Makale

TÜRKİSTAN VE OTRAR NOTLARI

TÜRKİSTAN VE OTRAR NOTLARI

Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi


İlahiyat Araştırmaları Merkezi’mizin istikrarlı ve başarılı bir şekilde 7 yıldır sürdürdüğü Uluslararası Öğrenci Sempozyumu, “İslam Medeniyetinin Yapı Taşları” üst başlığıyla 10-13 Mayıs tarihinde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde gerçekleşmişti. Bu sempozyumun yurt dışındaki ayağı ise Kazakistan’ın Türkistan kentinde, Uluslararası Ahmed Yesevî Üniversitesi yerleşkesinde 26 Ekim 2017 tarihinde icra edildi. Bugün sizlere atalar diyarına yaptığımız bu seyahatimizi anlatmaya çalışacağız.
24 Ekim salı günü akşamı bindiğimiz uçağımız, ertesi sabah erken vakitlerde Kazakistan’ın Çimkent havalimanına inmişti. Bizi bekleyen otobüsle Türkistan kentine bir buçuk saat sürecek olan yolculuğumuz başladı. Bir gün önce yola çıktığımız için grubumuzdaki hemen herkes gibi yorulmuş, buna rağmen güneşin çölden doğuşunu belirli aralıklarla da olsa takip etmeye çalışmıştım.
Türkistan şehrine girerken sağlı sollu müstakil binalar gözümüze çarpıyordu. Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin (ö. 562/1166) muhteşem türbesini görünceye kadar bu böyle devam etti. Kısa süre sonra önümüzdeki birkaç gün boyunca kalacağımız, üniversite misafirhanesine gelmiştik. Şanslıydım, odam türbeyi görüyordu.
Türkistan kelimesi burada bir şehrin adı olmuş. Halbuki Türkistan olarak adlandırılan coğrafya Ortaçağlarda Mâverâünnehir olarak kaynaklarımızda geçmekte olup, bugün hemen hemen Özbekistan topraklarını ihtiva eden, Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında kalan yaklaşık 660.000 km2’lik coğrafyaya denilmektedir. Zaten bugünkü Türkistan şehri, Kazakistan’ın en güneyindeki şehri olup, Özbekistan topraklarına da sınırdı.
Odalarımıza yerleşip kısa bir istirahat sonrasında yürüyerek Hoca Ahmed Yesevî’nin türbesine yöneldik. Malum olduğu üzere Hoca Ahmed Yesevî Türkler için oldukça önemli bir şahsiyettir. Divân-ı Hikmet onun şiirlerinden oluşan, Türkçe yazılmış önemli eseridir. Bilhassa sınır boylarındaki Türk topluluklarına, Türkçe hitap eden Ahmed Yesevî ve tesis ettiği tarikatı, bölgede Nakşibendilik tarikatı yaygınlaşıncaya kadar Türklerin yoğunlukla intisap ettikleri bir tarikat olmuştu. Bilindiği üzere Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icra edilen zikre "Zikr-i Erre" adı verilmektedir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimelerin kaybolup, sadece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltının çıkmasından dolayı buna Farsça’da "testere zikri" denilmiştir. Bu zikir eski Türk kamlarının icralarından mülhem olsa gerektir. Zira henüz Müslümanlığı benimseyen göçebe Türkler’in eski adet ve inanışlarını bir anda bırakmaları söz konusu değildi. Bunlar bir şekilde İslamî kültür içerisinde de varlığını sürdürerek devam etmiş olmalıdır.
Yolculuğumda Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’ini yanıma almıştım. Daha önce birkaç defa okuduğum hikmetlerini, şimdi Ahmed Yesevî’nin türbesinin hemen yanında, bir gece sıcak odamda yeniden okumaya başlamış, sabah erken vakitlerde ancak bitirebilmiştim. Hikmetlerinden birkaç dörtlüğü sizlerle paylaşmak istedim.
"Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip
Tâliplere inci, cevher saçtım işte
Riyâzeti katı çekip, kanlar yutup
Ben defter-i sâni sözünü açtım işte"
----
"Altmış üçe yaşım yetti, geçtim gâfil;
Hak emrini muhkem tutmadım, kendim câhil;
Oruç, namaz kaza kılıp oldum kâhil
Kötüyü izleyip iyilerden geçtim işte"
----
"On sekiz bin aleme server olan Muhammed
Otuz üç bin ashaba rehber olan Muhammed
Çıplaklık ve açlığa kanaatlı Muhammed
Âsi, câni ümmete şefaatlı Muhammed
Gece yatıp uyumaz, tilavetli Muhammed"
Otelimizin hemen yanında yer alan geniş ve boş arazi, tarihi Yesi kentinin arazisi olsa gerekti. Kazaklar eski şehre temsili bir şehir kapısı yapmışlar ve oradan geçip bir zamanlar şehir olan bu boşluktan ilerleyerek türbeye vardık. Türbenin solunda şehir surlarından bir miktarı onarılmış halde duruyordu. Uzaktan oldukça cesîm olan türbe bizzat Timur tarafından inşa edilmişti. Bu yapı Buhara ve Semerkant’takiler gibi oldukça gösterişli bir külliye idi. Dışarıdan bakıldığında oldukça büyük yekpare bir abide yapı görünüyordu. 18 metre yüksekliğindeki giriş takından kazanlık denilen tekke meydanına ulaştık. Külliyenin kuzeybatı köşesinde mescit, batısında kütüphane, kuzeydoğu köşesinde ve doğuda aksaray denilen hükümdar ve şeyh maksureleri bulunuyordu. Bunların bir kısmının içinde muhtelif eşyalar teşhir ediliyordu. Türbe ise kuzeyde yer alıyordu. Atamızın ve bütün ölmüşlerimizin ruhlarına Kur’an-ı Kerîm okuduktan sonra külliyenin yanında yer alan dehliz ve kubbeli mescit ile çilehanesini ziyaret ettik. Onun yanında muhtelif etnografik malzemenin yer aldığı bir küçük müze vardı. Külliyeye takriben bir kilometre mesafede yer alan, bölgeye ve ziyaret ettiğimiz türbenin mimarisine uygun olarak yapılan çifte minareli bir cami dikkatimizi çekmişti. Ertesi günü bir grup hocamızla bu caminin yanına vardığımızda, burada bulunan bir levhada yazılanlar çok hoşumuza gitmişti. Levhada bu caminin, Türk kardeşlerinden, Türkistanlı kardeşlerine (Kazaklara) bir hediye olduğu yazılı idi. Milletimin bu kadirşinas davranışından dolayı mutlu olmuş ve gurur duymuştum.
Kısa türbe ziyareti sonrasında Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Üniversitesi’ni ziyaret ettik. Bize ikram edilen yemekleri yedik ve mihmandar hocalarımızın eşliğinde, muhtelif üniversite binalarını gezdik. Bu esnada yanımda getirdiğim bir kutu çifte kavrulmuş lokumu girdiğimiz kütüphanedeki görevliye, orada bulunanlarla afiyetle yemeleri için takdim ettim.
Ertesi gün “Geçmişten Günümüze Din Anlayışı Farklılıklarını Belirleyen Etkenler” konulu sempozyumumuzu, lisans ve lisansüstü eğitimi devam eden tebliğci ve müzakereci 29 Türk ve Kazak öğrencimizin iştiraki ile gerçekleştirdik. Dr. Fatih Koca, açılış sonrasında küçük bir tasavvuf musikisi konseri icra etti. Akşam program bittiğinde ise Kazak öğrenciler, bize dombra dinletisi ve Türkiye’den çeşitli ezgiler sundular.
Akşam yemeğinde Hoca Ahmed Yesevî Üniversitesi idaresi heyetimize bir sürpriz yapmıştı. Otelimizde aldığımız yemeğimizde, at eti de ikram edilmişti. Daha öce Kırgızistan’da yiyememiştim, fakat bu sefer nasip olmuştu. Ardından daha önce Atatürk Havalimanı’nda karşılaştığımız ve bizim gibi Türkistan şehrine gelen, aynı gece soframızda bulunan şair Yavuz Bülent Bakiler’den aşk şiirleri ve bir kısım anılarını dinleme fırsatımız oldu. Yemek programı sonrasında Fatih Koca’nın udu eşliğinde bir miktar türkü ve şarkı okuduk. Seslerimizi Türkistan havalisinde çınlattık.
Ertesi günü sabah erkenden, daha önce planladığımız gibi bir otobüs dolusu öğrencimizle birlikte Otrar kentine gittik. Takriben 70 km. çölün içinde yol kat ettik. Yol boyunca gördüğümüz ise sadece toprak ve arada bir birkaç tane deve idi. İlk ziyaret yerimiz Hoca Ahmed Yesevi’nin hocası Arslan Baba’nın türbesi idi. Geniş bir mezarlığın ortasında kalan büyük türbeyi ziyaret sonrasında Otrar’ın bir müzesine gittik. Şansımıza müze kapalı idi. Avluda birkaç fotoğraf çektikten sonra, rehberimiz Ankara İlahiyat’ta doktorasını yapan Prof. Dr. Dosay Kenjetay hocanın teklifi ile küçük, fakat önemli başka bir müzeye gittik. Bu müze Farabî ile ilgili ve bölgedeki etnografik bazı objeleri içeren önemli bir müze idi. Görevli hanımın sunumu ile kısa zamanda müzeyi gezdik ve fotoğrafladık.
Son durak yerimiz ise tarihi Otrar kenti açık hava müzesi idi. Çölün ortasında, uzaktan bir kurgan gibi yükselen bir kum tepeciğini andıran Otrar benim için ziyaret edilmesi gereken önemli bir kentti. Fazla vaktimiz yoktu, fakat ısrarım üzerine buraya da bir teşehhüt miktarı uğradık. Ücreti mukabilinde etrafı tel örgüyle çevrili şehre girmiş, hızlıca bir zamanlar sur olduğunu düşündüğümüz, ama yağmur, kar ve kışın etkisiyle erimiş olan toprak yükseltisine, temsili olarak yapılmış bir şehir kapısından girdik. Kazaklarla ilgili daha önce Türkistan şehriyle ilgili söylediğimiz husus burada da geçerliydi. Onların imkan dahilinde buralarda arkeolojik kazılar yaptıkları ve gelecekte yapacakları anlaşılıyordu.
Otrar bizim için neden önemli bir kent? Hemen söyleyeyim, Moğollar’ın tarih sahnesine çıkmalarıyla birlikte ilk uğradıkları ve tahrip ettikleri şehir olması bakımından önemlidir. Zira Cengiz Han’ın 450 kişilik bir kervanı bu şehirde Harezmşahların valisi tarafından kılıçtan geçirilmiş, ardından şehre gönderilen Moğol elçileri de katledilmişti (1218). Moğollar bunun intikamını çok acı aldılar. İslam coğrafyasının uç şehirlerinden olan Otrar, Moğol saldırılarından ilk nasibini alan kent oldu (1219). Kısa süre içinde Sığnak, Hucend, Buhara ve Semerkant şehirleri Moğollar’ın eline geçmişti.
Tarihî Otrar kentinde dolaşmaya fazla vaktimiz yoktu. Nereye baksanız hemen her yerden kemik fışkırıyordu. Şaşırmıştım. Tepeye çıktığımızda, şehrin Ulu caminin planı ortaya çıkarılmıştı. Çıktığımız yükseltiden etrafı fotoğraflama imkânı bulmuştum. Daha öncesinde İslam tarihinin pek çok olayının cereyan ettiği birçok yeri ziyaret ederek, fotoğraflama imkanını bulmuştum. Artık Otrar da bu mekânlar arasına girmişti. Sevinç ve dahi hüznün de olduğu bir kısım karışık duygularla şehirde bir miktar vakit geçirdik. Bu mekânları bana gösterdiği için Rabbim’e hamt ettim.
Türkistan pazarlarında da bir miktar gezinme imkânı bulduk. Şehir merkezindeki pazar yerinde otantik, el yapımı bazı hediyelik eşya bulurum diye çok çırpındım, fakat nafile idi. Buna rağmen bir miktar hediyelik eşya alabildim. Özellikle son gün, bilhassa Hoca Ahmed Yesevî’nin türbesinin yanında yer alan alış veriş merkezinde, kalan son paramı (tenge) tüketmeye çalıştım. Bu arada 100 doların 33.500 tenge olduğunu söyleyeyim. Satıcı Kazak kadınlar, neredeyse hiç pazarlığa yanaşmıyorlardı. Hava iyice kararmıştı. Dükkânlar kapanmak üzere idi. Çarşıda ben ve arkadaşım Kenan Demirtaş vardık. İsmi Güzel olan bir bayan ise hiç pazarlığa yanaşmadı. Beni kızdırınca ona "bak ülkeme dönüyorum, bu elimdeki paraları çıkar sokaktaki dilenciye veririm" dedim. Daha sonra onun komşusu olan bayandan bir iki hediyelik satın aldım. Koşumlu, eyerli hoş bir at maketi 1000 tenge idi. Dört tane alınca 750 tengeden 3000 tenge ödedim. Son kalan paramı harcayacak yer bulamayınca da tekrar bir at almak istediğimi söyledim, aynı satıcı bayan bu defa yine atın fiyatının 1000 tenge olduğunu söylemesin mi? Artık bir daha pazarlık da yapmadı. Az önce aynı kadından dört at almıştım, fakat kadın beşincisini bana, yeniden 1000 tengeden satmak istiyordu. Hayretler içinde kaldım. Buna rağmen dört at, bir çadır, bir bıçak, bir kırbaç, dört adet deri cüzdan, birkaç tane maskot şeklinde dombra, ahşap dombra, buz dolabı süsleri ile Hoca Ahmed Yesevî ve Arslan Baba’nın mühürlerinin olduğu ahşap panellerden birkaç tane satın alabilmiştim. Ayrıca eskiden baharat yolu üzerinde bulunan bu şehrin pazarından sembolik de olsa bir miktar ceviz, üzüm ve baharat alarak ata yurdu topraklardan ayrılıp Türkiye’ye döndüm.