Makale

Doç. Dr. Halİl ALTUNTAŞ: “Nihai sorumluluğumuzun Allah’a karşı olduğunu unutmamak gerekiyor.”

Doç. Dr. Halİl ALTUNTAŞ: “Nihai sorumluluğumuzun Allah’a karşı olduğunu unutmamak gerekiyor.”

Söyleşi: Kaan H. Süleymanoğlu


Sayın Hocam, Diyanet İşleri Başkanlığında uzun yıllar çeşitli kademelerde görev yaptınız. Sizin dünyanızda Diyanet neye tekabül ediyor, ona nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?
Hizmet vermeye çalıştığım uzun yıllar süresince edindiğim tecrübe ve bilgi birikimi elbette benim zihnime de bir Diyanet kurumu fotoğrafı vermiştir. Bugün Diyanet kurumu yapısı, mahiyeti, yapıp ettikleri, topluma verdikleri, veremedikleri ile bu Müslüman toplumun gözü önündedir. İçinde yaşadığımız her türlü ortamda toplumumuzun sahip olduğu dini-manevi değerlerini koruyup bütün sosyal kesimler arasında bağlayıcı ve bağdaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ben böyle görüyorum. Şurası da var ki Başkanlığın yapıp ettikleri masaya yatırılırken çok kere bu kuruma bir örgün eğitim kurumu gözü ile bakıldığı hatasına düşüldüğüne şahit oluyoruz. Oysa temelde bir hizmet kurumu olarak tasarlanan Başkanlığa kitleleri bilgilendirme noktasında verilen görev “aydınlatma”dır. Ben buradan şunu anlıyorum: Devlet kendi eğitim sistemi içinde geniş kitlelere dini öğretir/öğrenme imkânını verir. Toplum nezdinde eksikliği hissedilen yahut zaman içinde orta çıkan dini temelli problemlerin halledilip cevaba bağlanmasında Başkanlık devreye girecek ve görevlerini yürütecektir. Bu da pratikte olduğu gibi cami kürsü ve minberleri, dini yayınlar, toplantı ve açıklamalar üzerinden yürür ve öyle de olmaktadır. Bu tür faaliyetlerin arzulanan etkiyi gösterebilmesi için dini bilginin geniş halk kitlelerine yeterli düzeyde ulaşması gerekmektedir. Kısaca Diyanet İşleri Başkanlığı, din deyince sadece kedisinin akla geldiği bir kurum değildir ve öyle de görülmemelidir.
Göreve nasıl başladınız. Geçmişle mukayese ettiğinizde dünden bugüne neler değişti?
Benim memurluk hayatım öğretmenlikle başladı. 1975 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden mezun olduktan sonra Giresun İmam Hatip Okuluna meslek dersleri öğretmeni olarak tayin edildim. Bir dönem çalışıp askerlik görevim için ayrıldım. Askerlikten sonra kısa bir süre Bitlis Ortaokuluna tayin edildim. Zamanın şartları sebebi ile burada da fazla kalmayıp istifa ederek ayrıldım. Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğüne bağlı öğrenci yurtlarında müdürlük yaptım. O sıralarda Haseki Eğitim Merkezine giriş için imtihan yapıldığını duydum. Bu imtihana girip ne yazık ki “seçilemediniz” yazısı aldım. Vakıflardaki görevimden de ayrılmak durumunda kaldım. Bir yıl kadar resmi görevim olmadı. Bu süre içinde Haseki Eğitim Merkezinin 4. Dönem için açtığı imtihana girdim. Onun da hikâyesi biraz uzundur, ama burada kalsın. Bu sefer başarılı olduğum yazısı geldi. -O sıralarda Başkanlıkça açılan Müftülük-Vaizlik imtihanlarına girip başarılı olmuştum.- İmtihanı yapan hocalar “Kadir (Bozlu) beye git, tayin işlemini yapsınlar.” dedi. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu olmuştum. İlk tayinim de Manisa’nın Gördes ilçesi vaizliği oldu. 2-3 ay sonra 1983 yılında İstanbul’daki eğitim merkezine kursiyer olarak katılmış oldum. Şunu ifade edeyim; bu eğitim merkezine girmek isteyişim, memuriyet ciheti ile değil, oradaki eğitim imkânından yararlanmak arzusu ile olmuştur. Ama takdir başka imiş ve Başkanlık bünyesinde kaldım. Hamdolsun ki öyle oldu. Eğitim merkezinden mezun olduğumuz 1986 yılında ilk dört sırayı alanlar olarak Vahdi Boydaş, ben, Muzaffer Şahin ve Ekrem Keleş, Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanlığına tayin edildik. İşte o tarihten emekliye ayrıldığım 30 Kasım 2017 tarihine kadar Kurul çatısı altında Kurul Uzmanı ve Kurul Üyesi olarak otuz bir yıl kesintisiz hizmet etme fırsatını nasip etti Allah; O’na hamdolsun.
Geçmişten bugüne neler mi değişti? Göreve başladığım günlerden aklımda kalan ilk sahne 6-7 kişinin bir arada oturduğu bir odada, elimde kurşun kalemle hazırlamaya çalıştığım fetva taslaklarıdır. Din İşleri Yüksek Kurulu iki üç üye ile çalışmaktadır. Faaliyetler tabii ki rutinin ötesine pek geçemiyordu. Şimdiye göre her bakımdan kısıtlı imkânlar söz konusu idi. Kurul Kalem odasına ilk defa bir elektronik daktilo makinesi girdiğinde birtakım şeylerin değişmekte olduğunu kestirmiştik. Kısa süre sonra bilgisayar ve daha sonra da internet hayatımıza girdi. Klasik sözdür, ama söyleyeyim: “Şimdi her şey çok iyi, eskiden böyle mi idi ki…” Gerçekten de öyle, nimetlere şükür için ne yapacağımızı şaşırmamız gereken bir ortam içindeyiz şimdi. Bu sorumluluk duygusu uykularımızı kaçırmalıdır diye düşünüyorum.
Görev yaptığınız yıllar boyunca unutamadığınız bir anınızı ya da şahitliğinizi bizimle paylaşır mısınız?
Bu noktada söyleyebileceğim ilk şey, göreve başladığım ilk günlerde, vefat ettiğini duyduğum eski Kurul başkanlarından Ahmet Hamdi Kasapoğlu’nun cenazesine katılmış olmamdır. Şahsen görüşme imkânını bulamadığım Hoca’nın cenaze namazına katılmıştım. O günlerden aklımda kalan başka bir hatıra da, Kurul Başkanvekili İrfan Yücel Bey’in yazılı açtığı kullanılmış mektup zarflarının iç yüzlerini yazdığı fetvalara müsvedde kâğıdı olarak kullanmasıdır. Kurul Uzmanları Hüseyin Yılmaz ile Ali Vehbi Cengiz ikilisinin gündelik mesai hayatımızdaki yeri, o dönemi yaşayanların hoş bir ortak hafızası durumundadır.
Akademik çalışmalarınıza nasıl başladınız?
Şu tarihte ve şu şekilde başladı diyemem. Bu noktaya, içimdeki kendimi yetiştirme ilkesinin bir sonucu olarak gelmişimdir belki de. Daha Bursa İmam Hatip Okulu’nun ilk ve ikinci sınıflarında iken Hocalarımızın, özellikle Sabahattin Öztürk Hocamızın teşvikleri, önümüze büyük hedefler koymuştu. Kendisine sağlıklı ömürler diliyorum. İsmail Karaçam ve Merhum Ahmet Yayla Hocalarımızı da hatırlamam gerekiyor. Tahsil hayatım boyunca bu hedefi hep güttüm. Diyanette görev almadan önce, 1980 veya 1981 yılıydı, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde açılan Tefsir asistanlığı imtihanına girdim. Başarılı olmuştum. İmtihan komisyonu başkanı rahmetli Mehmet Sofuoğlu Hocamız imtihandan sonra; "Hoca, imtihanın tamam. Nasip olursa tayinin yapılınca derslere gireceksin. Sakın ha okulda hiçbir grup ve tarafa dâhil olma!" diye tembihte bulunmuştu. O sırada memurluktan istifa etmiş olduğum ve henüz bir kadroya atanmış bulunmadığım için atamam yapılamadı. Anlaşılan Enstitüye açıktan kadro tahsis edilememişti. Nasip değilmiş. Daha önce Ankara İlahiyat Fakültesinde doktora yapmak üzere imtihanına girmiştim fakat iş başka bahara kalmıştı.
Haseki Eğitim Merkezindeki ihtisas eğitiminden sonra Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanlığına tayin edildiğimiz 1986 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne akademik kariyer isteği ile başvurduk. Fakat arzu ettiğim branşlardan imtihan açılmadığı için ertesi yılı beklemek durumunda kaldım. 1987 yılında Tefsir alanında yüksek lisans çalışmasına başladım. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu Hoca ile çalışmak nasip oldu. Sonrası geldi… Rahmetli Salih Akdemir Hoca ile çalıştık. Bu süreçte derslerin takibi için Kurul Başkanvekili İrfan Yücel Hocamızın desteğini de unutamam.
Hem vazifelerini ifa eden hem de akademik çalışmalarını yürüten çalışma arkadaşlarımıza neler tavsiye edersiziniz?
Akademik çalışma fırsat ve imkânı olan her genç kardeşimize tavsiyemizdir. Ancak vazife, rızkımızı kazandığımız iş alanını temsil ediyor. Temel ölçümüz, bugünkü ücretimi hak ettim mi, sorusu olmalıdır. Bu süreçte akademik çalışmayı öncelikle işimizi daha iyi yapabilme niyeti ile yapmak gerekiyor. Yani meslek içi eğitim gibi düşünmek farklı bir bakış açısı ile değerlendirmek gerekiyor. İşgal ettiğimiz mevkiin hakkını vermenin bir gereği olarak düşünmek gerekiyor. Bu yola giren bir kardeşimizin defterinden “boş vakit” kavramı silinmiş olmalıdır. "Dinlenmek boş vakit değil, bir ihtiyacı karşılamaktır” ilkesi bize bir örnek ve yol gösterici olabilir. Kütüphaneyi sevmek şart. Ömür kısa, yapılacak iş çok.
Bir yazınızda Shopenhauer’ın “umutla şaşkına dönmüş vaziyette ölümün kollarında dans” ifadesine ve sanatçıların “sahnede ölmek istiyorum” sözlerine atıfta bulunarak “zaten hepimiz sahnede ölüyoruz” demiştiniz. Buradan hareketle sormak istiyorum: Perde çekildiğinde ne yapıyor olmak isterdiniz ve neden?
Burada bir nokta tespitte bulunmak benim için zor. Çünkü “şu halde olmak isterdim” sözü geleceğini şansa bırakmış, elinden bir şey gelmeyen bir dünya görüşünün ürünü gibi görünüyor. İnsan nasıl ve hangi halde perdenin arkasına çekilmek istiyorsa bunu sağlayacak bir hayatı yaşamaya çalışma hesabı içinde olmalıdır. Bu öğüdü Resüllah’ın bize sunduğu hayat felsefesinden alıyoruz. Malum, “nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” buyruluyor. Bu ilkeyi dikkate almadan şu veya bu halde ölmek isterim demek bana biraz zeminsiz temenni gibi geliyor. Müslüman olarak yapmamız gerekeni yapıp gerisini rahmet-i Rahman’a bırakırız diyorum. Rabbülaleminin ilim ve kudreti ile bir saniyesinden bile gaflet etmediği hayat oyununun oyuncuları olarak dünya sahnesindeyiz. Zaten sahnede ölüyoruz, demem de o.
Diyanet İşleri Başkanlığı, müftüler, vaizler ve din görevlileri, Kur’an kursu öğreticileriyle toplumun kılcal damarlarına nüfuz edebilen bir personel imkânına sahip. Son olarak din hizmetlerinde vazife icra eden arkadaşlarımıza neler söylemek istersiniz?
Din hizmeti düzleminde yer alan her konumdaki insanlar olarak diğer bütün iş alanlarında çalışanlara göre hem çok avantajlı, hem de çok riskli durumdayız. Hakkını verip, sorumluluklarımızı yerine getirebilir, bu yolda samimi bir niyet ve çaba içinde olursak, işimiz iyidir. Dinimizi yaşarken, hayatımızı da kazanmış oluyoruz. Ama bunun tersi hal bizi, dinimizi geçim alanı olarak görmek durumuna düşürür. Bundan Allah’a sığınmalıyız. Bu yolda hizmet veren insanlar olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bireysel nitelik ve kalitedir. İşimizin hakkını verebilmemizin birinci şartı budur. Tabi ihlas ve iyi niyetle desteklenen bir kaliteden söz ediyoruz. Karşılaşabileceğimiz birtakım zorluklar ve olumsuzluklar bu hedefle bizim aramızda bir mazeret, bir engel, bir bahane oluşturmamalıdır. Herkes bulunduğu zeminin şartlarına göre davranmalı. Nihai sorumluluğumuzun Allah’a karşı olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu tutum, şartlar ne olursa olsun, bizi kendi iç dünyamızda yüceltecek; ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi kendi içimizde üretme imkânını sağlayacaktır. Her akşam başımızı yastığa koyarken “Bugün ne yaptım?” sorusu ve bunun gereği rehberimiz olmalı.

Bana bu fırsatı verdiği için Diyanet Aylık Dergi’ye şükranlarımı arz ediyorum.

1952’de Trabzon Araklı’da doğdu. 1970’te Bursa İmam-Hatip Okulunu ve İstanbul Zeytinburnu Lisesini (dışarıdan) bitirdi. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden mezun olduğu 1975’te Giresun İmam-Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmenliğine tayin edildi. 1977’de atandığı Bitlis Ortaokulu Din Bilgisi öğretmenliğinden kısa bir süre sonra ayrıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı Bursa ve Biga Öğrenci yurtlarında müdürlük yaptı (1977-1982). 1983’te başladığı Manisa Gördes vaizliği görevi devam ederken Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi kursiyerliğini kazandı. 1986’da buradan dördüncü dönem kursiyeri olarak mezun oldu ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanlığına atandı. Bu görevini sürdürürken Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsünde yüksek lisansını tamamladı (1989). 1994’te doktor ve 2001’de doçent unvanlarını aldı. 1991’de Diyanet Gazetesi’nin yerine yayınlanmaya başlayan Diyanet Aylık Dergi’yi ilk hazırlayan ekipte yer aldı. 2001 yılı Nisan ayında Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine seçildi. 2008’de yapılan seçimlerle yeniden üyeliğe seçildiği Din İşleri Yüksek Kurulunda, Dinî Yayınlar Komisyonu üyeliği ile Dinî Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplama Komisyonu üyeliği görevlerini yürüttü. 2015’de atandığı Başkanlık Müşavirliği görevinin ardından 2017 yılı Aralık ayında emekliye ayrılmıştır.