Makale

DEİZMİ VE ATEİZMİ BESLEYEN ÖNEMLİ BİR FAKTÖR: İBADETSİZLİK

DEİZMİ VE ATEİZMİ BESLEYEN ÖNEMLİ BİR FAKTÖR: İBADETSİZLİK

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İbadet samimiyetin göstergesidir
Din samimiyettir. Bu samimiyetin birinci önceliği Allah’a karşı samimi olmaktır. Allah’a karşı samimi olmak, kişinin Allah’a ve O’nun koyduğu kâinat düzenine herhangi bir zorunluluk icabı değil, kendinden bir yönelişle uyması demektir. Sözgelimi kişi, kış geldiğinde üşümemek için kalın elbise, yazın da bunalmamak için ince elbise giyer. Buna kendisini kış ve yaz şartları zorlar. Böyle davranmamak, kişiyi birtakım hastalıklarla yüz yüze getirebilir. Aynı davranışı kişi, Allah rızası için de yapabilir. Örneğin şöyle düşünebilir: “Bu beden Allah’ın bana bir emanetidir. Emaneti sağlam ve sağlıklı bir şekilde korumam gerekir. Bedeni sağlıklı tutmanın yolu da, Allah’ın dünyaya koyduğu şartlara uymakla olur. Öyleyse tabiatta var olan şartlara uymam, aslında Allah’ın rızasına göre hareket etmem demektir.” Buna Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara uygun yaşamak denir.
Öte yandan Allah Teala, koyduğu düzenin ve verdiği nimetlerin kıymetinin bilinip bilinmediğini sınamak ister. Bunun için de kâinata koyduğu kanunlar dışında insana ibadet türünden birtakım ödevler yükler. Bu ödevler, sadece kulun kulluğunu ölçmek içindir. Diğer bir ifade ile kulun Allah’a karşı samimiyetinin testten geçirilmesidir. Nitekim Allah Teala kullarına şöyle seslenir: “Muhakkak ki, ben Allah’ım. Benden başka tanrı yoktur. Bana ibadet et ve beni hatırlamak için namaz kıl.” (Tâhâ, 20/14.) Sonraki ayette ise Allah’ın kıyamet günü insanlara inançlarındaki samimiyeti göstereceği ve kimin imtihanı kazanıp kimin kazanmadığını ilan edeceği bildirilir. Ayetin devamında da, Allah’ın ölüm vakti ile kıyamet saatini gizlediği haber verilir. (bk. Tâhâ, 20/15-16.) Öyleyse insanlar samimi bir şekilde, dini sadece Allah’a has kılarak inanır ve güzel işler yaparsa imtihanı başarı ile atlatmış olurlar. (bk. Zümer, 39/11,14.) Allah’ın insanlardan istediği de budur. Yüce Allah bu isteğini gönderdiği peygamberler vasıtasıyla kullarına bildirmiş ve bu doğrultuda yaşayan kullarına mükâfat vaat etmiştir. Bu yüzden peygamber göndermesi Allah’ın kullarına rahmeti ve şefkatinin tezahürüdür. Nitekim son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.) için Kur’an’da “Seni ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107.) buyurulması bunun en açık delilidir.
Samimiyet eksikliği ibadetsizliğe götürür
Gerçekte inandıkları ve bunu sözlü olarak dile getirdikleri hâlde bir kısım insan hayatlarına inançlarını yansıtamazlar. Bunun birçok nedeni olabilir: İhmal, boşverme, görmezden gelme… Bunlar insanların tembellik ve kayıtsızlığından ileri gelir. İnancı yeterince kalbinde yer etmemiş olan insan, erteleme yoluna gider. İhmal dediğimiz işte bu inancın gereğinin yerine getirilmesinin ertelenmesidir. Bu hâl insanda yerleşince umursamazlığa dönüşür. Dönüp yerine getirme iradesini ortaya koyamadığından boşverme yoluna gider. Sonunda inancını görmezden gelme, hatırlatacak kişilerden ve yerlerden uzak durma psikolojisi insanı kaplar. Bütün bunlar insanın Allah’a karşı samimiyetindeki eksiklikten ileri gelmektedir. Bu samimiyet eksikliği zaman içinde inançlarda aşınmaya yol açar. Bu aslında adım adım insanın inanç noktasında bir boşluğa doğru kaymasıdır. Fakat bu kasıtlı bir tercih olmadığından dolayı mazur görülebilir. En azından böylesi bir hâl içinde olan kişiye inançsız denemez. Kur’an’da inancı ifade eden “iman” kelimesi ile dinin pratik tarafını ifade eden “amel” kavramının ayrı ayrı zikredildiği bir gerçektir. Ancak vahyin bütünlüğü çerçevesinden bakıldığında iman ile amelin ayrılmaz bir bütünü ifade ettiği de bir gerçektir. Çünkü amel imanın tezahürü, iman da amelin dayanağıdır. Bunu, bir bakımdan insanın ruh-beden bütünlüğü gibi değerlendirmek de mümkündür. Nasıl ki, ruh-beden bütünlüğünün bozulması, insanın ölümü yani hayatının sona ermesi anlamına geliyorsa, Kur’an’daki iman-amel ilişkisi de böylesi bir bütünlüğü ifade etmektedir. Amelsiz bir iman düşünmek, inançsızlık değilse de inanca karşı açık bir kayıtsızlığa doğru kaymaktır.
Eskiler “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.” demişlerdir. İbadetten uzak duran insan gözden kaybolmuş veya Allah ile irtibatını zayıflatmış demektir. Yüce Allah Kur’an’da “Beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım…” (Bakara, 2/152.) buyurmaktadır. Bu hatırlama ise Yüce Allah’ın Hz. Peygamber (s.a.s.) vasıtasıyla bildirdiği ibadetlerle gerçekleşir. Çünkü insanın Rabbi ile irtibatının en güçlü olduğu anlar ibadetle geçen zamanlardır. Yüce Allah rahmeti ve şefkati gereği insanın bütün zamanını ibadete hasretmesini istemiyor ancak belli zaman dilimlerinde hatırlanmasını da gerekli görüyor. Bunu yapmayan insan, gözden ıraklaşarak gönülden de çıkma rampasına girmiş demektir. Bu ıraklaşmanın bilinçli bir tercihe dönüşmesi ise kronik inançsızlığın başlangıcı anlamına gelir.
Bilinçli ibadetsizlik deizmin başlangıcıdır
Tarihten günümüze bazı insanların, inandığı hâlde inanmamış gibi yaşamayı arzuladıkları bir gerçektir. Modern zamanlar bu durumun en çok görüldüğü ve yaşandığı bir dönemin adıdır. Bu arzu, yukarıda olduğu gibi tembellik ve kayıtsızlığın değil, bilinçli bir tercihin ürünüdür. Bir başka deyişle bu, aslında taammüden inancın gereğini yapmama hâlidir. Eskiden bir kısım Batınî/Haşhaşî, dinin namaz, oruç ve zekât gibi vecibelerini kendilerince yorumlayarak bu ibadetleri yapma sorumluluğundan kurtulduklarını
düşünürdü. Bugünün insanı ise özellikle ibadetlerin modern hayat içinde yerine getirilmesinin zorluğunu dile getirmektedir. Hatta açıkça “ibadetsiz bir din olması” arzusunu dışa vurmaktadır. Çünkü onlara göre ibadetler hayatı kısıtlamakta, gündüz çalışmayı ve gece eğlenceyi bölmektedir. Dolayısıyla onlara göre ibadet, özgürlük için bir tehlike ve tehdit unsuru olmaktadır. Öyleyse dinin pratikleri olan ibadetler, insanın hayatını minimum düzeyde işgal etmeli, hatta mümkünse bütünüyle hayattan çekilmelidir. Bu yüzden reform hareketleri ile Hristiyanlık modern hayatın gereklerine göre yeniden dizayn edilmiştir. Bu hareket sonuçta deizm denilen Tanrı’nın dünya ile alakasını kesmek suretiyle ilahi müdahaleye kapalı bir dünya kurmak düşüncesine götürmüştür.
XIX. yüzyıldan beri İslam ile ilgili de benzer talepler bulunmaktadır. Nitekim Abdullah Cevdet gibi bazı modern zaman aydınları, içtihadı bir reform aracı gibi kullanmaya kalkışmışlar ve bu yolla İslam’da reform denemelerinde bulunmuşlardır. Çünkü dinin vecibeleri ve ahlaki ilkelerinin, günah ve sevap karşılığına bağlanması, bu şekilde düşünen kişileri rahatsız etmektedir. Bu kişiler her ne kadar Allah’a ve dine inandıklarını sözlü olarak dile getirseler de ibadetleri yerine getirmek söz konusu olduğunda tercihlerini aksi yönde kullanmaktadırlar. Namaz kılmayı, iş kaybı veya iş akışını aksatıcı bulurken oruç tutmanın, verimliliği azalttığını düşünürler. Zekâtı ise bazı insanlara haksız ve emeksiz kazanç sağlama yolu olarak görürler. Özellikle ibadetleri işlerine geldiği şekilde yorumlayıp kendilerine göre birtakım önerilerde bulunurlar. Onlara göre namaz kılmak, boş vakitleri değerlendirmektir. Çünkü eskiden insanlar günümüzdeki kadar yoğun çalışmıyorlardı. Bu yüzden namaz kılmaya, oruç tutmaya vakit bulabiliyorlardı. Yoğun bir çalışma uğraşısı içerisinde bulunan bugünün insanının ibadete ayıracak vakti yoktur. Zamanın değişmesi dinin değişmesini beraberinde getirir. Modern hayat yenilik demektir. Eskiler ve eski alışkanlıklar geride bırakılmalı ve terk edilmelidir.
Bu düşünce biçimi, bilinçli ve kasıtlı bir tercih olması dolayısıyla inançsızlığa doğru bir kayışın göstergesidir. Çünkü din bölünme ve parçalanma kabul etmez. Böylesi iddia ile ortaya çıkanlar Kur’an’da şöyle tasvir edilir: “Şimdi siz ey müminler bunların size inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Onlardan bir kısmı var ki, Allah’ın kelamını dinlerler, gerçekte ne olduğunu kavradıktan sonra dönüp onu bile bile değiştirirler.” (Bakara, 2/75.)
Hak olsun batıl olsun dünya tarihinde ibadet yönü bulunmayan bir din bulmak mümkün değildir. Her dinin mutlaka ibadetleri vardır. Zaten Batı’da gelişen ve insan tabiatına uygun din diye ortaya atılan ‘doğal din’ fikri yürümemiştir. ‘İnsanlık dini’ ismi verilen pozitivist dinin de yaşama şansı olmamıştır. Kâinata ve insana karışmayan bir tanrı inancını öneren ‘deist’ din anlayışının kısa zevklere cevap vermesinin ötesinde uzun ömürlü olması beklenmez. Zaten vahiysiz, peygambersiz ve kitapsız bir dini insanların kabul etmesi ve sürdürmesi söz konusu olmaz. Bu tür bir anlayış belki kısa vadeli arzularının yerine gelmesine veya gündelik zevklerin sarhoşluğuna vesile olabilir ama uzun vadede bu tür modern saldırı ve reform önerilerine direnen dinin hayatta kalacağı ve yaşayacağı açıktır.
Deizmin son durağı ateizmdir
İbadetin terkinin zaman içinde ibadetsiz bir din anlayışına götürmesi, insanın inancına karşı da umursamaz bir tavır almasına yol açması kaçınılmazdır. Her ne kadar bir tanrıya inandığını söylese bile bu tanrının İslam’ın veya müesses dinlerin Tanrı’sı olmadığı açıktır. Bu anlayışta hiçbir işe karışmayan, köşesine çekilmiş, modern zamanların deyimi ile “emekliye ayrılmış bir tanrı” söz konusudur. Bu tanrının insan bakımından bir değeri ve saygınlığı da söz konusu değildir veya varsa bile bunun zaman içinde yok olup gitmesi kaçınılmazdır. Nietzsche’nin çıkıp “tanrı öldü” demesi işte böylesi bir tanrının ölüm fermanının verilmesidir. Bu tanrıyı kendileri zihinlerinde yarattılar sonra da ölüm fermanını yazdılar. Çünkü Nietzsche’nin “öldü” dediği tanrı, İslam’ın veya müesses dinlerin Tanrı’sı değil, modern zaman insanının zihninde oluşturduğu muhayyel bir tanrıdır.
“Peygamberleri onlara dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında bir şüphe mi var? Günahlarınızı bağışlamak için sizi çağırıyor ve size ecel vaktinize kadar mühlet veriyor.” (İbrahim, 14/10.) “Deki ey Peygamber: Gökleri ve yeri yaratan Allah’tan başka tanrı mı edineyim? O Allah, herkese yiyeceğini veren ama kendisi yiyeceğe ihtiyacı olmayandır. Yine onlara de ki: Müslüman olanların ilki olmam ve Allah’a ortak koşanlardan olmamam bana emredildi.” (En’âm, 6/14.)