Makale

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI PROF. DR. ALİ ERBAŞ:

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI PROF. DR. ALİ ERBAŞ:

“Ramazan, iç dünyamızı yenilemek, zayıf yönlerimizi güçlendirmek, kulluk yönündeki istikametimizi tahkim etmek için eşsiz bir fırsattır.”

Murat KALIÇ

Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı


Sayın Hocam, ramazan-ı şerifin manevi iklimine girmiş bulunuyoruz. Öncelikle, bu mübarek ayın biz Müslümanlar için ifade ettiği anlamdan bahseder misiniz?
Evet, milletçe hasret kaldığımız, büyük bir şevk ve heyecanla kavuşmayı umduğumuz, kendisine “Hoş geldin ya şehr-i ramazan!” demek için sabırsızlandığımız on bir ayın sultanının nurlu gölgesi üzerimize düşmeye başladı. Ben öncelikle, tüm değerli okuyucularımızın ramazan-ı şerifini şimdiden tebrik ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Sahuruyla, iftarıyla, teravihiyle, teheccütüyle, mukabelesiyle, itikâfıyla, Kadir Gecesi’yle, fıtır sadakasıyla, dualarıyla, tövbe-istiğfarlarıyla, zikir-niyazlarıyla ve daha farkında olmadığımız birçok feyiz ve bereketiyle bizleri donatan ramazan, elbette birçok manayı mahiyetinde ihtiva etmektedir. Bu noktadan hareketle sorunuzu detaylandıracak olursak ramazan ayı, her şeyden önce bizlere “Arûsu’l-Kur’an” yani “Kur’an’ın gelini” olarak ifade edilen Rahman suresinin başlarında geçen ve birbirini beyan eden; “Rahman, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı.” ayetleriyle, insanın bu dünyaya geliş amacının, yüce kitabımız Kuran’ı öğrenmek olduğunu hatırlatan bir ay. Bu boyutuyla ramazan, insana varlık sebebini hatırlatan önemli bir zaman dilimidir. Çünkü ramazan; Kur’an, insan ve anlam merkezinde, bizi yoktan var eden Cenab-ı Hak’la kurduğumuz irtibatın zirveye taşındığı bir aydır. Bu itibarla ramazan, yaşadığımız hayatı, söz, eylem ve düşüncelerimizi devamlı gözden geçirip yanlışlarımızı onarmamızı bizden isteyen Rabbimizle kurduğumuz önemli bir bağın adıdır. İşte bu bağ, ramazanla daha da güçlenmektedir. Diğer taraftan, biz kullardan sadır olan davranışların ilk aşamasını oluşturan irademizin Hak Teala’nın iradesiyle birleşmesinin doruk noktasıdır ramazan. Sözünü ettiğimiz bu durum gerçekleştiğinde, gündelik hayatta da çok sık telaffuz ettiğimiz ve aşina olduğumuz “Allah razı olsun!” sözü vücut bulmuş olacaktır. Zaten bu dünyadaki tüm yapıp etmelerimizin ana gayesi, Allah’ın rızasını kazanmak değil midir?
Yeri gelmişken ifade etmeliyim ki, mazruftan çok zarfın itibar gördüğü, diğer bir ifadeyle mahiyetin şekle kurban edildiği zamanları yaşıyoruz. “Anlam buharlaşması” olarak ifade edebileceğimiz bu buhranlı süreci asıl hüviyetine büründürecek yegâne ilaç, ibadet yani kulluktur. Hicr suresinin son ayetlerinin de işaret ettiği bu husus, tam manasıyla ramazan ayıyla ikame edilecektir. Dolayısıyla ramazan, modern dünyanın baş döndürücü kuşatması altında olan ruhlarımızı teskin etmeye, kendimizi ve çevremizi algılayıp anlamaya; belki bu manada biraz soluklanmaya ihtiyacımızın olduğunu hatırlatıp bizi manevi yönden donatacak olan rahmet, bereket ve mağfiret ayıdır. İşte, insanın iradesini, istek ve arzularının esaretinden kurtaracak oruç ayı ramazan, kudümüyle bizi her yönden tamir etmeye geldi. Bu süreç; iç dünyamızı yenilemek, zayıf yönlerimizi güçlendirmek, kulluk yönündeki istikametimizi tahkim etmek ve böylelikle iç huzurumuzu bulmamız için eşsiz bir fırsattır. Bu gerçekleştiğinde ramazanın bizim için ifade ettiği asıl anlam ortaya çıkacaktır.
Ramazan-ı şerifi bizler aynı zamanda bir tezkiye ayı olarak biliyoruz. Bu bağlamda, ramazanın yaşamımızda köklü değişimler gerçekleştirmesi için nasıl değerlendirilmesini tavsiye edersiniz?
Ramazan ayı, kendisinde hayat rehberimiz Kur’an’ın indirildiği aydır malumunuz. İlk nazil olan ayetlerinden de hareketle Kur’an’ın, ilmin mebdei yani başlangıç noktası olduğunu söylemek mümkündür. O hâlde ramazanın her şeyden önce bir ilim atmosferi, bir tedrisat ocağı olduğunu ifade etmek gerekir. Bu meyanda, bahsini ettiğimiz “tedris” kelimesini etimolojik olarak incelediğimizde söz konusu ifadenin ilk olarak bir şeyi tastamam kazımak manasını ihtiva ettiğini görürüz. Dolayısıyla eğitim-öğretim bu çerçevede, -varsa- önceki yanlış öğrenmeleri kazıyıp yerine sahih olanları nakşetmektir. İşte, ramazan ayının da bizlerde meydana getirmek istediği en büyük inkılap budur. Bu manada ramazan-ı şerif, ubudiyet yolculuğumuzdaki sapmaları tevbe süreciyle tolere edip kulluk bagajımızdaki -tabir-i caizse- çürük meyveleri sağlamından ayırarak hidayetle istikamet bulmaktır. Zira Cenab-ı Hak’la irtibatımızın en önemli tezahürü olan namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha suresindeki; “Bizi doğru yola ilet.” mealindeki ayette geçen hidayet talebi, “ibtila” yani “yutma” manasını ihtiva etmesiyle, suda eriyen bir tablet gibi, Mevla’mızın hidayet iklimiyle hemhâl olmuş sabitkadem bir duruşu ifade etmektedir. İşte kulun, kendisini aşama aşama kemale ulaştıran Rabbi ile ilişkisindeki tezkiyesi tastamam böyle gerçekleşecektir. Sözünü ettiğimiz bu külli dönüşümü sağlayacak olan da yerleşik hatalarımızdan arınacağımız farkındalık mevsimi ramazandan başkası değildir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde; “Kim inanarak ve sevabını sadece Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” buyurmuştur. Buna göre, bizi Rabbimizin terbiyesine sokan ramazan, iman ve ihlası merkeze alarak bizlere mağfiret ve istikametin kapılarını açıp yeni başlangıçlara sevk etmektedir.
Fakat bu noktada şu hususu da gözden kaçırmamak gerekir. Ramazandan ancak varlık âleminde olanlar istifade edecektir. Bu sebeple ramazan ayını, idrak edeceğimiz son ramazan olarak algılayıp ona göre değerlendirmek, bizi bu süreçten kazançlı çıkaracaktır. Aksi takdirde, Kur’an’ın da genel olarak başarısız kimseler için kullandığı bir üslup olarak karşımıza çıkan “keşke” ifadesi, bizim kullanmak zorunda kalacağımız bir üslup olur ki, bu durum -Allah korusun!- bizi manevi bir iflasa sürükleyebilir. İşte bu yüzden ramazanı ganimet bilmeliyiz. Bu bağlamda, konuyu bir temsille detaylandırmak gerekirse, çiftçilikle uğraşan bir kardeşimiz için hasat veya harman zamanı ne kadar mühim ve anlamlıysa, biz Müslümanlar için de kulluğun -tabiri caizse- semerelerinin devşirildiği bu mübarek ayın o denli anlamlı olduğunun altını çizmek gerekir. Zira kulluk yolculuğumuzda dünya ve ahiretimizi mamur edecek böylesi kıymetli zaman dilimlerini değerlendirmek, yüce dinimizin de üzerinde önemle durduğu ve teşvik ettiği bir husustur. Nitekim dine dair her hususu bize gösterip öğrettiği gibi ramazanın da öğretmeni olan Hz. Peygamber (s.a.s.); “Akıllı kişi, nefsinin isteklerine uymayan ve ölüm sonrası için çalışan kimsedir.” buyurarak âdeta bir nefis mücadelesi içinde geçen ramazan ayının kadr ü kıymetini bilmeyi bize işareten bildirmiştir.
Ramazan ayı, ibadet merkezli bir ay olması hasebiyle, ferdi hayatımızı her yönüyle şekillendirip tanzim etiği gibi, sosyal yaşantımız üzerinde de büyük etkileri olan bir ay. Bu bağlamda, ramazan ayı toplumsal hayatımıza nasıl dokunur, nasıl etkiler, nasıl bir kardeşlik ve birliktelik tablosu ortaya çıkarır?
Ramazan ayı, bireysel yaşantımızı canlandırıp bizlere birçok güzelliğin kapılarını araladığı gibi, toplumsal yaşantımızda da birçok farkındalığa vesile olmaktadır ifade ettiğiniz üzere. Merkezden başlayıp çevreye yayılan bu rahmet dalgası, -farkında olalım olmayalım- hepimizi kuşatmaktadır. Nitekim kardeşinin yüzüne gülmeyi sadaka olarak bizlere takdim eden nebevi öğretiyle başlayan uhuvvet ve muhabbet, bu bereketli ayda zekât ve sadaka-i fıtırla daha da anlam kazanan cömertlik duygusuyla taçlanmaktadır. Biz bu yüce hasleti yine, az önce de ifade ettiğim gibi özellikle ramazan ayında cömertliğinin rahmet yüklü rüzgârlara galebe çaldığı Allah Rasulü’nden öğreniyoruz.
Bahse konu ettiğimiz bu genel çerçevenin içine dâhil olan bütün müspet neticeleri, dinî literatürde “birr” yani “iyilik” kavramıyla ifade ediyoruz. Bu doğrultuda Kur’an-ı Kerim, iyiliğin bireye dönük yönüne işaret etmekle birlikte toplumsal bir iyilik bilinci geliştirmeye de özellikle vurgu yapmaktadır. “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” (Maide, 5/2.) ayeti, zikrettiğimiz bu boyutu gözler önüne sermektedir. Öte yandan; “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 3/92.) ayetiyle de bir Müslüman’ın, kardeşlerinin maddi ve manevi ihtiyaçlarına karşı tam manasıyla duyarlı olmadığı sürece, gerçek anlamda iyiliğe ulaşmış sayılamayacağı vurgulanmaktadır.
İşte ramazan, yaşadığımız dünyadaki olanca kötülüğe rağmen iyilerin iyilik için koşuşturduğu bereketli bir aydır. Bu tatlı telaşı başka bir zaman diliminde göremezsiniz. Bu da ramazanda yapılan ibadet ve güzel ahlak merkezli davranışların karşılığının yalnızca Allah Teala tarafından takdir edilmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla birlik, berberlik ve dayanışmaya önemli bir katkı sunan ramazan ayı, sürekli ve kuşatıcı bir kardeşlik zemini oluşturarak ibadet, kültür ve medeniyet yaşantımıza çok önemli dokunuşlar yapmaktadır. Bu noktada aynı inanç, tarih, kültür ve medeniyeti paylaştığımız İslam coğrafyasındaki diğer kardeşlerimizle de aynı hissiyatın paydaşı olma hususunda önemli bir imkândır ramazan ayı. Fakat üzülerek ifade etmeliyim ki, bu coğrafyalarda yaşayan nice Müslüman kardeşimiz, aynı havayı soluduğumuz bu rahmet ikliminin sevincini bizlerle birlikte paylaşma imkânına sahip değiller şu anda. Ben bu vesileyle, önümüzdeki günlerde idrak edeceğimiz ramazan ayının, çağımızın modern Ashab-ı Uhdutlarının hezimetine; müminlerin de nusret ve selametine medar olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Ramazan ayının Kur’an ayı olduğu hepimizin malumu. Bu ayda Kur’an ile daha fazla buluşmak ve onunla adeta hemhâl olmak için neler yapmalıyız?
Kur’an’ın indiği ayı yani ramazan ayını Bakara suresinde okurken dikkatimizi celbeden kavramlardan birisi de “Furkân”dır. Dolayısıyla hak ile batılın ayrışım noktası olan mukaddes Kitabımız, bizlere sahih olana yönelip, batıldan uzak durmayı işaret etmektedir. Bu da takdir edersiniz ki, yalnızca ilimle gerçekleşecektir. Bu sebeple, Yaratıcımızın kemal sıfatları nasıl ilim sıfatıyla anlam kazanmışsa, biz kulların da kemale ermesi ancak ilimle olacaktır. Dolayısıyla, Kur’an’la anlam kazanan bu mübarek aydan başka, söz konusu ideale uygun münasip bir vakit yoktur. Fakat Müslümanlar maalesef bahsini ettiğimiz bu önemli eşiği ihmal ettiklerinden dolayı, insanlığa kıyamete kadar yön verecek olan yüce kitabımızın değerleri ile bağlantıyı koparma noktasına geldiler. Bunun sonucunda da Müslümana muvafık olmayan tezahürler bizlerden sadır olmaya başladı. İşte, her zaman olduğu gibi bugün de bu feyizli ayı vesile kılarak, evlerimizde ya da camilerimizde yüzünden okuduğumuz Kur’an-ı Azimüşşan, özellikle mana boyutuna ağırlık vereceğimiz veçhesiyle bizleri önce Rabbimizle sonra kendimizle buluşturup, son raddede güzel ahlakla taçlandıracaktır Allah’ın izniyle. Bu itibarla, içerisinde Kur’an okunan ev ile Kur’an okunmayan ev arasındaki farkın, ölü ile diri arasındaki fark gibi olduğunu idrak edebilen her mümin, insanlığın dirilişine zemin oluşturacak bu ay vesilesiyle ilk emri “Oku!” olan Kur’an-ı Kerim’e azami ilgi göstermeli, ondan faydalanmanın yollarını aramalı ve Kur’an terbiyesi içerisine girerek onunla hemhâl olmalıdır.
Sayın Hocam, İslam dünyasının çok sancılı süreçlerin içinden geçtiği böyle bir dönemde Müslümanlar olarak ramazan ayında nasıl bir muhasebe içerisinde olmalıyız?
Malumunuz olduğu üzere daha çok ölüm, ahiret ve hesap ile ilgili olarak ifade edilen Hz. Ömer’in (r.a.); “Hesaba çekilmezden önce kendinizi hesaba çekiniz.” sözü, bize her daim dinamik ve kararlı bir mümin portresi çizmektedir. Zira bu dinamizmin asıl kaynağı, Rahman sûresindeki; “O, her an bir yaratma hâlindedir” ayetiyle Cenab-ı Hak’tan neşet etmektedir. Yeri gelmişken belirtmek gerekirse, aklı ve tefekkürü davranışlara hakim kılma şeklinde ifade edebileceğimiz muhasebe, kulluk düzleminde ibadetlerin en önemli motivasyon kaynağıdır. Günlük beş vakit namaz, haftada bir kıldığımız cuma namazı, önümüzdeki günlerde inşallah idrak edeceğimiz ramazan ayı, kulluk muhasebemizin aktif olduğu mühim zaman dilimleridir. İşte, düzenli olarak yapılacak bu dakik hesaplamalarla esasen, kulluk haritasında nerede durduğumuz tebarüz etmektedir. Çünkü bu tutum, nereden gelip nereye gittiğimiz hakkında bize ışık tutacak yegâne yöntemdir. Dolayısıyla Müslümana yaraşan tutum, geçmişin muhasebesini yaparak geleceği tanzim etmektir. Nitekim bizler de bireysel bağlamda, tıpkı kurumsal yapıların periyodik olarak uyguladıkları yakın, orta ve uzun vade planlarını, kendi yaşantımızda ancak bu yöntemle hayata geçirebiliriz. Bahsettiğim söz konusu boyut ise ibadet hayatımızın zirveye çıktığı ve iç dünyamıza dönüşün her zamankinden daha fazla artış gösterdiği tefekkür, tezekkür ve tedebbür mevsimi olan ramazan ayında gerçekleşecektir.
Bunun yanında kendimiz için yaptığımız bu muhasebeyi daha ciddi bir yaklaşımla ümmetin meseleleri hakkında nerede durduğumuzla ilintili olarak gerçekleştirmeliyiz. İnsanlık tarihi açısından son iki asra konu olan zulümdeki payımızı sorgulamalıyız öncelikle. Çünkü bizler kendisinden sorumlu olduğu kadar, yakın ve uzak çevresinde olup biten her şeyden de sorumlu kılındığımız bir dinin müntesipleriyiz. Bu da omuzlarımıza dünya ve ukbaya taalluk eden önemli bir sorumluluk yüklemektedir. Özetle bu ayda, nefsimizden başlayıp dünyanın, insanlığın ve tarihin muhasebesini yaparak kendimizi ebedi hayat olan ahirete hazırlamalıyız.
Ramazan ayı denilince hemen akla iftar davetleri ve iftar sofraları geliyor. Malumunuz, Başkanlığımız bu ramazan ayında “israf” konusunu tema olarak belirledi. Bu bağlamda, iftar sofralarının israf sofralarına dönüşmemesi özelinde çok yönlü olarak ele alınabilecek israf konusuna yaklaşımımız nasıl olmalı sizce?
Evet, belirttiğiniz gibi bu ramazan ayında çok önemli bir realite olan israf konusunu tema olarak seçtik. Bu önemli problem; vasıf, unsur, boyut ve yansımalarıyla ele alındığında kanaatimce temelde, kişinin Yaratıcıyı, kendisini ve dış dünyasını yeterince anlamlandıramamasından kaynaklanıyor. Yoksa Müslüman kelimesinin israf kelimesi ile aynı cümlede kullanılması düşünülemez. Diğer taraftan ne yazık ki son zamanlarda, “ibadet-i mersume” olarak ifade edilen formel ibadetleri hakkıyla ifa hususunda bazı eksen kaymaları yaşamaktayız. Bu da diğer birçok meselede olduğu gibi, surete yoğunlaşarak mahiyet ve anlamdan uzaklaşmaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim bereket ayı ramazanda, bereketimizin ellerimizin arasından kayıp gitmesine sebep olabilecek bu doğrultudaki birtakım doğru olmayan davranışlara tevessül edebiliyoruz. Bunun en önemli tezahürünü ise orucu mahza açlık olarak gören zihinlerin, açlığın da verdiği psikolojik motivasyonla ihtiyacın çok ötesindeki bir donanımla hazırladıkları gösterişli iftar sofralarında müşahede ediyoruz. Esasen ihtiyaçtan ziyade kendini iyi hissetme ve kazanımını başkasına gösterme üzerine kurulu bahse konu yaklaşım, yaşadığımız modern zamanda ortaya çıkmış dünyevileşme, bireyselleşme ve maddeyi önceleme düşüncesiyle birlikte tebarüz eden nevzuhur bir anlayışın neticesidir. “Yiyin, için fakat israf etmeyin!” şeklinde bizlere bu konuda hâciyyat merkezli bir anlayış sunan, Allah’ın müsrifleri sevmediğini, nimet olarak sahip olunan her ne varsa ahirette bunlardan tastamam sorguya çekileceğimizi bizlere deklare eden Kur’an’ın hükümlerini göz ardı ederek, ibadet niyetiyle çıktığımız bu yolu dinin zemmettiği israfla tamamlamak, Müslümanlar açısından oldukça çelişki arz eden bir durumdur. Zira dinen aşırılık olarak görülen her türlü eylem, kişiyi mutsuz kılar. Oruçlunun iki mutluluğundan biri olan iftar anındaki mutluluğun, böylesi bir sebepten dolayı mutsuzluğa dönüşmesi ise söz konusu paradoksun başka bir yansımasıdır. Dolayısıyla, orucun gayeleri dışında hiçbir gayenin itibara alınmadığı, bir tarağın dişleri gibi her sınıftan insanın eşit bir şekilde katılım sağladığı ve sadece sevdiklerimizle zenginleşen iftar sofralarını kurmalıyız. Zira yüce dinimiz İslam da Abese suresine konu olan Hz. Peygamberin (s.a.s.) âmâ müezzini Abdullah b. Ümmi Mektum (r.a.) özelinde, toplumda dezavantajlı olarak ifade edilebilecek kimselerle teşrik-i mesaiyi devamlı surette teşvik etmektedir. İşte, ihtiyaç sahiplerinin, salih kimselerin, oruçlu ağızların iftar ettikleri böyle bir sofra, meleklerin şahit olup istiğfar ettikleri ve Cenab-ı Hakk’ın da razı olacağı bir sofra olacaktır.
Sayın Başkanım son olarak, ramazan vesilesiyle halkımıza ve din görevlisi meslektaşlarımıza vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Sözlerimin başında da ifade ettiğim gibi, birçok iyilik ve güzelliğin tecelli ettiği, Rabbimizin yaptığımız ibadetlerin karşılığını Kerim sıfatıyla sınırsız olarak verdiği bu bereketli atmosferi ganimet bilerek çok iyi değerlendirelim. Bunun için de önce kendimizden başlayarak külli bir muhasebeye girelim. Biliyorsunuz, kişiyi en iyi kendisi tanır. Bu itibarla, hoşnut olmadığımız menfi davranışlarımızı ramazan ayı vesilesiyle terk etmeye azmederek manevi yönden arınmaya gayret edelim. Ramazan-ı şerifin feyiz ve bereketinden istifade etmenin medarı olan birlik, beraberlik ve dayanışmayı millet ve ümmet zemininde tüm işlerimizde merkeze alalım. Yapacağımız taat ve hasenatla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışalım. Vahyin inmeye başladığı bu ayda, Kur’an’ı yüzünden okuduğumuz gibi, onun deruni manası üzerinde de tefekkür ederek Müslümanca bir bilinç oluşturalım. Oruçlarımızı, şuur hâlini kaybetmeden Allah rızasına muvafık olan söz, tutum ve eylemlerle destekleyerek tutalım. Unutmadan, bu şehrâyin havasına evlerimizdeki çocuklarımızı da mutlaka dâhil edelim. Zira onlar olmadan bu mutluluk tablosu eksik kalır. Tüm bu temas ettiğimiz hususları deruhte ederek inşallah dünya hayatımızı kutlu bir ahiret yaşantısına çevirelim.
Bu vesileyle, tekrar gelişiyle gönüllerimizi aydınlatan rahmet ve bereket mevsimi ramazan ayının kalplerimize huzur, hanelerimize bereket, ailemize, ülkemize ve İslam âlemine hayırlar getirerek insanlığın hidayet ve barışına vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Ramazan ayında her zamankinden daha yoğun bir tempoda bu şerefli hizmeti ifa eden değerli meslektaşlarımın da ramazanını şimdiden tebrik ediyor, bu feyizli ayın hem kişisel hem de mesleki yaşantımızda yeni inkişaf ve fütuhatlara kapı aralamasını Yüce Mevla’dan temenni ediyorum. Size de hassaten teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.