Makale

GÖÇ, SOSYAL DEĞİŞME VE DİN

GÖÇ, SOSYAL DEĞİŞME VE DİN

Prof. Dr. Abdulvahap TAŞTAN
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


Göç ve Göçmenlik Olgusu
Göç ve göçmenlik üzerine yapılan sosyolojik ve tarihî incelemelerde dış ülkelere göç edenler, mülteciler, muhacirler gibi sosyal kategorilere ayrılan ve bugün daha çok iş gücü göçüyle öne çıkan göç olgusunun sosyal ve kültürel değişmenin en önemli faktörlerinden biri olduğu görülür. Bu süreçte anahtar kavram değişimdir; şu veya bu şekilde yerlerinden, yurtlarından edilen bu insanların hayatlarında meydana gelen bu değişim; köklü, hızlı ve hayatın hemen hemen her alanında etkili olan dramatik bir değişimdir. Bu süreçte, zamanla eski sosyal bağların kırılması ve yeni olanın kabulü söz konusu edilir; fiziki çevrenin değişmesinde olduğu gibi sosyal ve kültürel ögelerde de bir değişimi içerir. Göç, aynı zamanda bir süreçtir. Abadan Unat’ın nitelemesiyle bu ‘bitmeyen göç’ yeni ilişkiler biçimi kazandırmakta, yeni statülerin edinilmesine ve yeni oluşumlara neden olabilmektedir. Göçün genellikle itici ve çekici faktörlerle belirlendiği kabul edilir.
Göç olgusu genellikle bireylerin ve ülkelerin ekonomik açıdan gelişmesine katkıları ve yararlılıkları açısından değerlendirilir. Buna bağlı olarak da göçün ekonomik olmayan etkileri çoğu kez göz ardı edilmiştir. Toplumbilim açısından ilginç olan, göçün, kişileri yeni bir toplumsal çevreye götüren ve dolayısıyla onları yeniden uyum sorunlarıyla karşı karşıya bırakan bir süreç olarak dikkate alınmasıdır. Kuşkusuz bu etkiler daha farklı alanlarda ve daha karmaşık bir biçimde devam etmektedir. Bunlar, belli açılardan göç olgusunun sonuçları olarak da görülebilir. Fakat bu olgunun anlaşılmasında nedenlerle sonuçların birbiriyle ilişkisinin göz önünde tutulması ve göçün kendi dinamikleri ve bağlamı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği özellikle vurgulanmaktadır.
Bir karşılaştırma zemini içinde ele alındığında iç ve dış göçler az çok benzer nedenlerle, genellikle kırsal alanlardan kentlere ve sanayileşmiş ülkelere doğru gerçekleşmiş olsa da hem göçlerin etkileri hem de değişim olgusuyla ilişkileri açısından aralarında önemli farklılıklar vardır. Bununla birlikte, dış göç ve iç göçler açısından modernite projesi bütün göç tartışmalarında merkezî bir öneme sahip olarak görülmüş ve yaşanan uyum sorunlarının ortaya çıkmasında, bulunan çözüm yollarının yorumlanmasında güçlü bir referans oluşturmuştur. Söz gelimi, dış göç örneğinde, ilk olarak sanayileşmiş ülkelere yönelen göç hareketleri aynı zamanda modern-
leşmenin bir boyutu olarak da algılanmış, geleneksel toplum yapısından modern topluma geçişi kolaylaştıran bir etkileşim düzeyi olarak görülmüştür. Gelişmiş ülkelerle etkileşim çerçevesinde, onları ileri götüren değerlerin kazanılması ve dönüşte ülke yararına kullanılması beklentisi, dış göçün belirleyici faktörlerinden biri sayılır. Bu bakımdan, bilinenin aksine, ilk giden işçilerin önemli bir bölümü kentli ve nitelikli elemanlardan oluşmaktaydı. Göçün gelişim seyri bu beklentilerin büyük oranda gerçekleşmediğini göstermektedir. Bununla birlikte, dış göçün bireysel kazanımlar açısından katkıları yadsınamadığı gibi, kişisel ve ailevi boyutlarda, özellikle de kuşaklar açısından dramatik bir tecrübe zemini oluşturduğu da görmezlikten gelinemez.
Bu bağlamda göç olgusu, bilinen ve aşina olunan bir yerden ayrılma ve bilinmeyen yabancı bir ortamda yeniden kök salmak için bir uyum ve uyumsuzluk sorununa dönüşen bir süreçtir. Bu süreç, sosyal ilişkiler ve davranışlar örüntüsü, kültürel var olma çabası, tarihî miras ile kolektif aidiyet ve kimlik duygusu dâhil temelde göçmenlerin kültürel dünyasında, önceki (köken) kültürün bir bakıma yeniden keşfedilmesi ve yaşanması şeklinde bir eğilimi de beraberinde getirir.
Göçler, iç ve dış göçler olmak üzere iki şekilde gerçekleşmektedir: İç göçler, ülke içinde yerleşim birimleri arasında yerleşmek amacıyla genellikle kırsaldan kente doğru yönelen bir nüfus hareketidir. Dış göç ise uzun süre kalmak, çalışmak ve yerleşmek için bir ülkeden diğerine yapılan hareketliliktir. Bu özelliğinden dolayı dış göç, uluslararası göç olarak da tanımlanır. Dış göçün önemli bir boyutu, göçe katılanların zamanla ülkesindeki (iç göç örneğinde, köyündeki…) akraba ve tanıdıklarını da yanlarına almaları, böylece pek çok kişiye iş ve yurt dışında bulunma imkânı sağlamaları ile belirlenir. Zincirleme göç olarak bilinen bu hareket, göç olayının toplumsal boyutu açısından da önemli bir göstergedir: Bu süreçte yeni bir toplumsal ilişkiler ağı kurulmakta, yeni arayışlar ve aidiyetler için bir zemin oluşturacak olan etnik topluluklar ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de iç göçler açısından daha çok itici faktörlerin, dış göçler açısından ise çekici ve özendirici faktörlerin etkili olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında iç göçler gecekondu, dış göçler getto yapılanmasında simgesel bir önem kazanır. Bu simgeler her iki durumda da göçmenler için bir yaşam tarzı ve kimlik göstergesi olarak okunur ve bir kültür pratiği olarak işlev görür. Genellikle aile boyutunda gerçeklik kazanan göç olgusunda gençler ve kuşaklar hem kültürel değişmenin hem de kimlik ve aidiyet arayışlarının önemli aktörleri olarak görülür. Buradan hareketle, değişimin esas alındığı göç ve göçmenlik durumlarında kuşaklar arası değişim ve farklılaşma, göç sosyolojisinde önemli bir analiz birimi olarak görülür. Bugün göçün etki ve deneyim boyutu, getto kültürünün temsilcileri olarak kabul edilen birinci ve ikinci kuşak nostaljilerinden oldukça farklıdır. İlk kuşağın göç ettiği yere taşıdığı ve orada oluşturduğu getto kültürü sonraki kuşaklar açısından, kendisini bulunduğu topluma daha çok adapte edebilmiş; yaşadığı mekânı sahiplenebilen bir metropol kültürüne dönüşmüştür. Bu kuşaklar için de ana yurda dair nostaljik duygu ve aidiyetler varlığını devam ettirir fakat artık hayatını devam ettireceği yer olarak göç edilen ülke görülür. Çünkü çok farklı alanlarda eğitim almış, uzmanlaşmış ve ona göre yaşam biçimini oluşturmuş yeni kuşak, memleketini sevmekte ve özlemekte fakat genellikle bulunduğu ülkede yaşamayı sürdürmektedir.
Göç, Sosyal Değişme ve Din
Özellikle dış göçlerde iki temel sorunla karşılaşılır: Asimilasyon ve entegrasyon. Her iki durumda da din, asimilasyonu engelleyerek ve entegrasyonu kolaylaştırarak önemli rol oynar. Bu bakımdan göçle din ve dinî inanç, aidiyet ve pratikler arasında etkileyici/dönüştürücü ilişkiler vardır. Göçün tarihî seyrine göre bu ilişkiler yaygınlaşır ve kurumsallaşır. Göçmenlerin dinle/İslam’la ilişkileri memleketlerinde olduğundan daha farklı ve daha fazla bir anlam taşır; dinin, göçmenlerin ev sahibi toplumla ilişkilerinde de belirleyici bir rol oynadığı görülür.
Batı Avrupa ülkelerinden Almanya, Belçika, Hollanda ve Fransa gibi genelde Müslüman nüfusun yoğun olduğu yerlerde İslam, bugün o ülkelerin sosyal gerçeklerinden biri hâline gelmiştir. Bu durum, başlangıçta işçi-işveren ilişkisi düzeyinde cereyan eden ilişkilerin boyutlarını genişletmiş; buna ilave olarak ve en önemlisi bu Müslüman nüfusla bulundukları ülkeler arasında dinî-kültürel ağırlıklı münasebetler hem karmaşık bir hâl almış hem de önemli bir uyum problemi olarak ortaya çıkmıştır.
İbadet yerlerinin temini, dinî görevleri sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmek için dış şartların oluşturulması, kuşaklara dinî-kültürel değerlerin eğitim yoluyla aktarılması gibi ev sahibi toplumların da saygı ve dinî hoşgörü ile baktıkları konularda ve bunun neticesinde ortaya çıkan etnik kurumsallaşma sürecinde, özellikle Türk işçileri kısa zamanda çeşitli şekillerde örgütlenme yoluna gitmişlerdir. Bunlar arasında, göçün ilk yıllarından itibaren kurulmaya başlayan dernek ve teşkilatlar başta dinî sorunlar olmak üzere birçok alanda faaliyet göstermiştir. Bununla beraber, belirtmek gerekir ki bahsedilen ülkelerin İslam’la karşılaşması büyük ölçüde bu göçmen işçiler vasıtasıyla olmuş; özellikle dinî çoğulculuk ve kültürlerarası tecrübelerin az olduğu Almanya’da, Müslüman komşularla bir arada yaşamak beraberinde bir belirsizlik ve sıkıntı da getirmiştir. Bu çerçevede Batı Avrupa’nın endüstrileşmiş dünyasına uymadığı yönünde ibadet zamanları problemi ortaya çıkmış, ramazan süresince işçilerin iş durumuna uyum sağlamakta güçlük çektikleri vurgulanmış, Kurban Bayramlarında kurban kesimine pek çok ülkede uzun süre izin verilmemiştir. Ancak 1980’li yıllardan sonra, Diyanet İşleri Başkanlığının kurumsal düzeyde bu ülkelerde rol almasıyla birlikte bu gibi sorunlar giderilmeye başlanmış ve dinî görevlerin ifasında yeni imkânlar sağlanmıştır.
Kısaca belirtmek gerekirse, 1960’lı yıllarda başlayan göç hareketinden yaklaşık on yıl sonra gibi kısa bir zaman diliminde gerek teşkilatlanma gerekse sosyal ve ekonomik işlerinde bu vesileyle kendi kendilerine yetme yolunda kat ettikleri çok büyük mesafe ve gittikçe artan dinamik nüfus karakteriyle bugün Batı Avrupa’da İslam sosyal ve politik uzantıları olan bir varlık sahası teşkil etmiştir. Görüldüğü gibi, İslami kuruluşların son yıllarda kurumsallaşma yönünde çabaları artmaktadır. Bu süreçte İslam’ın bir kimlik oluşturmasının yanı sıra kamusal alanlarda da bir düzenleyici değer olarak algılanması, dolayısıyla dinî cemaatler olarak kanuni isteklerinin sağlanması, Alman okullarında İslami din eğitiminin verilmesi, Kur’an kursları tartışması, ibadet yerleri ve kültür merkezleri için gerekli yerlerin tedariki ve bu doğrultuda kültürel kimliğin korunması ve kuşaklara aktarılması teşebbüslerini beraberinde getirmiş ve getirmektedir; gelinen noktada bu tür çabaların çok daha olumlu karşılıklar bulduğu söylenebilir.
Bugün Avrupa’da yaklaşık 5,5 milyonu Türk vatandaşı olmak üzere 20 milyon civarında Müslüman’ın ve binlerce caminin varlığı, gelinen noktada göç olayının bir açıdan din ve dinî pratikler yoluyla nasıl dönüştürüldüğünü, başlangıçta ekonomik yönelimli bir hareketin nasıl çok daha karmaşık, bir o kadar da anlamlı sosyolojik bir gerçeklik olarak evrildiğini yansıtmaktadır. Göçmenler, içinde yaşadıkları toplumlarda giderek daha çok kültürel bir uyum içinde yaşamakta hem de memleketleriyle asli bağlarını devam ettirmektedir. Bunun anlamı şudur: Artık iki arada kalmışlık değil, iki kültürün ve iki dünyanın tecrübesine yönelik bir zenginlik. Almanya’da yapılan sosyolojik bir çalışmada dile getirilen “Geldiler ve Kaldılar” ifadesi de bir bakıma böyle okunabilir.