Makale

BİLGE KRAL VE BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİ

BİLGE KRAL VE BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİ
Gülay Ünsal
Çocuktum. Almanya topraklarına işçi olarak göçmüş gurbetçi bir ailenin çocuğu... Odamda, yatağımın başucunda bir tablo asılıydı. Ben, o tablonun gölgesinde görürdüm düşlerimi. Tabloda, altından yemyeşil bir nehrin tatlı tatlı aktığı bir köprü vardı. Uyumadan önce gözlerimi o resme diker, köprünün üstünden nehri izlediğimi hayal ederdim. Daha sonra o köprünün Mostar Köprüsü olduğunu öğrenecektim. Hep bize, bizden olana dair bir şeyler hissettim o resimde. Hep bir kader ortaklığı. Mostar demek vatan toprakları gibi bir şeydi ve ben tam olarak çözemiyordum o yaşlarda.
Çok sonraları Mostar denince kalbimde bir bıçak sancısı çektim hep. Mostar demek Bosna demek oldu. Bosna demek ise Müslüman olmanın ağır bedeller ödetildiği bir coğrafyanın kaderine şahitlik...
Sanırım son yüz yıldır bizim payımıza düşen en ağır makam, İslam coğrafyasının acı yazgısına şahitlik makamı. 1992 yılında Bosna savaşına şehadet etmek düştü payımıza. Yüzyıllardır aynı coğrafyada Sırplar ve Hırvatlara kardeşçe yaşayan Boşnak Müslümanların topraklarını paylaşma ve soykırım planı devreye sokulmuştu. Avrupa’nın göbeğinde ve tüm dünyanın gözleri önünde acımasızca hatta vahşice bir soykırım hareketi başlamıştı. Ancak insanlık, bu vahşetin ortasında sürekli barış diyen ve sesini dünyaya duyurmak için büyük bir mücadele gösteren bir devlet başkanının, bir kahramanın, bilge kralın soylu duruşuna da şahit olacaktı...
Aliya İzzetbegoviç’in...
Sanırım birçoğumuz kahraman olarak gördüğümüz insanların Hak tarafından üstün meziyetlerle donatılarak dünyaya gönderildiği fikrine daha eğilimliyiz. Nispeten doğru da olsa onların herkesten farklı olmalarını sağlayan alt yapıyı görmezden gelmek, biraz da bizdeki mevcut istidadı ortaya çıkaracak çalışmalar ve bedel ödemelerden kaçınmamız, böyle bir kanaati doğurmuş olabilir. Büyük insanlar büyük bedeller ödemiş, uykularından, zevklerinden, konfordan feragat etmiş insanlardır. Aliya’yı, Bilge Kral yapan şartları bilmeden de sevebiliriz muhakkak. Onu, sadece askerlerinin karşısına geçip onları tekbir ile selamladığı görüntüler için bile sevebiliriz. Ellerini semaya kaldırıp kar altında dua ettiği o fotoğraf yahut mağrur ancak aynı zamanda merhamet dolu tebessümü için de... Ancak zihnimizdeki imajın ötesinde, ruh ve fikir olarak onu oluşturan emeği bilmek sevginin daha da derinlere demir atmasını sağlayacaktır. Muhtemelen bizi de hayatımızı idealize etmek yönünde bir gayrete sevk edecektir. Çünkü Aliya aynı zamanda bize nasıl bir Müslüman olmamız gerektiği konusunda unuttuğumuz/unutturulmuş bilgiyi dinin, felsefenin, tarihin süzgecinden geçirerek hatırlatacaktır.
Peki, kimdir Aliya İzzetbegoviç?
1800’lü yılların sonunda Belgrad’tan Bosna’ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 8 Ağustos 1925 yılında Bosanski Samaç’ta doğmuştur. 2 yaşında Saray Bosna’ya göç eden ailesiyle uzun süre burada yaşamıştır. Babaannesinin Üsküdarlı Sedika adında bir Türk kızı olduğunu biliyoruz. Üç kız iki erkekten oluşan beş çocuklu ailenin en büyük erkek evladıdır. Çocukluğu I. Dünya Savaşı’nda ağır bir şekilde yaralanmış olan babasının son on yılını yatağa bağlı yaşamasına müteessir olarak geçirmiştir. İslam ile ilgili ilk tohumları kalbine annesinin attığını söyleyebiliriz. Onun sabah namazlarına hiç aksatmadan kalktığını ve kendisini de kaldırdığını zikreder anılarında. On üç, on dört yaşlarında bir çocukken mahalle camisinde kıldığı sabah namazlarında yaşlı imamın okuduğu Rahman suresinin ruhuna nasıl sirayet ettiğini anlatır.
On beş yaşındayken inancında meydana gelen bazı tereddütlerde devam ettiği Birinci Erkek Lisesi’nde, öğretmen ve öğrenciler arasında yaygın olan komünist fikir akımının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Lisedeki arkadaşlarıyla komünist yazarları okuyup, sosyal adalet üzerine konuşup tartıştıklarını söyler. Ancak kendi tabiriyle iki yıllık bu sallantıdan sonra İslam inancına geri dönmüştür. Çünkü insanın, dinin iki temel esası olan ahlak ve sorumluluk duygusu olmadan anlamını bulamayacağına inanmıştır. Yine de bu iki yıllık sallantı sürecinde duyduğu şüphelerin ve bunlara bulduğu cevapların inancındaki sarsılmazlığı inşa ettiğini ifade eder.
On sekiz, on dokuz yaşlarında Hegel, Spinoza, Kant dâhil Avrupa felsefesinin bütün temel metinlerini okumuştur. 1940’ların başında ise İslam’ın dışsal formlarını yorumlamaya ve özü göz ardı etmeye eğilimli olan "hocalara" tepki olarak ortaya çıkan Genç Müslümanlar Hareketi’nin içinde görüyoruz Aliya’yı. Ancak ne yazık ki bu hareketi dernekleştirme çabaları her zaman bir engelle karşılaşarak sonuçsuz kalmıştır. Bu hareketin genel odağı İslam ve anti- faşizm ile anti- komünizmdir. Lise ve üniversite gençleri arasında hızla yayılan bu hareket, Müslüman dünyasında yabancıların, askeri veya sermaye yoluyla kurdukları hâkimiyetten duydukları rahatsızlığı dile getiriyor ve ancak İslam’ın özünü muhafaza ederek güncele taşıması ile bu durumdan kurtulunabileceğini savunuyordu. 2. Dünya Savaşı bittiğinde komünist yetkililerin bu hareket mensuplarını tutuklamaya başladıklarına şahit oluyoruz. Aliya İzzetbegoviç henüz yirmi bir yaşındayken ilk hapis deneyimini bu vesile ile yaşar. Tam 36 ay hapiste kalır. Cezaevindeki günlerini çoğu ölüme mahkûm tutukluların arasında geçirir. Ailesinin endişe ettiğinin aksine hapis sırasında çalıştığı inşaat ve ağaç kesme işleri ve dönemin şartlarına nispetle iyi beslenmesi sayesinde, tahliye edildiğinde fiziken oldukça güçlü durumdadır. Aliya’nın bu üç yıllık hapis hayatının kendini belki de mutlak bir ölüm durumundan kurtarmış olduğunu zikretmesi, onun tevekkül boyutunu bize göstermesi açısından önemli bir örnek teşkil eder.
Hapisten çıktığı 1949 yılında yeniden Genç Müslümanlar örgütüne katılır. Ancak 1951 yılına kadar yapılan kitlesel tutuklamalar sonucunda örgüt tahrip edilir. 1954 yılında hukuk fakültesine giren Aliya İzzetbegoviç, mezun olduktan sonra kazancını daha çok inşaat sektöründe yaptığı çalışmalardan elde eder.
1970 yılında kaleme aldığı İslam Deklarasyonu öz itibariyle tüm İslam dünyasının meselelerini ele alan bir çalışmadır. Bu bildiri aynı zamanda İslam dünyasına bir çağrı niteliği taşımaktadır. Dönemin yönetimi tarafından fundamentalist olmakla suçlanan bu çalışma; otoriter rejimleri lanetlemekte, eğitime daha fazla yatırım yapılmasını, kadınlar için yeni bir pozisyonu, şiddetten kaçınmayı ve azınlık haklarını savunmaktadır. Ancak Mart 1983 yılında Aliya İzzetbegoviç, yazdığı bu kitabın Yugoslav Sosyalist Federal Cumhuriyetine karşı bir saldırı olduğu iddiasıyla tutuklanır ve 20 Ağustos’a dek süren mahkemeler silsilesinin ardından 14 yıl hapse mahkûm olur.
1988 yılında hakkında çıkan af kararıyla tutukluluğu sona eren Aliya İzzetbegoviç, hapishanede kaldığı sürede zihninde tasarladığı SDA’yı (Demokkratik Eylem Partisi) kurmak için çalışmalara başlar. Komünist Birlik’in himayesi altında olanlar hariç bütün siyasal etkinlikleri yasaklayan yasaların hâlâ yürürlükte olmasına rağmen riski göze alarak 27 Mart 1990’da partiyi kurar. Bu parti 18 Kasım 1990’da Bosna Hersek’te yapılan seçimlerden başarıyla çıkar. Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yasama oturumunda, Aliya İzzetbegoviç Cumhurbaşkanı seçilir. Sırplar (SDS) ve Hırvatlar (HDZ) ile kurulan ortak hükümet Bosna Hersek’in iç işlerine dışarıdan müdahale sebebiyle işlevini tam olarak yerine getiremez.
1990’dan sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin üyeleri ard arda bağımsızlıklarını ilan etmeye başlar. 1 Mart 1992’de Aliya İzzetbegoviç Bosna Hersek’te yaptığı referandum ile ülkesinin bağımsızlık kararını halkın oyuna sunar ve bu oylama sonucunda Slovenya ile Hırvatistan’ın ardından Bosna Hersek de bağımsızlığını ilan eder. Ancak Bosna Hersek yapı itibariyle Hırvatistan’a benzemektedir. Hırvatistan ve Sırbistan birer ulus devlet, Bosna Hersek ise hem Sırpların hem Hırvatların hem de Müslümanların bir arada yaşadığı bir sivil cumhuriyettir. Bu üç etnik unsur aynı topraklarda yüzyıllarca barış içinde yaşamışlardır. Ancak Sırplar ve Hırvatlar aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla Bosna Hersek topraklarını parçalamaya kararlı görünürler. Çok geçmeden bu kirli plan uygulamaya konur ve Bosna Hersek dört yıl boyunca, Avrupa’nın ortasında eşine az rastlanacak bir saldırı ve soykırım hareketine maruz kalır. Bu süreçte halkının liderliğini büyük bir cesaretle yürüten, cephede askerlerine destek olan yine de barış ve kardeşlik söylemlerinden asla vazgeçmeyen, uluslararası platformlarda da yapılan zulmü cesur ve mağrur bir duruşla yılmadan dillendiren bir Aliya İzzetbegoviç çıkar karşımıza. Savaşın geleceğini önceden sezen Aliya’nın şu sözleri manidardır "Eğer savaş çıkarsa, her şey bir toz ve utanç bulutu içinde yitip gidecek ve geriye kana bulanmış üç halktan başka bir şey kalmayacaktır." Tarih ne yazık ki onu haklı çıkarır. Avrupa ve Amerika’nın görmezden geldiği, adeta üç maymunu oynadığı savaş dört yıla yakın sürer ve yaklaşık 110.0000 kişinin ölümüne, 2 milyon kadar insanın ise yerini yurdunu terk etmesine sebep olur. 21 Kasım 1995’te Dayton Antlaşması ile son bulan Bosna Savaşı Avrupa tarihî sayfalarına kara bir leke olarak geçer, bize ise Aliya İzzetbogoviç gibi bir lider, bir Bilge Kral bahşeder. Savaş bitiminde halkının maruz kaldığı zulüm ve acıları, dünyanın tüm bu yaşananlara sessiz kalışını hem yaptığı toplantılar ile hem de basına verdiği demeçlerle duyuran Aliya İzzetbegoviç 19 Ekim 2003 yılında Saraybosna’da hayata gözlerini kapar. Ancak geriye onurlu bir ismin yanı sıra, hayatımıza ışık tutacak birçok değerli eser de bırakır.
Eserlerinde İslam dünyasındaki yozlaşmaya dikkat çeken ve inananları sarsarak İslam’ın özüne dönülmesini öğütleyen Bilge Kral, kitaplarında zikrettiği bu ve buna benzer sözleri ile bizlere yol gösterir: “Rahatlıkla söylenebilir ki Kur’an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur’an sadece tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir: Allah’a olan teslimiyet… İnsan namaz kılabilir, oruç tutabilir ve hatta nispeten zor olan zekâtı bile verebilir. Fakat yine de boş kalabilir. Tersine, bir insan Kur’an’ın iyilik yapma emrini takip edip de insana dönüşmeden ve öyle kalmadan olmaz… Eğer Müslüman başkalarının varlığını hissetmiyorsa, Müslüman toplumu başarılı olmamış demektir… Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım… İlk önce manevi bağımsızlığı için mücadele edip kazanmayan halkın bağımsızlığı, kısa bir süre sonra sadece millî marş ve bayrağa indirgenir ki bu iki şey hakiki bağımsızlık için çok yetersizdir."