Makale

MEHMET AKİF ERSOY VE ÂKİF ERSOY VE ÂSIM’IN NESLI

MEHMET AKİF ERSOY VE ÂKİF ERSOY VE ÂSIM’IN NESLI
Ali AYGÜN
Mehmet Âkif Ersoy, 20 Aralık 1873’te, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuştur. Babası Kosova’nın İpek kasabasından Tâhir Efendi, annesi Buhara asıllı bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım’dır. Temiz lakabıyla anılan Tâhir Efendi’nin kuvvetli bir medrese tahsili vardır ve devrin ulema sınıfı içinde imtiyazlı bir yeri olan Fatih Dersiamı sıfatı da vardır. Tâhir Efendi, oğluna ilk dini bilgileri verdiği gibi ölümüne kadar Arapça, fıkıh ve akait bilgilerinin ilerlemesine de yardımcı olmuştur. “Safahat”taki bir dipnotunda: “Babam Fatih müderrislerinden İpekli Tâhir Efendi merhumdur ki benim hem babam hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim.” demektedir.
Mehmet Âkif, mahalle mektebi, iptidai, rüştiye ve mülkiye idadisi ile Baytar Mektebine hep İstanbul’da devam etti. Rüştiye tahsiline devam ederken bir taraftan da hıfza çalıştı. Selanikli Esat Dede’den Farsçasını, Hoca Halis Efendi’den Arapçasını ilerletti. Bu arada edebiyat zevki de gelişiyordu. Şirazlı Hafız’ın Divan’ını, Sadi’nin Gülistan’ını, Mevlana’nın Mesnevi’sini, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’unu okuyordu. Rüştiyedeki öğrenciliğinde Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcadan her sınıfta daima birinci oluyordu. 1893’te Baytar Mektebinin ilk mezunlarından olan Âkif, buradaki eğitimini birincilikle tamamlamıştır.
Mehmet Âkif’in memuriyet hayatı bu mezuniyetle başladı. Ziraat Vekâleti Baytarlık Şubesinde görev aldı. Önce Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Öğretmenliğe 1906’da Halkalı Baytar Mektebine “kitabet-i resmiye” dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Daru’l-Hilafe Medresesinde Osmanlı Edebiyatı müderrisi oldu. Aynı yıllarda İttihat ve Terakki Cemiyetinin Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Mahfelinde Arap edebiyatı dersleri verdi. Mütareke devrinde, Daru’l-Hikmet-i İslamiyye’de üye ve başkâtip olarak çalıştı ve bu kuruluşun yayın organı Ceride-i İlmiyye’yi idare etti.
Ağır mütareke şartları, yurdun işgali hareketleri Âkif’i, Anadolu’da başlamış millî harekâta katılmaya zorluyordu. 1920 Şubat’ında Balıkesir’e geçti. Burada Kuvayımilliyecilerle temasta bulundu. Zağanos Paşa Camii’nde memleketin kurtuluşu için vaazlar verdi. 16 Mayıs 1920’de Daru’l-Hikmet-i İslamiyye üyeliğinden ve başkâtiplikten azledilmiştir. Bu tarihten sonra Âkif, millî kurtuluş hareketine fiilen katıldı. 19 Ekim 1920’de Kastamonu Nasrullah Camii’ndeki meşhur vaazını verdi. İstiklal mücadelesi tarihimizin arka planında rol oynayan bu çok önemli vaazında Âkif, Osmanlının düştüğü son durumu izah etmiş, Sevr Antlaşmasını kabul etmenin devleti sona erdirmek demek olduğunu, tek çarenin medeniyet maskesiyle gelen Batı sömürgeciliğinin karşısına iman ve silahla dikilmek olduğunu akli ve hissi bir üslupla, hatta şiirlerle anlattı. Bu konuşma, Sebilürreşat dergisinde yayımlandı, memleketin her tarafına hızla yayıldı, komutanlar tarafından ayrı broşürler hâlinde basılıp askere ve halka dağıtıldı, minber ve kürsülerde tekrar tekrar okundu. Kurtuluş Savaşı’nda halkın ve askerin büyük bir şevkle birlik ruhu teşkil etmesinde, Âkif’in gerek bu önemli vaazının gerekse bundan sonraki vaaz ve yazılarının büyük rolü oldu.
Millî Mücadele’ye destek vermek için Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de Ankara’ya gitti. Burdur milletvekili seçildikten sonra Anadolu’nun çeşitli şehirlerini dolaştı, yaptığı konuşmalarla, şiir ve yazılarla millî şuurun gelişmesini sağladı.
İslam şairi olarak tanındığı hâlde İstiklal Marşı yarışmasına para ödülü verildiği için katılmadı, ödülün şehit ailelerine verilmesi şartıyla yazmayı kabul etti. Âkif’in şiiri, 12 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildi.
1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti. Kışı orada geçirdi. Onu takip eden birkaç yıl, yazları İstanbul’da kışları Mısır’da kaldıktan sonra Ekim 1925’ten itibaren sürekli kaldı. 1936 tarihine kadar Abbas Halim Paşa’nın misafiri olarak 11 yıl burada kaldı. Kahire Üniversitesinde Türk edebiyatı dersleri verdi.
Atatürk’ün arzusuyla Kur’an meali hazırladığı hâlde bazı endişelerle bu metnin yakılmasını istedi.
Mısır’da siroza yakalanan Âkif, ağırlaşınca 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Alemdağı’nda Sait Halim Paşa’nın köşkünde bazen de Nişantaşı Sıhhat Yurdu’nda dinlendi, tedavi gördü, fakat iyileşemedi. 27 Aralık 1936’da Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etti. Ölüm haberi bile duyurulmayan İstiklal Marşı şairinin cenazesi birkaç vefalı dostunun himmetiyle defnedilecekti ki kadirşinas Türk gençliğinin, Âkif’in ölümünü haber almasıyla cenaze merasimi büyük bir törene dönüştü. Âkif’in tabutu resmi değilse de millî bir törenle, eller üzerinde Edirnekapı Şehitliğine taşındı.
Safahat
Devrinde olduğu kadar günümüzün problemlerine de ışık tutan Âkif’i anlamak, “Safahat”ı anlamakla başlar. Âkif, hiç şüphesiz sanatkâr olmasının yanı sıra, hatta kendi arzusu istikametinde, sanatkârlığından çok fazla bir fikrin, idealin adamıydı. Dolayısıyla sanatıyla beraber fikirlerini de “Safahat”ında işlediği temalar ve problemler halinde bilmek gerekir.
Safahat’ın yedi kitabının içinde hacimce en geniş olanı birinci Safahat’tır. Büyüklü küçüklü 44 parça manzumeyi ihtiva eden bu bölüm, Âkif’in o tarihe kadar yazdığı şiirleri arasından bizzat bir seçme yapması ve belirli bir kompozisyona göre tertip etmesi bakımından ayrı bir özellik taşır.
“Süleymaniye Kürsüsünde” adını taşıyan ikinci Safahat tek ve uzun bir manzumedir. “Kardeşim Fatin Hocaya” ibaresiyle Fatin Gökmen’e ithaf edilmiştir. Âkif’in İslam ideali ile ilgili fikirlerini, İslam coğrafyası ve kavimlerini de dikkate alarak anlattığı ilk kitabı olması bakımından Süleymaniye Kürsüsü önem taşır.
Üçüncü bölüm “Hakkın Sesleri” adını taşır. Hakkın Sesleri’nde yazılış sırasına göre tarihlerle ve kronolojik sırayla tertip edilmiş on şiir bulunmaktadır. Bunlardan sekizi Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetlerin serbest yorumu mahiyetindedir. Biri de bir hadis-i şerifin aynı şekilde yorumunu içerir.
Safahat’ın dördüncü bölümü “Fatih Kürsüsünde” tek ve uzun bir manzumeden oluşur. İkinci bölüm ile benzerlik gösterir.
Safahat’ın beşinci kitabının adı “Hatıralar”dır. Bu da üçüncü bölüm ile paralellik gösterir. Büyüklü küçüklü on manzumeden ibarettir. Bu on şiirden dördü ayet, ikisi hadis meallerinin serbest yorumundan hareket eder.
Altıncı kitap “Âsım”dır. Hacimce ilk bölümden sonra en genişi ve manzum hikâye diyaloglarının da en uzunudur. Bölümün tamamına yakın bir kısmı Hocazade ve Köse İmam arasında geçer. Arada ve sonda Âsım ve Emin’in konuşmaları bulunur. Yer yer dinî-lirik ve millî karakter gösterir.
Yedinci bölüm “Gölgeler”, değişik tarihlerde yazılmış yirmi dört şiirle kıta adını verdiği on yedi parça manzumeden oluşur.
Âsım
Safahat’ın altıncı bölümüne de ismi verilen Âsım aslında Köse İmam’ın, yani Ali Şevki Hoca’nın oğludur. Köse İmam ise Akif’in babası Tahir Efendi’nin eski bir öğrencisidir. Akif onu çok sevmekte ve sosyal sorunlar, siyaset, din, ahlak, kişilik, vatan sevgisi, tarih şuuru, teknolojik ilerleme, bilim, medeniyet vb. hususlardaki fikirlerini Âsım’la özdeşleştirmektedir. Bu sebeple edebiyatımızda Âsım, Mehmet Akif’in manevi oğlu olarak bilinir. Safahat’ın Âsım kısmı incelenecek olursa, onun nasıl bir gençliği temsil ettiği daha rahat anlaşılabilir. Âsım’da dört kişi, yani Hocazade (Mehmet Akif), Köse İmam (Ali Şevki Hoca), Âsım (Köse İmam’ın oğlu) ve Emin (Akif’in oğlu) arasında geçen konuşmalar yer almaktadır. Aslında Emin’in konuşmada aldığı rol pek azdır. Âsım’ın konuşmaya katılması da eserin sonlarına doğru gerçekleşir. Asıl söyleşi Hocazâde ile Köse İmam arasındadır. Eser manzum hikâye tarzında konuşma üslubuyla kaleme alınmıştır.
Köse İmam: "Yıkmak kolaydır, lakin yapmak zordur." diyerek gereğince düşünmeden, üstünkörü bir şekilde gerçekleştirilen değişim ve dönüşüm çabalarını açıkça, bu arada inançsızlık ve kayıtsız şartsız Batıcılık anlayışını üstü kapalı bir şekilde eleştirince Hocazade onu şakacıktan "mürteci" diye nitelendirir. Bunun üzerine Köse İmam şöyle der:
"Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım...
—Boğamazsın ki!
—Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyumun
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.”
Burada Âsım’ın neslinin nasıl olması gerektiğinin ilk ipuçları da ortaya çıkmaktadır. Buna göre Âsım öncelikle tarihiyle, kültürüyle, toplumuyla ve diniyle barışık olacaktır. Batı’nın baskı ve tahakküme karşı milletin ve dinin istiklalini savunacak, namusunu koruyacak, gerekirse bunlar için canının bile feda edebilecektir.
Halkın İslami yaşantısı da bin perişandır. Yaşanan dini İslam’la bağdaştırmak oldukça güçtür. Kur’an doğru dürüst anlaşılıp yaşanabilirse sıkıntıları aşmak daha kolay bir hâl alacaktır. Hocazade bunu şöyle özetler:
"Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.
Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilim ister
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?”
Burada, Âsım’ın neslinin Kur’an’ı hurafelerden arınmış bir şekilde anlaması, bu anlamanın statik değil, gelişen bilgiyle yoğrularak dinamik bir karakter arz etmesi istenmektedir. Âsım, Kur’an’a sadık, İslam’a gönülden bağlı olmalıdır. Âsım, öğrenimini tamamlamak üzere Berlin’e gitmeye söz verir. Çünkü milletin ikbali için hem fazilet hem de marifetin birlikte bulunması gerekir. Yani hem İslami kültüre sahip çıkılacak hem de Avrupa’nın bilim ve teknolojisinden uzak durulmayacak. Mehmet Akif manevi oğul edindiği Âsım’ı sevmekte ve beğenmektedir. Hedeflerini ve yetiştirmek istediği nesli onunla sembolleştirmektir. Bu sebeple de o, Âsım’a ziyadesiyle güvenmektedir. Âsım ise özellikle Çanakkale Savaşı’nda onun bu güvenine layık olduğunu açıkça göstermiştir.
"Âsım’ın nesli diyordum ya... nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek."
Âsım’ın nesli Çanakkale’de muhteşem bir destana imza atmıştır. Şanlı Türk tarihinin altın sayfalarına öylesine muazzam bir zafer daha eklenmiştir ki Hz. Peygamber bu zaferi kendisine armağan edenleri kucağı açık bir halde beklemektedir. Âsım; zulme ve emperyalizme karşı çıkarken, dinî ve kültürel değerleri öncelerken, Batı’nın sadece ilmini alırken kimliği, kültürü ve tarihiyle barışık bir genç portresi çizmektedir. Akif, Âsım’ın nesli derken iman, irfan, fazilet ve bilgi ile donanmış; karakterli, ahlaklı, kişilikli; vatanına, milletine ve dinine sahip çıkan, bunları yüceltmek için tüm imkânlarını seferber eden bir gençliğin hayalini kurmaktadır.
Mehmet Akif’i vefatının 81. yıldönümünde bir kez daha rahmet, şükran ve minnetle anıyoruz.