Makale

KIZIL ELMA’DAN İ’LA-YI KELİMETULLAH’A TARİH ŞUURU

KIZIL ELMA’DAN İ’LA-YI KELİMETULLAH’A TARİH ŞUURU

Prof. Dr. Mustafa S. KÜÇÜKAŞCI
Topkapı Sarayı Müze Başkanı/Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi


Endülüs’ün yetiştirdiği âlimlerden İbn Hazm (ö. 456/1064) Merâtibü’l-ulûm unvanlı eserinde ilimlerin tasnifini yaparken yediye ayırdığı ilimlerden dördünün (astronomi, aritmetik, tıp ve felsefe) bütün milletlerde ortak olduğunu, dinî ilimler, dil ve tarihten müteşekkil olan üçünün ise milletleri birbirinden ayırdığını ileri sürer. İbn Hazm’dan yaklaşık dört asır sonra yaşayan ve tarihçiliğe yeni bir bakış açısı getiren İbn Haldun (ö. 808/1406) da tarihi, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli bir ilim” şeklinde tanımlar. Benzerlerine İslami literatürde çokça rastladığımız tarihin kültür ve medeniyet içindeki yerine işaret eden bu evrensel yaklaşımların iyi anlaşılabilmesi İslam’da tarih yazıcılığının ortaya çıkış ve gelişim süreciyle doğrudan ilgilidir. Zira Cahiliye döneminde Arapların daha çok şifahi kültüre dayanan ve menkıbevi tarafı ağır basan tarih anlayışları İslamiyet’le birlikte mahiyet değiştirip yeni bir tarih telakkisi ile tarih bilincinin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.
Tarihî malzemeyi insanı terbiye etmek için kullanan Kur’an-ı Kerim, dünyanın ve hayatının çeşitli yönlerine yer verdiği insanın yaratılış ve ahvaliyle geçmiş, hâl ve geleceğe (ahiret) dikkat çekerek geçmiş kavimlerin hatt-ı hareketlerinin iyilerinden örnek, kötülerinden ibret alınmasını tavsiye etmiş; “tarih yapmada büyük rol üstlenen” peygamberlerin birbiri ardına gönderilmesini ve risaletin tek olduğunu bildirmesi tarihe cihanşümul bir bakış açısı getirmiştir. Aynı şekilde tarihi beşeriyet ve evrenin tarihi olarak gören Kur’an-ı Kerim’de çeşitli milletlerin yaşayış ve düşünüşleri, hissî tavırlarıyla kaderlerini yönlendiren unsurlar bütüncül bir yaklaşımla insanlığın ibret alması ve tevhit inancına karşı gelenlerin akıbetlerini hatırlatan, tarihî doğruluk ve gerçeklik niteliği taşıyan çeşitli kıssalara yer verilmiştir. Böylece bütün insanlık tarihinin bir yekparelik içerisinde düşünülmesi gerektiği vurgulanmak suretiyle Müslümanların dünya tarihine yönelmelerinin de önü açılmıştır. Tarihî malzemenin insanı terbiye etmek ve ona Allah’ın koyduğu nizam ve düzeni (sünnetullah/âdetullah) öğretmek maksadıyla kullanıldığı Kur’an-ı Kerim’de sürekli olarak tarihten misaller getirilerek insanların hem geçmişte hem de yaşadıkları dönemdeki hayat tecrübeleri üzerinde düşünmeleri sağlanmaya çalışılır. İnsan cüsse itibarıyla birçok canlıdan küçük olmasına rağmen aklı sayesinde onların hepsinden üstündür ve onlara hükmetme imkânına sahiptir. Bu bakımdan insan, aklının ve imanının ışığında ilahî hikmet, kudret ve rahmetin eserlerini görüp anlayabilir ve Allah’ın sıfatlarını idrak edebilir. Böylece gözleyen ve düşünen bir özne olarak âdetullaha uygun bir cemiyet ve medeniyet oluşturmakla yükümlü olan insanın entelektüel faaliyetin konusu olduğunun altı çizilir.
İslam dünyasında tarih yazımının doğup gelişmesinde ve tarih şuurunun oluşmasında, İslam tarihinin ilk safhasını teşkil eden Hz. Peygamber’in hayatını konu alan çalışmaların çok özel bir yeri vardır. Zira Rasul-i Ekrem’in hayatını bilmek sadece tarih için değil bütün İslami ilimler için ön şarttır ve bizzat ashab-ı kiram tarafından başlatılmıştır. İlk Müslümanlar, Hz. Peygamber’in her söz, emir ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hafızalarına kaydetmiş; öğrendiklerini de başkalarına aktarmışlardır. Ashabın Allah’ın elçisinden bizzat duymadıkları hadisleri öğrenme gayretleri onun vefatından sonra da sürmüş ve bunun için hususi seyahatlere çıkmışlardır. Ayrıca başta esbab-ı nüzul bilgileri olmak üzere geçmiş peygamberler ile kavimlerinin daha yakından tanınmalarıyla ilgili ayetlerin daha iyi anlaşılması ihtiyacı da hem ashabın tarihe ilgi duymalarına ve yönelmelerine sebep olmuş hem de tarih şuurunun gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu bakımdan İslam dünyasında tarih yazımının gelişmesinde ve tarih şuurunun ortaya çıkmasında başta Hz. Peygamber’in hayat ve şahsiyetine dair konuları ele alan siyer ve megazi olmak üzere İslami ilimler alanındaki bütün çalışmaların önemli bir rolü vardır. Bu arada tarih yazımının ve tarih şuurunun gelişmesinde Rasul-i Ekrem zamanına veri sağlayan ve sonraki dönem tarihçileri tarafından kullanılan tarihî vesikalar ile tarih metinlerinin yanında özellikle de hadislerin tedvin ve tasnifine yönelik faaliyetlerin mühim bir rolünün olduğunun altı çizilmelidir. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in Mushaf hâline getirilerek çoğaltılması faaliyetleri esnasında Mekki ve Medeni surelerin ayrımı tarih şuurunun oluşmasına ve gelişmesine yardımcı olmuştur.
Hz. Peygamber’in bu âlemden ayrılırken müntesiplerine miras olarak bıraktığı Kur’an ve sünnet kaynaklı İslami değerler sistemi, düşünce, ilim ve sanat hakkında işaret ettiği idealler tarihî şartların mümkün kıldığı oranda gerçekleşme imkânı bulmuştur. Bu medeniyet tecrübesinin ilimler, sanatlar ve kurumlar, hülasaten yüksek kültür çerçevesinde ortaya koyduğu tarihî birikimin sadece İslam dünyası için değil bütün insanlık için kalıcı sonuçlar doğurduğu bilinen bir husustur. Bu bağlamda tarih şuurunun gelişip tarih yazıcılığının da mesafe kaydetmesinde Hulefa-yı Raşidin döneminde gerçekleşen fetih hareketlerinin büyük etkisi vardır. Tevhit mücadelesinin temsilcileri olarak ümmet bilincine ulaşan Müslümanların Hz. Peygamber zamanından hatta ilk peygamberden itibaren tarih ilmiyle ilgilenmeleri ve gösterdikleri başarı ve edindikleri tecrübeleri kendilerinden sonraki nesillere aktarmaları önemli bir amaç hâline gelmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretini Hz. Ali’nin teklifiyle tarih ve takvim başlangıcı yapan Hz. Ömer’in zamanında tarihe ve tarih yazıcılığına çok önemli bir kaynak vazifesi gören ve devlet arşivinin teşekkülüne yardım eden divan defterlerinin tanzim edilmesi tarih metodolojisinin gelişmesine ve tarih şuurunun kökleşmesine zemin teşkil etmiştir.
Buna göre tarih nakledilen değil anlaşılmaya çalışılan bir yorumlama biçimi olarak görülmüş, İbn Miskeveyh’in tabiatta olduğu gibi tarihte de tesadüfe yer olmadığı görüşü tarih düşüncesine esas olmuştur. İslamiyet’i kabul eden milletlerin sebepler zincirine dayanan bir belgesi olan tarih ilmi, bir yandan geçmiş olayları doğru tespit ederek bunları sebepleriyle açıklarken bir yandan da ortaya konulan olaylara dayanıp gelecek için varsayımlar üretilmesinin önünü açmıştır. Bundan dolayı tarihçinin asıl vazifesi, sosyal ve tarihî değişim sürecinin bütünlüğünü yakalayabilmesidir. Gerçek vesikalara dayanarak olayların sebep ve tesirleriyle neticelerini araştırarak insanlığın tekâmül şartlarını, millet ve devletlerin doğuş, yükseliş ve çöküş hâllerini inceleyen bir ilim olan tarih hem bilgi kaynağımız hem de ibret aldığımız geçmişi hatırlatan geleceği de görmeyi sağlayan hafızamızdır. Bu bağlamda esas anlamını insan zihninden alan ve insan zihninin gelişim ve değişimine paralel biçimde değişken ve hareketli olan tarih ilmi, İslamiyet’i kabul eden milletlerin inanç ve hassasiyetlerinin, sosyal ve ekonomik yapılarının ve politik motivasyonlarıyla görsel hassasiyetlerinin kayıt altına alınmasını sağlamıştır.
Bütün dinlerin öğreti, ibadet, sanat ve ahlaki kurallar olmak üzere dört yönü vardır. Doğduğunda bu dört unsuru bünyesinde taşıyan İslamiyet, Bizans, Fars, Hint vb. gibi yıllanmış gayri İslami kültürlerden medeniyet yapısına bir şeyler transfer etti. Ancak süreç içinde bunları dönüştürerek dinin birleyen bakış açısı yani tevhit rehber ilkesine, İslamiyet’in hâkim ruhuna uygun hâle getirdi. Bu bakımdan İslam kültür ve medeniyeti bütün tezahür şekillerinde İslamiyet’in varlık ve hayatı algılayış ve anlamlandırış biçimini yansıtır. İslam ordularının fethettiği farklı dünyaların tüm sanat ve mimarileri, bilim ve felsefeleri, siyasi, ekonomik ve sosyal yapıları özümsenerek İslami bakış açısı çerçevesinde işlenerek yeniden formüle edildi; İslam kültür ve medeniyetinin bin yılı aşkın tüm detaylarında kendini gösterdi.
Diğer bir deyişle İslamiyet kadim kültür ve geleneklerden devraldığı malzemeyi kendi semavî perspektifleri ışığında yeniden ele alarak bilim, sanat, mimari vb. alanlarda kendi çözümlerini üretti. Bu bağlamda İslam geleneği sadece dini oluşturan dört unsurun iletimini değil, diğer kültür ve medeniyetlerden miras alınarak İslamiyet içerisinde dönüşen, şu veya bu şekilde ilahî vahyin mührüyle damgalanan, Müslüman olan bütün kavimlerin katkılarıyla İslam medeniyetinin bir parçası hâline gelen her şeyi ifade eden büyük bir tarihî mirası ortaya çıkardı. Bütün bu gelişmeler, bir taraftan Hz. Peygamber’in sağlığında başlayan tarih çalışmalarının büyük bir aşama kaydetmesine, diğer taraftan da farklı coğrafyalarda yaşayan Müslüman milletlerde İslam kültür ve medeniyetinde üstlendikleri role göre bir tarih şuuru oluşmasına kaynaklık etti.
İslamiyet’in gelişiyle birbirlerine düşmanlık besleyen Arap kabileleri Kur’an-ı Kerim’in irşadı ve Hz. Peygamber’in terbiyesiyle birleşerek i’la-yı kelimetullah için kılıç kuşanan idealist bir iman ve fetih ordusuna dönüştü. Tarih şuurunun oluşmasının temel kavramlarından olan i’la-yı kelimetullah, Allah’ın diniyle tevhit inancının yüceltilip yaygınlaştırılması çabasıdır. Aynı şekilde İslamiyet’in ilk döneminden itibaren Müslümanların gerek inançları gerekse İslam’ı tebliğ hususunda karşılaştıkları engeller sebebiyle giriştikleri, beşerî ihtirasların hükmettiği istilalardan ayrılması için fetih adı verilen savaş ve mücadelelerini karşılayan bir kavramdır. Oğuzlardan itibaren Türk cihan hâkimiyeti ülküsüne verilen ad olan Kızılelma da Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra i’la-yı kelimetullah hâlini almıştı.
Önce Selçukluların, ardından da Osmanlıların tevarüs ettikleri İslam kültür ve medeniyetini içselleştirip bütün İslam dünyasının siyasi belirleyicisi olmalarında en büyük pay, ideal ve fedakârlık demek olan ve Türkler için hangi yönde olursa olsun ulaşılması gereken ülke ve toprakların sembolü olan Kızılelma’nın yerini alan i’la-yı kelimetullah ülküsüne aitti. Bu ilkeyi düstur edinen Sultan II. Mehmet ile onun kutlu askerleri Hz. Peygamber zamanında başlayan İslam-Bizans mücadelesini sona erdirerek hem Rasul-i Ekrem’in övgüsüne nail oldular hem de komutanlarının ‘Fatih’ unvanı almasını sağladılar. “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.” (Maide, 5/3.) anlamındaki ayet, İslamiyet’in insanlık tarihi boyunca hiç eksik olmayan ilahî mesajının kemal noktası ve Hz. Muhammed’in de tevhit halkasının son peygamberi olduğuna işaret etmektedir. Kur’an-ı Kerim ile sünnetin Müslümanların tarihî tecrübesinde, zihniyet ve gelenek teşekkülünde mihver, yeni oluşum ve yorumlar için de başvuru ve denetim aracı olma esasına dayanan ve tarih şuurunun ana ekseni olan i’la-yı kelimetullah’ın, Hz. Peygamber’e verilen ve Allah tarafından tamamlandığı beyan buyrulan din olan İslamiyet’in bütün insanlığa ulaştırılması ve yeryüzündeki herkesin ondan nasiptar olmasından başka bir manası bulunmamaktadır.