Makale

PROF. DR. ÖMER FARUK HARMAN: "KUDÜS MÜSLÜMAN TOPRAĞIDIR!

PROF. DR. ÖMER FARUK HARMAN: "KUDÜS MÜSLÜMAN TOPRAĞIDIR! "

Muhammed Kâmil YAYKAN


Hocam, davetimizi kırmadığınız için teşekkür ediyorum. İnsanlık tarihinin belki de en önemli kenti olan Kudüs’ün etimolojisinden ve kronolojisinden sözü açalım isterseniz. Kudüs, günümüze gelene kadar nasıl bir serencamdan geçmiştir?
Günümüzde Kudüs ismi ile adlandırdığımız şehir, Orta Doğu’da Filistin coğrafyasında Güney Filistin’in merkezidir. Şehrin çok uzun bir geçmişi vardır. Kudüs şehrinin geçtiği belki en eski belge MÖ XIX. ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinleridir. MÖ XIV. yüzyıla ait Telamarna mektuplarında şehrin adı “Urusalim”, geç Asur metinlerinde “Urusilumu” veya “Ursalimmu”, İbranice metinlerde “Yeruşalim” veya “Yeruşalayim” şeklinde geçer. Eski Aramice metinlerde Kudüs’ün adı “Yeruşalem” şeklinde telaffuz edilir. Bugün Batı dillerinde Kudüs’ün adı Jerusalem’dir. İbranice Yeruşalayim kelimesi ne demek ona bakalım: Bu iki kelimeden müteşekkil. Biri “yeru” diğeri de “şalem” ya da “şalayim” kelimesi. Salem kelimesinin barış anlamına geldiği veya İsrailoğullarının o topraklara gelmeden önce oranın yerli halkı olan Kenanlıların veya daha eski ve Arap kökenli bir kavim olan Ameleklerin bir şehir ilahı olan Şalem veya Saleme nispeten “Salem’in şehri” anlamında buraya Arapça kökenden “Urşalim” dendiği, İbranicede Yeruşalayim kelimesinin ise -yeru kurmak tesis etmek, şalem o ilahın adı- “Şalem’in kurduğu şehir.” anlamına geliyor. Ama bu salem kelimesini Kenanlıların taptığı bir put olmasından hareketle. Ama salem, selam kelimesi Arapçada İbranicede şalom kelimesi barış, sulh, sükûn ve selamet demektir. Şimdi Tevrat’ı MS IX. yüzyılda İbranice metinden Arapçaya çeviren meşhur Yahudi din bilgini Said bin Yusuf el Feyyumi ki ona İbranicede Saadiah Gaon da deniyor. Onun yaptığı Tevrat çevirisinde Yahudi kutsal kitabında geçen Yeruşalayim kelimesini Darüsselam veya Medinetüsselam diye çevirmiştir. Dolayısıyla o da bunu bir ilah adı olarak almamış, barış sulh sükûnet ve selamet anlamındaki şalom kelimesinden hareketle orayı barış ve selamet ve sulh ve sükûn yurdu, şehri diye adlandırıyor. Kelimenin adı bu…
İslami kaynaklarda ise Kur’an’dan hareketle Mescid-i Aksa’ya, İsra suresinin birinci ayetinde zikredildiği gibi Mescid-i Aksa denilmiş fakat Roma imparatoru Adrianus’un MS II. yy. içinde yani 136’lı yıllarda şehre kendi ön adı olan “Aelia”yı vermesi sebebiyle ki Adrianus 135’te Yahudi ayaklanmasını bastırdıktan sonra adeta Yahudilerden hiçbir iz kalmasın diye şehri yerle bir eder ve sonra 136 yılında şehri yeniden kurar. Kurduğu şehre kendi adını verir. Bundan hareketle bizim İslami kaynaklarda bir dönem şehrin adı Aeliya’nın Arapçaya geçmiş şekli olan İlya olarak da anılır oldu. Burası Aramice “İrhakodeş” olarak da telaffuz edilirdi. Kutsal şehir demektir. Buradan Arapçaya intikal ettiği ve dolayısıyla şehrin adı El-Kuds oldu. Yani Kudüs olarak anılmaya başladı.
Yahudilerde bu anlattığınız isimlendirme farklı olarak algılanmakta. Çünkü onların ifadesine gör Kur’an-ı Kerim’de Kudüs ismi geçmemekte. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Arapçada şehrin adı olan Kudüs kelimesi Kur’an’da geçiyor mu geçmiyor mu? Yahudiler bu sorudan hareketle kendilerine bir cevap çıkarırlar her zaman. Aslında Kudüs kelimesi Kur’an’da geçiyor. Ama şehir adı olarak geçmiyor. Kudüs mukaddes, kutsal demek. Kur’an-ı Kerim’de Kudüs kelimesi “Biz onu kutsal ruhla destekledik, güçlendirdik.” (Bakara, 2/87.) mealindeki ayetle Hz. İsa’ya onunla alakalı olarak biz İsa Mesih’i kutsal ruhla yani Cebrail ile destekledik anlamındaki ayette Kudüs kelimesi geçiyor. Şehir adı olarak değil. Ama Kur’an-ı Kerim’de bu şehre başka ve farklı isimlerle temas edildiği, atıfta bulunulduğu görülüyor. Bunlardan birisi nedir? Kudüs’ün de içinde bulunduğu çevreye Kur’an “el-arz-ı mukaddese” diyor, Maide suresi 21. ayete göre.
Hz. Musa’nın ilahî hitapları aldıktan sonra İsrailoğulları’na vaat edilmiş topraklar ya da bu mukaddes topraklar hedef olarak gösterildi. Sonra Hz. Musa yine kavmi İsrailoğulları’nın başında bu defa Sina dağından ki Sina dağı Sina yarımadasının alt ucunda idi. Sina dağından kuzeye çıktılar. Ta Ölüdeniz civarına kadar geldiler, arz-ı mevut hududuna. Orada kavmine maide suresinin 21. ayetinde bahis konusu edilen “Ey kavmim Allah’ın size vermeyi vadettiği, girin dediği o mukaddes topraklara girin" dedi. Ama İsrailoğulları "orada çok zorlu insanlar var biz girmeyelim" dediler. Bunun üzerine savaş müsaadesi çıktı. Bu toprakları ben ceddiniz Hz. İbrahim’e vaat ettim sonra Hz. İshak, Hz. Yakup ile devam etti. Siz de o topraklara girin. Kur’an-ı Kerim’e göre İsrailoğulları Cenab-ı Hakk’a karşı çok büyük bir küstahlık yaparak “Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada bekleyeceğiz.” dediler. Bunun üzerine o topraklar bunlara kırk yıl haram kılındı, çölde, Tih sahrasında dolaşacaklar emri geldi. Dolayısıyla İsrailoğulları 40 yıl orada ömür tükettiler. Buranın adı Kur’an’a göre arz-ı mukaddese; mukaddes diyar… Yani içinde Kudüs’ün bulunduğu o bölge Kur’an’da mukaddes bölge olarak geçiyor.
Sadece bu ayetler de değil. Kudüs, Kur’an-ı Kerim’de farklı ayetlerde farklı kelimelerle pek çok kez zikredilen bir belde. Meşarikü’l-arz, Mübevvee sıdk, Karye, Mescit, Kıble ve Mihrap gibi pek çok kavramla Kudüs işaret edilmiştir kitabımızda…
Yaklaşık dört milyar insanın “Kutsal” olarak tanımladığı bu kentin kronolojisini de sizden öğrenmek isteriz.
Aslında önceki sorularınızda bu hususa giriş yapmıştık. Oradan devam edelim. Kudüs tarihi çok eski olan bir şehirdir. Kudüs oraya İsrailoğulları gelmeden önce de kutsal bir şehirdi. Niye? O bölgede yaşayan insanların ilah kabul ettikleri ve taptıkları varlıkların yaşadığına inanılan şehir olması açısından kutsaldı. Tevhit akidesini temsil eden ilk kişi olarak Hz. İbrahim, Tevrat’a göre Kudüs’e gitti. Şehrin o zamanki adı Salem şehri idi. Kudüs’e tevhit ehli olarak ilk gidenler İsrailoğullarıdır. İsrailoğulları’ndan da Kudüs’ü ilk alan Hz. Davut’tur. Hz. Davut, İsrailoğullarının ikinci kralıdır. Hz. Davut, Kudüs’ü aldı orayı devletin merkezi yaptı ve İsrailoğulları’nı bağımsız bir millet yaptı ve onlara müstakil bir devlet kurdu. Orada kendisine bir ev yaptı “Ahit Sandığı” dediğimiz çok kutsal bir sandığı bu geçici yerine getirdi. Sonra Rabb’e de bir mabet yapmak istedi fakat Rab ona, Tevrat’a göre: “Benim mabedim senin oğlun Süleyman tarafından yapılacaktır.” dedi. Kırk yıllık saltanattan sonra Hz. Davut’un yerine Hz. Süleyman geçti. Ve o da milattan önce 970 - 930 yılları arasında kırk yıl saltanat sürdü. Ve bir rivayete göre 967 yılında mabedin inşasına başladı. 960 yılında 7 yıllık bir inşaattan sonra “Süleyman Mabedi” tamamlandı ve Ahit Sandığı dediğimiz o sandık mabetteki asıl yerine yani “Kutsü’l-akdes” denilen kısma getirilip konuldu. Yahudilikte Kudüs’ün kutsiyet kazanması Süleyman Mabedi’nden, mabedin kutsiyet kazanması Kutsü’l-akdes denilen mabedin o bölümünden, o odanın kutsiyet kazanması da Ahit Sandığı’ndan kaynaklanır. Sandıkta Allah’ın Hz. Musa’ya vahyettiği kitabelerin var olduğuna inanılmaktadır. Bir de Kudüs’ün kutsallığı mabedin orada olması ve Yahudiliğin artık göçebelikten yerleşik hayata geçmesi sebebiyle sabit bir mabetlerinin bulunması sebebiyledir.
Yahudilikte asıl ibadetlerden biri de kurbandır. Kurban ise ancak mabette gerçekleştirilen bir ibadettir. Dolayısıyla Kudüs’ün kutsiyet kazanmasının bir diğer hususu da buradadır. Kurban ibadetinin mabette gerçekleştirilmesi Kudüs’ün alınması ve Süleyman Mabedi’nin inşa edilmesi ile mümkün olmuştur.
Yahudi kutsal kitabında Süleyman Mabedi’yle alakalı, Kudüs’le alakalı: “Tanrının mekânıdır, tanrının izzetinin şehridir.” şeklinde böyle çok övücü nitelemeler söz konusu olmuştur. Yahudilik için mabet bizdeki Kâbe gibi dinin mektebini teşkil eden bir hâl aldı ama Hz. Süleyman tarafından yapılan bu mabet günümüze kadar gelmedi. MÖ 587’de yıkıldı.
Burada şunu da belirtmek isterim. Yahudiler Kudüs’ün kendilerinin kadim şehri olduğunu, Kudüs’ün ezelden beri Yahudilerin başkenti olduğunu, Kudüs’e en uzun süre Yahudilerin hâkim olduğunu savunuyorlar. Ama bu yanlıştır. Hz. Davut 40 yıllık krallığının ilk yedi yılını Hebron’da kalan 33 yılını ise Kudüs’te yaşamıştır. Ondan sonra yerine gelen oğlu Hz. Süleyman da 40 yıllık bir saltanat sürmüştür. Bu iki saltanat süresini toplarsak 73 yıl olur ki bu süre aslında Yahudilerin o bölgede bağımsız bir devlete sahip olmaları ve bu devletin başkentinin Kudüs olduğu süredir. Hz Süleyman’dan sonra ülke ikiye bölündü güney ve kuzey olmak üzere. Kudüs merkez olacak şekilde güney Filistin’deki devlete Yahudi krallığı dendi. Bu krallık da Hz. Süleyman’ın vefat tarihi olan MÖ 930’dan MÖ 587 yılına kadar ayakta kaldı. Yani toplamda 416 yıllık bir süreden bahsediyoruz burada.
Sonra ne oldu? Sonra Babilliler şehri hâkimiyetleri altına aldılar. Yahudiler de bu dönemde Babil esaretinde kaldılar. Ta ki MÖ 538 yılında Pers imparatorluğu Babillileri mağlup edip ve şehri ele geçirene kadar. Pers Kralı Sirus kentteki Yahudilere özgür olduklarını ve rahatlıkla ibadetlerini gerçekleştirebileceklerini söyledi. Kudüs’e onların denetimleri altında girebileceklerini söyledi. MÖ 515 yılında yine bir başka Pers Kralı olan Daryüs ise Kudüs’te Babilliler tarafından yıkılan mabedin tekrar yapılmasına yardımcı oldu. Süleyman Mabedi ikinci kez yapıldı. Bu yapılan ikinci mabet, milattan önce yirmili yıllarda Kral Hirodes tarafından genişletildi. Tamiratı yapıldı ve çevresine de bir kuşatma duvarı çevrildi ki bu kuşatma duvarından günümüze kalan bakiyye kalıntılar Batılıların Ağlama duvarı, Yahudilerin Batı duvarı dedikleri duvardır. Ve yine genel kanıda var olan bu duvarın Hz. Süleyman tarafından yapılması ile alakası yoktur. Duvar Hz. Süleyman’dan çok daha sonra inşa edilmiştir.
Az önce söylediğime ek olarak o bölgede MÖ 142 yılından yine MÖ 63 yılına kadar da kısa bir dönem Yahudi bağımsızlığı da var. Onu da az önceki 416 yıllık süreye ekleyebiliriz. MÖ 63 yılından sonra ise şehir Romalıların eline geçti. Yine dikkat edelim bu tarihten sonra artık bölgede bağımsız bir Yahudi devleti kurulmadı. MÖ 63 yılından MS 637 yılına kadar şehirdeki Roma hâkimiyeti devam etti. Bu hâkimiyet esnasında MS 70 yılında Süleyman Mabedi ikinci ve son kez yıkıldı.
Hocam peki Müslümanların bölgeye hâkimiyeti nasıl oldu ve Müslümanlar bölgede kaç yıl hüküm sürdü?
637’de bölge Hz. Ömer (r.a.) tarafından fethedildi ve Kudüs İslam hâkimiyetine girmiş oldu. Sonrasında ise Emeviler, sonra Abbasiler bölgeye hâkim oldular. Yani bölgede Müslüman hâkimiyeti başladı 637’den itibaren. Kaça kadar? Ta 1099’da Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmelerine kadar. 1099’dan 1187’ye kadar Haçlıların elinde kalan bölge 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından tekrar fethedildi. Sonrasında Eyyubiler, Fatımiler ve Memlüklüler bölgeye hâkim oldu ve nihayet 1516 senesinin son günlerinde Kudüs Yavuz Sultan Selim Han yönetimindeki Osmanlı hâkimiyetine girdi. Ve 1917’ye kadar Osmanlılar Kudüs’e hâkim oldu. Şimdi buradan bakarsak 637’den 1099’a kadar, 1187’den 1917’ye kadar bu kutsal kent Müslüman idaresinde kaldı. Yani toplamda 1192 yıl. 400 küsür yıllık bir süreçle kalkıp “Kudüs bizim ezeli ve ebedî başkentimizdir.” diyorlar şimdi. Tarihlere bakalım orada kim daha uzun süre kalmış.
Bir de Kudüs’ü sanki Müslümanlar yok etmiş gibi bir algı var. Bu da yanlış. Süleyman Mabedi ilk olarak Babilliler tarafından sonra da Romalılar tarafından yıkıldı. Ve Yahudileri Kudüs’ten kovan Babilliler ve Romalılardı. Şimdi İsrailoğulları diasporada 2000 yıl boyunca vatansız kalmalarını, onların tabirleri ile diyar-ı gurbette dolaşmalarının acılarını Filistinli kardeşlerimizden çıkardılar ve bugün Filistinlileri vatansız hâle getirdiler. Bugün ne yazık ki Filistin halkının çoğu Ürdün’de ve Filistin dışındaki topraklarda yaşıyorlar. Filistin coğrafyasında yaşayan Müslümanların ise zaten bağımsızlığı ve özgürlüğü maalesef yok.
Hocam konuyu daha da özel bir boyuta taşıyalım şu aşamada… Kudüs’ün biz Müslümanlar için önemi nedir?
Kudüs bizim için kutsal bir mekândır. Niye kutsaldır, bunun bir ayağı Kur’an-ı Kerim’de Kudüs’ün içinde bulunduğu o bölgeden bahsediliyor olması ve daha da önemlisi iyi nitelemelerle bahsediliyor olmasıdır. Onu söylemeye çalıştık. Bir, o bölgede Kudüs’ün de içinde bulunduğu bölge mukaddes bölge diye niteleniyor. İki, mübarek bereketli kılınmış topraklar diye nitelendiriyor. Üç, geçmişte de gönderilen pek çok peygamberin hayat hikâyesinin geçmesi. Dolayısıyla onların görev yaptığı o mekânlar ilahî vahyin tecelli ettiği mekânlar olması açısından da bizim açımızdan gene kutsaldır. Neden? Çünkü bizde imanın esaslarından en önde gelenlerinden birisi peygamberlere iman konusudur. Yani tüm peygamberlere iman etmek dinin en temel vecibelerindendir. Dolayısıyla peygamberlerin pek çoğu ilahî vahye bu topraklarda nail olmuştur. Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Süleyman ve ismini zikredemediğimiz pek çok peygamber -Efendimiz de bunlara dâhildir- bu topraklarda Allah’ın vahyini almışlardır.
Bir de Efendimizin üç mescit hadisi var. Bu hadis bağlamından da Kudüs’ün bizler için ne denli önemli olduğu anlaşılmaktadır.
II. Dünya Savaşı’nın bitişini takiben Filistin topraklarındaki İsrail yerleşimini gösteren, 1947’den günümüze değişimi anlatan haritalarla sıklıkla karşılaşmaktayız. Olayları bu duruma getiren, haritaları günden güne şekillendiren hususlar nelerdir?
Aslında 1947’den biraz daha geriye gitmek gerek. 1517’den 1917’ye kadar Kudüs Osmanlı toprağı idi. Ve kelimenin gerçek anlamı ile Medinetü’s-Selam idi. Öte yandan dünyanın farklı coğrafyalarında Yahudiler katlediliyordu. Fransa’da, Portekiz’de ve hemen hemen tüm Avrupa’da Yahudiler türlü işkencelere maruz kalmışlardı. Ama Osmanlı bunlara kucak açtı. Yahudiler Osmanlı bünyesinde özgürce yaşamaya ve derneklerini kurmaya başladı. Hatta 1992’de bir şükran vesilesi olarak, 1492’deki Osmanlı’nın Yahudileri kurtarmasına binaen Yahudiler 500 yıl vakfını kurdular ve Osmanlı’ya şükranlarını ilan ettiler.
Ama işin seyrini değiştiren XIX. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Avusturyalı bir Yahudi olan Theodor Herzl oldu. 1896 yılında “Yahudi Devleti” isimli bir kitap yazdı Almanca. 1897’de ise Dünya I. Yahudi Konferansı’nı topladı ve burada Filistin coğrafyası üzerine bir İsrail devletinin kurulması gerekliliğinden bahsetti. Bu hareketlerle Musevilerin aklı çelinmeye başlandı. Siyonizmin hedefi Kudüs’te ve Filistin’de Yahudi bir devlet kurmaktı. Orada Yahudi gücü gerekiyordu. Nüfus çok önemli bir faktör. Bakın sonra ne yaptılar XIX. yüzyılda Avrupa’daki semitizm hareketini el altından desteklediler. Bunu yaparken diğer yandan da oradaki Musevileri tahrik eden, kışkırtan hareketlere giriştiler. Siyonistler öyle rahatlarına düşkün bir hâlde Avrupa’da yaşayıp kalmasınlar, göç etmek zorunda kalsınlar Filistin’e diyerek. Yani aslında bu olayı çıkartan kendileri. Daha sonra İngiliz Dış İşleri Bakanının Sultan Abdülhamit’le görüşme teşebbüsleri var. Para karşılığı Filistin’den toprak istiyor. Sultan Abdulhamit Han da: "O topraklar ecdat kanıyla alındı parayla satılmaz.” diyerek bu adamı kovuyor huzurundan ve bu adamı karşısına getiren haham başını da azarlıyor “Bu densizleri neden huzuruma getiriyorsun?” diyerek.
Daha sonra dünya savaşları patlak veriyor. Ama alttan alta bu fikirler işlenmeye de devam ediyor II. Dünya Savaşı’nın bitişine mukabil, bu harita farklı siyasi hamlelerle şekilleniyor.
Ama benim bu hususta asıl değinmek istediğim şey olayın tarihsel akışından çok zihinsel arka planı. Burası kronolojiden çok daha önemli bence.
O zaman yeri gelmişken soralım. Bütün bu olayların arkasındaki zihinsel arka plan nedir? Yahudileri yönlendiren bu tutum ve davranışların temelinde ne yatıyor?
Hepsinden önce şunu söylemek isterim: Bütün bunların arka planında unutmamak yatıyor.
17 Aralık 1917’de I. Dünya Şavaşı’nda Osmanlı mağlup edildi. İngiliz orduları komutanı Arenby’nin Selahattin Eyyubi’nin sandukasını tekmelemesini hepimiz biliyoruz. Orada, mezarın başında şu sözleri söylüyor: “Haçlı seferleri işte bugün sonucuna ulaştı. Selahaddin, biz geri geldik!” Düşünebiliyor musunuz, 900 yıl öncesini unutmuyor ve onun verdiği hınçla böyle bir işe girişiyor.
Nurettin Zengi tarafından yaptırılan ve benzerinin bir daha yapılamayacağı ifade edilen muhteşem bir minber var. Bu minber bir Yahudi anarşist olan Michael Dennis tarafından 1969’da ateşe veriliyor. Dönemin İsrail başbakanı Golda Meir’in şu açıklaması ise çok mühimdir: “O gece sabaha kadar uyuyamadım.” diyor Golda Meir. “İslam dünyası şimdi birlik olacak ve bize topyekûn savaş açacak diye sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Ne zaman gün aydınlandı, kimse de bize savaş açmadı, ben o zaman ‘Artık her şeyi başarabiliriz.’ dedim.” diyor eski başbakan. Burada Şimon Peres’in “Önce Kur’an’da anlatılan Müslümanlar gelsin; sonra düşünürüz.” sözünü de tekrar hatırlamamız gerek. Biz maalesef çok unutkanız.
14 Mayıs 1948’de akşama doğru İsrail devletinin kurulduğu ilan edildi. Buna mukabil on dakika içerisinde ABD, İsrail’i tanıyan ilk devlet oldu. Dönemin başkanı Truman, kendisine teşekkür için giden Yahudi teşkilatına: “Ben sizin Sirus’unuzum.” diyor. Peki, kimdir Sirus? MÖ 538’de Babil’i yenerek Yahudilere özgürlük tanıyan Pers kralı. Arada 2500 yıllık devasa bir zaman var. Ama unutmayan, geçmişini sürekli hatırında tutan bir anlayış da var. Aslında olayların tarihsel ve zihinsel arka planında tam olarak bu yatıyor.
Öte yandan ben derslerde öğrencilerime “Kudüs neresi, Mescid-i Aksa neresi?” diye sorduğumda tam anlamıyla doğru bir cevap alamıyorum. Üniversiteye geçmiş, akademik başarı göstermesini beklediğimiz bir sınıf dolusu öğrenciden ne yazık ki tam anlamıyla doğru bir cevap alamıyoruz. Bu da ayrıca üzerinde durulması gereken bir husus. Bize burada düşen çok okumak, çok araştırmak. Nereden geldiğimizi hiçbir zaman unutmamak.
Yahudilerin bu toprakların kendilerine vaat edilen topraklar olduğu inancı da var. Ama bu topraklar ilk önce Hz. İbrahim’e vaat edildi. Ve Kur’an’ın ifadesi ile o, ne Yahudi ne de Hristiyan idi. Ve şüphesiz insanların İbrahim’e en yakın olanı Efendimiz Hz. Muhammed ve müminlerdir. Dolayısıyla Kudüs Müslüman toprağıdır.
Son olarak Amerika’nın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasının ardından İslam İşbirliği Teşkilatı belki de tarihinde ilk kez bu kadar hızlı bir karar alarak Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan etti. Bu gelişmeleri biz nasıl okumalıyız. Bütün bunlardan hareketle “İslam dünyası o hep arzu edilen birlikteliğe ulaşabilir” diyebilir miyiz?
Şimdi efendim bu sorunuza bugünden bakmamak lazım. Amerikan başkanları Regan’dan bu yana Evanjelik’tir. Evanjelikler kimdir? Bunlar protestanların bir alt kolu olan mutaassıp Hristiyanlardır. Eski Ahit’te ve İncil’de geçen kehanetlerin gerçekleşmesi için çalışan insanlardır bunlar. Bir de Kudüs ve Filistin davası için çalışan Siyonistler var. Bu iki grup bu bölge üzerinde beraber çalışıyor desek yalan olmaz. Her iki inanışta da Mesih inancı var. Bu da müşterek bir nokta daha. Ama şunu hemen belirtelim, her iki inanışın beklediği Mesih aynı kişi değil. Yahudiler farklı bir Mesih, Hristiyanlar farklı bir Mesih bekliyor.
Evanjelik Hristiyanlığın en büyük hedefi İsa Mesih’in biran evvel yeryüzüne dönüp yanına iyi güçleri alarak Deccal’in başında bulunacağı kötü güçlerle, şer güçlerle savaşması. Armageddon Savaşı olarak isimlendirilen bu savaş sonucunda yeryüzüne iyiliğin hâkim olması. Evanjelikler burada devreye giriyor işte. Baktılar süreç normal akışında olduğu zaman İsa Mesih gelmeyecek biz bunun gelmesini öne alalım, işi aceleleştirelim. Ne yapalım? Onun gelmesinin bir şartı var. Yeryüzünde olaylar çıkacak, kargaşalar çıkacak, huzur kalmayacak, savaşlar olacak vesaire… İsa Mesih yeryüzüne o zaman ve ıslah gerçekleşecek. “Tanrıyı kıyamete zorlamak" diye bir terim var. Bu terim tam olarak da bu durumu anlatıyor. Biz olayları çıkaralım, ortamı gerelim ve İsa Mesih’in gelişini gerçekleştirelim.
Bu düşüncelerle hareket ediyorlar ve bir plan doğrultusunda faaliyete başlıyorlar. Bir; Yahudileri o topraklara götürelim, götürmeye yardımcı olalım. İki; o topraklarda onları hâkim kılalım. Üç; Kudüs’ü onlara başkent olarak yapalım ki Trump’ın yaptığı da budur. Dört; onlar o bölgelere hâkim olsun. Orada Büyük İsrail ve Büyük Orta Doğu Projeleri çerçevesinde hareket edelim. Süleyman Mabedi’ni tekrar inşa edelim. Diğer dinlere ve özellikle İslam dinine ait kutsalları yerle bir edelim. Sonra olaylar meydana gelsin ve bu topraklardaki yerli halkların, milletlerin birbirlerini kırmasını sağlayalım. Bu yukarıdakine "Artık gel, in.” demek.
Yahudilere göre MÖ IV. yüzyılda peygamberlik bitti artık. Onlar da bir Mesih beklentisi içinde. Onların beklediği Mesih’e, Hz. Davut gibi eli kılıç tutan bir savaşçı gözüyle bakıyorlar. Dünyayı kötülerden kurtaracak, kötülerin kökünü kazıyıp yeryüzünde iyiliği hâkim kılacak bir savaşçı. İşte her iki inancın kesişim noktalarından birisi de bu. Mesih’e yüklenen anlam. Dolayısıyla bugün Evanjelik Hristiyanlarla Siyonist Yahudiler işbirliği halindeler. Trump’ın bu kararı almasının altında yatan da bu. Zaten Amerika’da Yahudi lobisi hâkim. Dolayısıyla bunu yapacaklar. Avrupa’da da ön planda bu lobi.
Ama şimdi bakın bütün dünya içerisinde özelde de İslam ülkeleri içerisinde sadece Türkiye, Türk halkı Filistinli kardeşine gözyaşı döküyor ve o heyecanı taşıyor.
Şimdi bizim ne yapmamız lazım! Harekete geçildi artık. Bu meselenin burada kalmaması ve durumun BM Genel Kurulu’na taşınması lazım. (Söyleşi bu kuruldan önceki bir tarihte gerçekleştirilmiştir.) Kurulda alınacak bir kararla dünya çapında bir yaptırım gücünün oluşturulması lazım. Eğer konu yalnızca Güvenlik Konseyi’nde konuşulacaksa oradan pek bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Çünkü ABD oranın daimi temsilcilerinden biri. Burada ülkemizin ve Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde konunun tüm dünya tarafından dikkate alınması çok mühimdir.
Sayın Hocam, bizlerle paylaştığınız bu kıymetli bilgiler; konunun güncelliği üzerine yaptığınız değerli yorumlar için teşekkürlerimizi sunarız.

1950 yılında Bilecik Söğüt’te doğdu. 1968’de İstanbul İmam-Hatip Okulu’nu, 1969’da Pertevniyal Lisesi’ni bitirdi. 1972 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden, 1973’te İÜ Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Memuriyete 1974 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde kütüphane memuru olarak başladı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 1977 yılında asistan olarak atandı. 1983 yılında MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Dinler Tarihi Açısından Şehristânî ve el-Milel ve’n-Nihal adlı çalışmasıyla doktor oldu. 1988’de doçent, 1994’te profesör ünvanını aldı. 2005 yılında Paris Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşavirliği görevine naklen atandı. 2009 yılında Fakülte’deki görevine geri döndü.