Makale

RÜZGÂRA FISILDAMAK

RÜZGÂRA FISILDAMAK

Abdulbaki İşcan

Derdimi götürsen uzaklara diyorum, sonra getirsen geri…
Bu kuru şehir yüklü acımasız ağırlığın altında nefes alıp verirken, bu miraç izli zamanın hangi dilimindeysen, hüzünlü bir grup vaktinin dökülen ışıkları gibi, peygamber kokusuyla çıkıp gelsen…
Götürsen uzaklara diyorum, kavimlerin göç yoluna vursan, bildiğin ne varsa anlatsan; yıkasan, temizlesen, yanında tutsan…
Diyorum ki; kutlu bir eylül gününde beni götürsen olgun hurmaların bereketle döküldüğü yere. On iki bin şamdanlı avludan vakarla geçsek, artçı bölükten Iğdırlı Onbaşı Hasan’ın yanında soluklansak, ardımızda on iki bin nefes ile kıyama dursak…
Hayber’in tozuna katsan benden aldığın ne varsa, özüm olsun. Sözüm olsun Hz. Musa’nın duası, avucumda bıraktığın yakarışlar ahtım olsun.
Hissetmez misin zeytin ağaçlarının kokusu duru sabahlarda Zeytin Dağı’ndan nasıl duyulur! Ve orada çocuklar sarı gün doğumlarında temiz alınlarından nasıl vurulur!
Rüzgâr! Mirac’ın mukaddes anahtarı bu kadar mahzunken, aşkımızı toprağa kim verdi?
Yorgun değilim. Sevdalar daha fazla tükenmeden ölüme bakan yüzlerin ucuna bıraksan diyorum.
Bilirim uzağım bin derde deva çöl toprağının kokusundan ki şu hicrana müptela yerde bana yasaklanmış miskidilara. Güneş kuşları ülfetini kestiğinden beri mahzunlar diyarında bir sefil hayat kurmaktır payıma düşen ve senden işittiğim yanık tenli bir kavmin özgürlük şarkılarının son satırlarına sığınarak avunmaktır.
Sen benden elini eteğini çektikten sonra kanat gerdim başımdan yukarı, gönül bağım artık viran.
Gökyüzünü gecenin aydınlığında seyreden gözlerimi dağladılar da sesim soluğum çıkmadı bak, geride kalan görüntülerden göğsümün tam da ortasına bir isyan ağacı diktim dallarıyla sana tutunan. Kurutma onları…
Bilmez misin ki bu Ken’an diyarında en çok Hızır Kubbesi serinliğine, en çok ezan sesinin diriliğine ve de en çok ‘yerin gökle yakın avlusu’nun sabah gülüşüne düşkünlüğüm vardır. Mağlup insanlığımızın üstüne haramiler çadır açarken görmez misin ki her gece semazen gibi beynimde dönüp duran bir bedensize mahkûmum. Tutkunu oldu bütün azalarım. Bak derse bakanım, duy derse duyanım. O yüzdendir ki gecem gündüze karışmakta. O yüzdendir ki her sabah boynu bükük bir çocuk gölgesi acı sesiyle açar uykularımı. Uyu derse uyuyanım, uyuma hadi kalk derse, uykuyu zehir yapanım.
Rüzgâr! Alınlarına kına çalınmış süvarilerin aklını kim çeldi?
Topraktan devşirilmiş şu uzak mescidin bekçileri derler ki; ruhta var olan neyse yaşatır adımızı tekrar toprak olana kadar. Ama kimin aklına gelir son Osmanlı Onbaşı Hasan orada ne arar? Hem bir emanete sahip çıkmakla geçen bu kadar yalnız yılı ıssız seher vakitlerinde dualarla uğurlarken, bilmez misin ki benim payıma düşen gölgeleri billur parçası yerlerde seninle yol almayı murat etmektir.
Yolunun izine bu kaç ömür yamasıdır harcadığım, yine de ben gibi tedirgin gönüllere akşam serinliğinde bir nefesi çok görmedesin.
Bir dudak üfürmesi yalnızca, bir soluk alıp vermesi zor mudur ki hâlâ eğlenmedesin.
Selahattin’in diriliğine götürsen diyorum, Yusuf’un gömleğinin kokusunu nasıl taşıdıysan öyle. Kerbela’daki Hüseyinler gibi yığınca keder şehri her yerinden kuşattı görmez misin hâlâ? Vadi yamaçlarından savrulan yaprak senin düşkününse eğer ne diye esip durmadasın, gazellere her dem bir umutsuzluk vermedesin.
Toza toprağa karışmaya meyilli yıkıntı evler, çalıntı sokak araları, kaç asırdır huylarından huylandığım sisli gölgelikler ansızın üşüşürler ve birden bire gözleri büyümüş kızıl bir korku örter şehrin aralıksız üstünü, taştan duvarlar tedirgin olur; anneler, babalar ölümüne tedirgin.
Rüzgâr, kalbinde Hanzala’yı taşıyan altın yürekli çocukları kim götürdü?
Değil mi ki sen her vakit ayrı yönden eserken ve her daim gündüzlerin boynunda yürürken, gecikirsek ve çıkmazsa bu yollar şehrin sokaklarına, geceye aydınlık uğramayacak. Değil mi ki bir kavmi helak ederken irili ufaklı senden binlercesi, ölümlülerin üzerinde ad olarak kalacak.
Sabah güneşinin ışıklarına mı kalsaydı korkularımızı savuşturmamız, başka bir gün doğumuna mı bıraksaydık yeni bekleyişlerimizi, adını ne koysaydık meydanlara düşen kanlı mahzunluklarımızın?
Saf kanatlarıyla umut yüklü bulutlara yükselirken gördüğüm gök gözlü çocukların hatırı kime öyleyse?
Hem Mekke kumuyla hemhal bir esinti dolaşıyor şimdi dışarıda, yükseklerden inmeli diyorum hem de şehirlerin en kederlisine gitmeli. Üzerine ateş inmemiş ev aramalı.
Bu ne kıyamettir ki ömrüme düşen, birkaç geceydi geldi geçti demiyorum. Derdimi diyorum yani beni, acı nefesimin şiddetli yalnızlığını; ateş gibi bir yalnızlık diyorum, bir varlık ki ay kadar parlak, asma köprülerin orta yerinde sallantılı ruhlar gibi bekliyor adımlarının sıcak sesini.
Diyorum ki alıp götürsen hepsini sonra bin bir umutla getirsen geri.
Issız karanlıkların tellalı gelip geçici olduğunu söyler, her dem değişmenden şikâyet edermiş, ne gam. Sevgilinin başında onlarca yıl mum olup bekleyenden de razı değilmiş, kime ne? Ben ruhuma kırılmış müjdeler fısıldayan hayırsız uğultulardan çok vurgun yedim, uyuşuk seslerin ağırlığından usandı hüzün dolu gezmelerim. Her bir mevsimin her gününün her sabahında ve her akşamında görüyor olmaktan bıktım başıboşlukları. Senden bekleyerek bir gülümsemeyi, bu umudu besliyorum durmadan bir çelimsiz fidan gibi.
Rüzgâr, vefalı bir neferin küskün bakışlarını gözlerine kim esir etti?
Duymadın mı hiç, zalimin ayak izi dahi ayrılırmış diğerlerinden. Gamlı bildiğin ne varsa bu diyardadır, duymadın mı?
Bağ ve bostanda dolaşıp dururken bana yeniden can vermeyi unutursun. Hem ıtır kokularını tan ağartısına saklaman niye? Geceye asude yalnızlık gerek, seninle yol miskini olmak bana gerek. Böyle hicran nümayişlerinden vazgeçmezsen, böy-le bin nazla etrafımda gezinip de eteklerine sarmazsan, yolum nereye düşer?
Demedi deme, kuyuya su ışıktan yeğdir.
Götür dertlerimin hepsini yani beni, sonra getir geri.
Bırakmışım kendimi senin eline, bana ne gerekliyse onu ver işte. Ya da ilişme, unutulup giden biri olayım…