Makale

DR. MEHMET ALİ SARI: “Hafız Olmak, Hafız Kalmak Daha Zor.”

DR. MEHMET ALİ SARI: “Hafız Olmak, Hafız Kalmak Daha Zor.”
Söyleşi: Kâmil BÜYÜKER
Hocam sizi yakın zamanda çıkan “Beyoğlu’nda Bir Hafız” isimli kitap dolayısıyla yakinen tanımış olduk. Bize hayat hikâyenizden bahseder misiniz?
1933’ün Temmuz ayında Bolu’nun Seben ilçesinin Tepe köyünde doğdum. Köyümüzde bir çok köyde olmayan beş sınıflı ilkokul vardı. O ilkokulun öğretmeni olan Mustafa Gültekin de hem ilkokul öğretmeni hem de 1933’lerdeki imam-hatiplerde okumuş, imam-hatipler lağvedilince, darü’l-hilafe medreselerine girmiş ve buradaki mezuniyeti sonrasında askerliğini yedek subay olarak yapmış ve ilkokul öğretmeni olarak benim şansım olarak benim de İlkokul öğretmenim oldu. İlkokuldan 1943’te mezun oldum. Mezuniyet sonrası köyde öne çıkan birkaç kişi ile birlikte köyümüzün hocasında okutmaya karar vermişler. Ben babamın teşviki ile annemin yardımı ile köyümüzde hafız oldum. Bundan sonra köyde hocamın arzusu ve yönlendirmesi ile Bolu’da bana bir hoca buldular. Orada iki sene talim okudum ve hıfzımı kuvvetlendirdim. Akabinde Bolu’nun büyük camilerinde mukabele ve aşır okudum.
İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?
1947 yılına geldiğimizde ise oradaki büyüklerimiz, “Bu çocukların burada işleri bitti, İstanbul’a gitsinler, orada daha bir ilerlesinler.” dediler. Ben 15 yaşımdayım ve Bolu’dan üç hafız, terzi malzemeleri tedarik için İstanbul’a gelen esnaf abilerle geldik İstanbul’a. Sirkeci’de bir otele yerleştik ve onlar malzeme tedarik edeceklerdi ve bize de kalacak yer bakacaklardı. İşte ilk olarak Nuruosmaniye Camii’ne Hafız Hasan Akkuş hocamızın yanına geldik. Yaklaşık 70 sene önce yaşadığım bu an gözümün önündedir hâlâ. Mekân loş bir vaziyetteydi. Hocaefendi yerde üç hafızı dinliyordu. Bizi görünce Hocaefendi çocukların okumasını durdurdu. Ve “Hoşgeldiniz” dedi. Başımızda bizi getiren ağabey ise “Hocaefendi, bu çocuklar Bolu’da hafızlıklarını yaptılar ve biz buraya okumaları için getirdik. Siz bunları okutursunuz” dedi. Hafız Hasan Efendi “yatacak yerleri var mı?” diye sordu. Ağabey de “yok” dedi. Hafız Hasan Efendi “Yatacak yerleri olsa idi, okuturdum. Burada bizim 40 kişilik yerimiz var ve dolu” dedi. Biz buradan müsaade isteyip kalktık. Yine başımızdaki ağabeyin tanıdığı Hafız Fikri Aksoy Hoca’nın yanına gittik. O da aynı soruyu sordu: “Yatacak yerleri var mı?” dedi. Buradan da netice alamayınca Beyazıt’ta Örücüler Camii’ne gittik. Orada Hafız Hilmi Efendi vardı. O da aynı şeyleri söyleyince Yeni Cami’ye Hafız Nuri Efendi’ye gittik. Namazdan sonra odasına geçince kapısını çaldık ve yanına girdik. Ona da aynı şeyleri söyledik. O da, “Oğlum bir aşır oku bakalım.” dedi. Okuyuşumu beğenince “Yatacak yeri var mı?” dedi. Ağabey “yok hocam” dedi. Hocaefendi de “Kusura bakmayın bizim de yatıracak yerimiz yok.” dedi. O vakit İstanbul 700 bin nüfuslu bir şehirdi. Gelin görün ki üç tane hafızı barındıracak imkândan yoksundu. Tekrar otele dönmek durumunda kaldık. Ertesi gün cuma ve bizi getiren ağabeyler kendi aralarında konuşuyorlar biz de kulak misafiri oluyoruz. “Götürelim, yer bulup öyle getirelim.” dediler. Ben de geriye döneceğiz diye seviniyorum. Çünkü İstanbul’dan korktum. Biz ertesi gün gideceğiz diye hazırlık yaparken elinde körüklü bir çanta bir hocaefendi geldi. Meğerse gelen dersiamdan Hafız Galip Efendi imiş. Memleketi Bolu olduğu için geçerken Bolu Oteli’ne uğrar, memleket haberleri alır öyle geçermiş. Bizi otelde görüp “oğlum kimlerdensiniz?” derken terzi ağabeyler çıkageldiler. Daha sonra hocaefendi ile aralarında tafsilatlı bir konuşma geçti. Geri döneceğimizi ifade ettiklerinde hocaefendi beni işaret edip “bunun yeri hazır” dedi. Yüreğim cız etti. Hocaefendi bana vaazı olduğunu hazırlanıp arkadaşlarımla vedalaşmamı söyledi. Hafız Galip Hoca o zaman Karaköy’de köprünün başında, daha sonraları yıkılacak olan camide görev yapıyordu. Meğerse hocaefendi Beyoğlu Ağa Camii’nde hocalardan birisi hastalanır ya da görevde olmazsa o görev yaparmış. Bir de orada lokanta işleten Salih Movit isminde bir zat varmış ve Galip Hoca’ya demiş ki, “Eğer bir hafız çocuk varsa onu okutalım” demiş. Daha sonra Galip Hoca, Salih Movit’in dükkânına götürdü ve beni Salih Bey’e teslim etti. Akşam Salih Movit’in evine gittik. 5 çocuğu vardı, 6. kayınbiraderinin çocuğu idi. 7. si de ben olmuştum. Hanımı kürtçe “bu da kim?” demiş. Salih Efendi benim duyacağım şekilde “6 çocuğumuz var bu da 7. si” dedi. Bundan sonra benim Beyoğlu Ağa Camii’nde Başimam Hafız Rahmi Şenses hocadan tahsilim başladı. 1947’den itibaren imam-hatip okulları açılıncaya kadar hocamdan talim okudum, aşere okudum. Hafız Ömer Efendi ve Hafız Fikri Aksoy’dan Arapça alet kitaplarını okudum. Emsile, bina, maksut, avamil, izhar vd. 1951’de imam-hatip okulu açıldı. Yaşımız hayli ileriydi ama ben ve emsalim bir aşk içinde bu okulları okuduk.
1951’li yıllarda şimdiki gibi iletişim çağı değil elbet, ceplerimizde para yok, imkânlar sınırlı. Gönenli Mehmet Efendi talebelerine günlük 150 kuruş yani 2.5 lira verirmiş. Yani çorba parası. Öyle ki elektiriksiz, karanlık, izbe, dökülmüş medrese odalarında kalacaksınız ve buradan muvaffak olacaksınız. Bu da Rabbimizin bir lütfu idi. 1959’da ikinci dönem mezunu oldum. 1. Dönemde mezun olanlar ayrıldılar. Biz mezun olunca yüksek İslam enstitüsü açılınca oraya girdim ve oradan mezun oldum. Okul devam ederken Beyoğlu Ağa Camii’nde görevim ve derslerim de devam etti. Hafız Rahmi Şenses Hocamız aynı zamanda Yüksek İslam Enstitüsünde de Kur’an derslerine girdi.
Okulu bitirdikten sonra İstanbul İmam-Hatip Okulu’na atandım. Bir sene burada çalıştım. Daha sonra İzmir İmam-Hatip Okulu’na geçtim oradan da İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’ne hoca olarak geçtim. Oradan da İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne nakledildim. O gün bugün hâlâ eğitimdeyiz, eğitimin içindeyiz.
Okuduğunuz dönemlerde Kur’an eğitimi, hafızlık eğitimi nasıldı, nasıl bir metot takip ediliyordu?
Ben hafızlığımı 8 sayfaya kadar ilkokul hocamdan okudum. Ondan sonra bu duyulunca –sene 1944- “oğlum ben seni artık okutamayacağım” dedi. Yasaklı yıllar ve hocam da hâliyle korktu. Ben hafızlığımın geri kalanını köyümdeki hafız olmayan ihtiyar hocalardan tamamladım. 2 senede bitirdim. Ezberlediğim zaman hıfzım sağlam değildi. Bolu’da hıfzımı sağlamlaştırdım. Bolu’da hem talim okudum, hem Hafız Abdullah Efendi isimli hocama her gün hıfzımı tekrar ederek hafızlığımı pekiştirdim. Aslında Bolu’da hafız oldum diyebilirim.
Bizim hafızlığımız o zamanın klasik bir usülüne göre yapılırdı. Her cüzün sonundan birer sayfa bir ayda bitirilir. 30 cüz. Sonra tekrar başa dönüldüğünde ilk ezberlenen sayfa yapılmış, pişmiş denir. Çiğ sayfa cüzün sonundan ikinci sayfadır. O çiğ olarak okunur, öteki de okunur beraber. İki sayfa, üç sayfa, dört sayfa… böyle aşağıdan yukarı doğru bitirilir. Bazı yerlerde yukarıdan başlanarak okunuyor. Bazı yerlerde başından başlayıp sure sure ezber yapılıyor. Ama klasik usül sonundan başlayıp başa dönerek bitirmektir. Ben öyle bitirdim. Şimdi değişik programlar uygulanıyor. İmam Hatip okulunda okurken çocuklara hafızlık yaptırmak, bu ikisini meczetmek istiyorlar. Burada bu iki yük, biraz çocuklar için yorucu oluyor gibi geliyor bana. Hafızlık başlı başına ağır bir yüktür. Okul yükü ile birleşince çocuk bazen mushafı bile eline alamayacak hâle geliyor. Ve babasının-annesinin arzusu ile, muhitin teşviki ile veyahut o an kendisinde olan birtakım duygular ile hafız oluyor ama hafız olduktan sonra hafız kalmak çok zor. Benim de şu an Şehir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okuyan bir torunum var o da kolejde okurken annesine ve babasına “ben hafız olacağım” demiş. Babası ise “dedene konuyu bir açalım, bakalım ne diyecek” demiş. Bana geldiler. Torunum bana “Dede ben hafız olacağım” dedi. Ben de ona “evladım, hafız olmak zor, hafız kalmak daha zor” dedim. Sonra “evvela sen bir düşün, sonra bir daha görüşelim” dedim. “Peki ama ben kararımı verdim” dedi. Dedim ki “evde hafız olunmaz. Bir Kur’an Kursuna gideceksin. Yatılı kalacaksın. Orada hafızlığını yapacaksın.” Ataşehir’de Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Kur’an Kursu vardır. Onların yetkililerine söyledik, rica ettik. Kırmadılar. Oradan başka bir adrese taşıdık. Hafızlığa başladı torunum. Üç sayfaya kadar çıktı. İmam Hatip talebesi oldu bu arada. Ancak ikisini bir arada götüremedi ve hafızlığı dondurdu. Ancak hâlâ hafız olacağım diyor.
Eskiden baba-oğul arasında hoca-talebe ilişkisi de olmuş. Bunun yakın tarihte çok örneğini görüyoruz. Babasından ya da dedesinden hafızlık yapan isimleri okuyoruz. Bu ilişki nasıl kuruluyor ve nasıl sağlıklı yürütülebiliyor.
Bu bahsettiğiniz husus sadece eskiye has değil. Bugün de devam ediyor. Geçen sene ramazan ayında yapılan Kur’an’ı Güzel Okuma Yarışması’na katılanlardan edindiğimiz intiba bu geleneğin devam ettiğini gösteriyor. Bir evde üç erkek çocuk var, üçü de hafız. Hakeza bir kız, iki erkek çocuk var, hepsi hafız. Anadolu’da yer yer, bölge bölge böyle yerler var. Benim arkadaşlarım arasında da babalarından, dedelerinden okuyanlar var. Çocukla baba arasında iletişim zaman zaman iyi, zaman zaman kötü olabiliyor. Çocuğun babasından okuyup hafız olması da Cenab-ı Hakk’ın bir lütfudur. Bizim babamızdan okumak gibi bir şansımız olmadı.
Beyoğlu Ağa Camii’nde görev yaptığınız yıllara dönersek, 1950’li yılların Ağa Camisi’nden, görevlilerinden bahser misiniz?
Biz imam hatip okulunda okurken, burada okuyanların görev alması konusunda kolaylık sağlanıyordu. Ben de girdiğim bütün sınavlardan hep başarılı olmuştum. İmamlık, vaizlik vs. Eski tabirle mesbuku’l-imtihan derler yani kazanılmış imtihan derler. Ağa Camii’nde 4 tane müezzin vardı. Şişli cami yapılınca bir görevliyi oraya aldılar. Tahsin Erdem isimli Geredeli çok güzel ezan ve Kur’an okuyan ağabeyimizdi. Biz zaten sürekli oradayız, görevi de biz yapıyorduk. Bir kadro boşalınca, onun yerine görev aldım. Daha sonra imamet görevi talep ettim ve ikinci imamlıktan evvel vaiz oldum. Beyoğlu merkez vaizliği yaptım. Henüz yüksek İslam enstitüsünde okuyordum. Daha sonra öğretmenlik vazifesi aldım. Ağa Camii’nde görev yapan dört müezzinin hepsi de musikişinastı. İki görevli Eyüp’te yetişmiş musikişinaslardandı. Birisi Muzaffer Ozak’ın yeğeni Hafız Kemal Tezergil. Hâlâ besteleri okunur.
O dönemde Ağa Camii İstanbul’da bir numara idi. Zengin aileler mevlitlerini burada okuturlardı. Burada mevlit okutmak için âdeta yarışırlardı. İki ay evvelden isimlerini yazdırırlardı. Mecit Sesigür, Zeki Altın, Hafız İbrahim Çanakkaleli, Ali Gülses, Fevzi Mısır, Beşiktaşlı Mahmut Öncü, Adliyeli Fahri gibi önemli isimlere yetiştim. Bazen bu mevlidlerde aşır okurdum. Bazen mihraba geçerdim. Esas benim musikide hocam Hafız Kemal Batanay’dır. Kemal Batanay hocam, camiye yakın bir yerde otururdu. Sadettin Kaynak da mesela Taksim Sıraselviler’de otururdu. O da Ağa Camii’ne gelirdi. Onlar sohbet ederlerdi, bizlerde onlardan etkilenirdik. Ben Kemal Batanay Hocama yaklaşık 15 sene devam ettim. Tanbur meşk ettik, solfej öğrendik, nota öğrendik. Bir zaman hocamdan hat dersleri de aldım ama devam edemedim. Birgün Japon öğrenciler gelmişler. Hocam bana “Sen havaya düğüm atıyorsun. Musiki havaya düğüm atmaktır. Yarın siz hattı gidip Japonlardan öğreneceksiniz.” dedi. Hiç unutmuyorum bu sözünü. Hocamın tavsiyesi ile konservatuvara devam ettim. Nevzat Atlığ, Kemal Gürses, Alaaddin Yavaşça, Münir Nureddin Selçuk, Süheyla Altmışdört gibi hocalardan çok istifade ettim. Şu an musikiyi bilen, musikiden nasibi olan çok az. Biz sesle çalışıyoruz, Kur’an, ezan, mevlit, kaside hep sestir. Bu işi dert edip, yaptığımız işe ihtimam göstermeliyiz. Ali Rıza Sağman hocamız derdi ki “Kur’an-ı Kerim göklerin şiiridir. Ona atlas libas giydirmek yakışır.”