Makale

MEDİNE MÜDAFAASI: “SON KALE”

MEDİNE MÜDAFAASI: “SON KALE”

Mustafa Mirza DEMİR


Gözleri kendisine ya-lan söylüyor olabilir miydi? Okudu, inanamadı; tekrar tekrar okudu. Yanlış okumuyordu.. Kabullenemese de okudukları doğruydu. Ruhu incindi, kalbi kanadı, dizlerinin takati kesiliverdi. Sadrazam Ahmed İzzed Paşa tarafından gözyaşları dökülerek yazılıp imzalanmış, yazıldıktan ancak iki gün sonra eline ulaşmış olan bu emirde; İtilaf Devletleriyle bir anlaşma imzalamak zorunda kaldıkları yazıyor ve bu anlaşma gereği Hicaz, Asir ve Yemen’deki garnizonların en yakın İtilaf Devletleri komutanına teslim olmaları isteniyordu. Emir kesin olsa da onun bu emre itaat ederek Osmanlı’nın son kalesini bırakmaya, bu kutlu beldede dalgalanan Türk sancağını indirmeye niyeti yoktu. Şimdilik bu haberi saklamak en iyisi diye düşündü. Öyle de yaptı; gizledi ve oyaladı.. Kutsal toprakları bu denli sahiplenen, “Bu asker, Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancak alınmayacaktır!” diyen Peygamber ve Medine sevdalısı bu yiğit komutan; İstanbul ve Anadolu’ da “Medine Kahramanı” diye anılacak olan, İngilizlerin ve asi bedevilerin “Türk Kaplanı”, baş düşmanı Lawrence’ in “Çöl Kaplanı” dediği, Gazi Mustafa Kemal’in, kendisinden “Daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran kumandan” diye sitayişle bahsedeceği Ömer Fahreddin Türkkan Paşa’dan başkası değildi.
Yüzyıllardır hoşgörü ve adaletle hüküm sürdüğü Balkanlar’da ve Afrika’da ağır yaralar alarak toprak kaybı yaşadığı bir dönemde, 1914’te I. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti’ni, Hicaz topraklarında da İngilizlerle ve Şerif Hüseyin tarafından ayaklandırılacak olan asi bedevilerle zorlu mücadeleler bekliyordu.
Balkan Savaşı’nda, Çatalca savunmasında gösterdiği üstün başarı ile Edirne’nin geri alınmasında büyük rolü olan ve 1914’te Erkan-ı Harp Yarbayı olarak başında bulunduğu 12. Kolorduyu Musul’dan Halep’e getiren Fahreddin Paşa, mevcut vazifesine ilaveten Suriye’de bulunan ve Kanal taarruzuna hazırlanan 4. Ordu Kumandan Vekilliğine getirildi. Medine Muhafızı Basri Paşa’nın, Mekke Şerifi Hüseyin ve oğullarının isyan hazırlığında oldukları haberini iletmesi üzerine; Fahreddin Paşa, 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa tarafından, Hicaz demiryolunu denetlemek ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) kabrini ziyaret bahanesiyle Medine’ye gönderildi. Maiyetindeki askerlerle beraber 31 Mayıs 1916’da Medine’ye varan Fahreddin Paşa, Şerif Hüseyin ve oğullarının, İngilizlerle beraber hareket ettiklerini ve halkı; İngiliz casusu Lawrence’in altınları ve vaatleriyle kandırmak suretiyle Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırma hazırlığında olduklarını bizzat görmesi üzerine kumandayı ele aldı.
Ayaklanmalar Mekke, Taif, Cidde, Yenbu, Vech ve Hicaz’ın diğer yerlerinde 10 Haziran 1916’da başladı. İngilizlerin verdiği büyük destek sayesinde, 16 Haziran’da Cidde, 9 Temmuz’da Mekke, denizden de İngiliz gemisinin saldırısına uğrayan Yenbu 26 Temmuz’da asiler tarafından ele geçirildi. Cidde ile eş zamanlı olarak Taif kışlasına saldırıya geçen bedeviler, ilk saldırılarında Türk birlikleri tarafından püskürtülse de burada da savunma çok uzun sürmedi ve Taif 21 Eylül 1916’ya kadar dayanabildi. Son olarak Taif’in de düşmesiyle, Osmanlı Devleti’nin Hicaz’daki tek kalesi Medine kalmıştı.
Daha sonra Hicaz Kuvve-i Seferiyesi adlı askeri birliklere kumandan olarak atanacak olan Fahreddin Paşa’nın Medine’ye varışından beş gün sonra (5 Haziran 1916’da), Şam’dan gelen bir trene asiler tarafından ateş açılmasıyla ayaklanma, buna mukabil Medine’nin şanlı müdafaası da başlamış oldu. Medine’yi savunabilmek için İstanbul’dan takviye kuvveti isteyen, ancak beklediği takviyeyi alamayan Fahreddin Paşa; isyan ve taarruza karşı kısıtlı imkânlarıyla bazı tedbirler aldı. Osmanlı Devleti’nin, Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine; Medine ulemasından aldığı bir fetva ile İngiliz ve Arap yağmacıların eline düşmesinden korktuğu için, bugün Topkapı Sarayında bulunan ve “Kutsal Emanetler” diye bilinen muazzez hediyeleri 2000 askerin korumasında, önünde “Esselâmu Aleyke Ya Rasulallah” yazılı trenle İstanbul’a göndermesi onun öngörü, edep ve zekâsını gösteren bir hamledir. Kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul Hükümetine, "Medine Kalesi’nden, Türk’ün sancağını ben kendi elimle indiremem, eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderin" cevabını veren asil kumandan, koşulların zorluğuna rağmen Medine-i Münevvere’yi bırakmamaya kararlıydı.
Silahlı baskınlarla Medine’ye giremeyeceğini anlayan isyancılar demiryoluna ve istasyonlara, Türk askerinden sayıca çok fazla kuvvetlerle saldırılar düzenlemeye başladılar. Tebük-Medain arasındaki Müdevvere istasyonunu ele geçirmeleriyle işleri kolaylaşan isyancılar Medine Kalesini kuşattı.
Bütün ulaşım ve haberleşme imkânları Lawrence’in kandırdığı asiler tarafından tamamen bitirildiği için hiçbir şekilde yardım alamaz duruma gelen, açlıkla, susuzlukla, ilaçsızlıkla ve hayatlarında isimlerini bile duymadıkları hastalıklarla mücadele eden Fahreddin Paşa ve cesur askerlerinin, destanları kıskandıran direnişleri iki sene yedi ay sürdü. Askerler yorgun ve çok hastaydı, hayvanlar açlıktan ölüyordu. Çöl hayatı her geçen gün daha da acımasızlaşıyordu. Su kuyuları asiler tarafından zehirleniyor ve tahrip ediliyordu. Askerin iaşesi ve hayvanların yemi tükeniyordu. Gündüzleri, çadır içinde elli dereceye varan sıcaklar ve erzak yokluğu bazı askerlerin dirençlerini kırmıştı. Hatta Arap askerlerden, çamurlu suları içmek zorunda kalan, hurmadan başka yiyecek bir şey bulamayan ve nihayetinde Şerif Hüseyin ve taraftarlarının altın yaldızlı vaatlerine kanarak firar edenler, asilere katılanlar oldu. Öfkesinden deliye dönen paşa, hemen, firar edenlerin yakalananınca idam edileceği emrini duyurdu. Fahreddin Paşa, her şeye rağmen, “Karanlık gecelerin sonu aydınlıktır. Ümitliyiz. Maneviyatımız sağlam, gayretimiz de büyüktür. Allah yardımcımız, Peygamber sığınağımızdır” diyordu. Şehrin açlık yüzünden düşmesini istemeyen paşa sürekli yeni çareler aradı; yedikleri hurmaların çekirdeklerini öğütüp ekmek yaptılar, çekirge istilasını gökten yağan nimet olarak gördüler. Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, cesur, azimli ve başarılı bir komutan olduğu kadar, ehli kalemdi de. Askerin ilk başta çekirge yemeyi yadırgaması üzerine; çekirge yemenin sünnet olduğuna, çok faydalı ve lezzetli olduğuna, serçe kuşundan bir farkı olmadığına, bedevilerin sağlıklı ve çevik oluşlarının çekirge yemelerinden kaynaklandığına dair bilgiler veren, hatta pişirme tarifleri dahi yazan uzunca bir “Çekirge Talimatı” ile askeri çekirge yemeye teşvik etti. Fahreddin Paşa düzenlediği Hacivat-Karagöz oyunlarıyla gündelik hayatın zorluklarını hicvetti; din, vatan, namus, bayrak gibi değerleri de askere aşılamayı ihmal etmedi. Şecaati artırmak, askerin savaşçı ruhunu zinde tutmak için, eli kalem tutan askerler arasında şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenledi. Dereceye girenleri ödüllendirdi. Sadece askerin şevkini ve azmini artıran bu tür edebi ve sosyal faaliyetlerle de yetinmedi; Medine müdafaası boyunca, çarpışmalar ve saldırılar, açlıkla mücadele bir yandan devam ederken, şehrin imarı, ağaçlandırma ve çiçeklendirme, tarım ve ziraat, su kuyularının bakımı gibi işlerle de uğraşan paşa, Ravza-i Mutahhara’nın temizliğini de bizzat yaptı. Bazı subaylar, bunca sıkıntıyla boğuşurken, paşanın bir de imar işleriyle uğraşmasını hoş karşılamadı. Düşmana bırakılması muhtemel bir şehre yol yapmanın gereksizliği gibi söylentiler yayılmaya başladı. Fahreddin Paşa, kulağına gelen bu tür dedikodulara dört sayfalık El-Hicaz gazetesi aracılığıyla cevap veriyordu: “…Duyuyorum ki savaş esnasında imar faaliyetleri bazılarınızın hoşuna gitmemiş. Hâlbuki bu bizim ne kadar geniş ve derin bir ufka malik olduğumuzun delilidir… Dost da düşman da bizim savaşta dahi neler yaptığımızı görecektir ve dostlarımız sevinecek, düşmanlarımız üzülecektir…”
Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinden ve 31 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesinden, iletişim yollarının kapanması sebebiyle geç haberi olan Fahreddin Paşa, muhtelif tedbirlerle bu işi mümkün olduğunca geciktirmeye, zaman kazanmaya çalıştı. İstanbul’dan gelen emre: “Hükümetimin gönderdiğini iddia ettiğiniz emri aldım. Ancak bu emir İtilaf Donanmasının telsizleriyle değil de hükümetimin bir subayı ile gelmelidir” şeklinde karşılık verdi. Harbiye Nazırının yazdığı emri Yüzbaşı Ziya Bey’in elinden aldığında; “Medine yalnız askeri bir kale değildir. Bütün Müslümanları ilgilendiren, hilafet bakımından son derece önemli bir yerdir. Padişah Hazretlerinden İrade-i Seniyye gelmeden teslim edemem” dedi. Beklediği İrade-i Seniyye geldiğinde ise “Padişahımız bu iradeyi hür bir şekilde ve kendi başına vermedi. Bilakis, düşman baskısı ve çaresizlik yüzünden vermiştir. Sularında düşman gemilerinin yüzdüğü padişah hür olamaz!” diyerek iradeyi de kabul etmedi ve “aman paşam, ben padişaha ne derim?” diyen haberciye, “Size dediklerimi harfiyen aktarın, Her yanı düşman tarafından kuşatılmış olan komutanınız hürriyetin ne olduğunu iyi bildiğinden, iradenizi kabul etmemiştir deyiniz!” dedi. Fahreddin Paşa gibi düşünmeyen, teslim olmaktan yana olan subayların sayısı az değildi ve muhalefet kazanları da bir taraftan kaynamaya başladı. Artık Lawrence’in bile iyice hayran olduğu Çöl Kaplanı, kendisine muhalefet eden subaylarına, “karşımızdaki isyancıların azminden utanalım, dört beş sene harp ettik, dört beş hafta daha sabredelim” diyordu. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin huzurunda topladığı kendisine inanan askerleriyle beraber “son nefes, son nefer, son damla kana kadar, biz seni bırakmayız Yâ Rasûlâllah” diye yemin etti. Medine-i Münevvere’de geçirdiği son zamanlarında, yatağını yorganını Ravza-i Mutahhara’nın yanı başına serip orada yatmaya başlayan, kendisini al ve yeşil sancaklarla sarmalayan, yıllar sonra bile gözü yaşlı “Ah Medine” diyerek o günleri özlemle anacak olan paşa; Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimize verdiği sözüne sadık olan ve heyhat ki bazı muhalif subayların çevirdiği oyunlar neticesinde teslim olmak zorunda bırakılan Ömer Fahreddin Türkkan Paşa’nın; Mondros Mütarekesinden yetmiş iki gün sonra, 13 Ocak 1919’da teslimi ile Medine’de 400 yıl hüküm süren Türk hâkimiyeti sona erdi.