müdahale edemezsiniz, dokunmaya kıyamazsınız. Soba da yandıysa adamakıllı, kapatamazsınız, bir süre kendi hâlinde bırakmanız gerekir. Kapatsanız söner, eliniz değse yanarsınız. İzleme lütfuna eriştiyseniz ısınırsınız ve o an bozmak isteyeceğiniz en son şeydir. Üstüne de demlenmek üzere demliği yerleştirip sesinden yayılan türküyü dinlemenin keyfini anlatmak mümkün değil. Bunları bizzat yaşamak gerek…
Sobam yanınca tüten baca, kursumun yerli yerinde, sağlıklı ve verimli bir şekilde eğitim öğretime hazır olduğunu tüm köye duyuruyor. Çok geçmeden Fatma Teyze kapıdan sesleniyor:
− Selamün aleyküm hoca hanım… Allah razı olsun, sobayı yakmışsın…
− Sen üç kilometre yolu ağrıyan dizlerinle gelirsin de ben soba yakmaz mıyım Fatma Teyze…
Fatma Teyze uzaklardan taşıdığı yorgunluğu bir bardak çayla dinlendirirken diğer hanımlar da yavaş yavaş gelmeye başlıyorlar… Sabriye abla ağlamaklı, sınıfa girer girmez anlayıveriyorum.
− Sabriye Abla, yok değil mi bir yaramazlık?
− İneğimiz hasta, hiçbir şey yemiyor günlerdir. Ayakta zor duruyor…
İlk duyduğum zamanlarda ne kadar garibime gitmişti. Dedim ya, hayvanları eşyadan görürmüş kalbim. İnekle bir bağ kurmak her hanımın harcı da değil aslında. Sabriye ablayı kalbimle tebrik ediyorum. İneği tanımasam da ben de üzülüyorum. İneğe üzüldüğüme seviniveriyorum birden. “İnsanlık ölmüş!” diyenlerin her birini bu ânımıza şahitlik etmeye çağırmayı istiyorum. Sabriye Abla ağlarken öğrenci hanımlar gelip sıralarına oturuyorlar… Hepsi üzgün… Dersimizi başlatıyorum.
Derslerini çalışıp çalışmadıklarını sormak istiyorum. Her seferinde içimi kaplayan o utanç duygusu yine misafirim oluyor. Biliyorum, zar zor yetiştirdiler akşam yemeklerini. Akşam çocuklarına kitap okutmak da vardı görevleri arasında. Onların uyumasını beklediler. Daha orta yaşlı olanlar ise torunları uyuyunca çalışmaya çalıştılar, soba tek odadadır çünkü. Diğer görevlerinden ve uzak mesafelerden kursa kadar süren yol süresi haricinde ne kadar zaman bulabildilerse çalıştılar elbette. Ağır ağır, tane tane okuyoruz Rabb’e uyarak…
Dersimizi bitirirken Sabriye Ablanın hasta ineği için dua etmeyi unutmamayı birbirimize hatırlatıyoruz.
− Fatma Teyze, üşüme giderken, sıkı sıkı sarıl ceketine…
− Sabriye Abla, hiç üzülme. Dua edelim, iyileşir inşallah.
− Allah’a emanet olun.
Henüz yeşillenmeye zamanı olan kuru ağaçlarla dolu tarlalara, toprak asfalta, köyün içine götüren dar yollara grup grup dağılışlarını izliyorum kapıdan. Kar yağmaya başlıyor hafiften. Soba usul usul gözlerini yumuyor…