Makale

EHL-İ SÜNNETİN ANLAMI VE ZİHNİYET ÇERÇEVESİ

EHL-İ SÜNNETİN ANLAMI VE ZİHNİYET ÇERÇEVESİ

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ | Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


Sünnet kavramına dair İslam düşünce tarihinde çok farklı tanımlar ve yorumlar yapılmıştır. Bunları şöylece sıralamak mümkündür: Sünnet “Hz. Peygamber’in söz, fiil, onaylamalarıdır. (kavl, fiil ve takrir)” “Hz. Peygamber’in şer’î delil olmaya elverişli söz, fiil ve onayları”, “farz ve vacip dışındaki dinî hükümler” ve son olarak “Hz. Peygamber’in yaşayış şekli” veya “ilk Müslümanların Hz. Peygamber’den devralarak tuttukları yol.” (bk. Abdullah Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü, ”Sünnet” md.)
Bu çerçeveden olmak üzere ehl-i sünnet ve’l-cemaat isimlendirmesi içerisindeki “sünnet” kavramının ise “Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından ortaya çıkan esaslara uygun olan şey.” veya “Hz. Peygamber’in Kur’an’ı hayata tatbik etmesi ile oluşan tecrübe bütünü.” şeklinde bir anlamı söz konusudur. Buradan anlaşılan Kur’an ile sünnet içi içe olduğudur. Birini diğerinden ayırmak söz konusu değildir. Çünkü burada Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından sahabe ile birlikte hayata uygulanması söz konusu edilmektedir. Hz. Peygamber’in ‘kurtuluşa eren topluluğu” tanımlarken “Benim ve ashabımın yolu üzere gidenler.” (Tirmizi, İman 18.) diye bir çerçeve çizmesi, sünnetin Hz. Peygamber ve ashabının yaşadığı İslam olduğu gerçeğini bize bildirir. “En hayırlınız benim zamanımda yaşamış olanlar, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler.” (Buharî, “Şehâdât”, 9; Müslim, “Fedâilu’s-sahâbe”, 212; Tirmizî, “Fiten”, 45; Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 475-476.) hadis-i şerifinde de Hz. Peygamber’in tabiin ve tebe-i tabiini de çerçevenin içine dâhil etmesi, sünnetin boyutunun ilk üç neslin uygulaması şeklinde anlaşılmasına imkân vermiştir.
İslam âlimleri arasında yaygın olarak kullanılan ‘sünnet’ bu anlamdadır. “Sünnet taraftarları” veya “sünneti takip edenler” manasına gelen, ‘ehl-i sünnet’ kavramında yer alan ‘sünnet’e yüklenen anlam da budur. Bu tarife göre Hz. Peygamber’in uygulamalarının örnek alınması ve bunun bir model hâline getirilmesi söz konusudur. Sünnetin bu şekildeki tarifini sonraki nesiller, “Hz. Peygamber’in hayat tarzını, düşünce ve davranış modellerini benimsemek, O’nun uygulamalarına tabi olmak.” şeklinde anlamışlardır. Gelinen bu noktada ‘uygulama’nın merkezî bir konumda yer aldığı açıkça görülür. Her ne kadar uygulama kapsamına girmeyen itikadi görüşler hakkında bidatten söz edilse de, asıl olan ve dikkat çekilen şey “tezahürü” olan hususlardır. Zaten kişinin itikadı/inancı, davranışlarına yansıması veya sözlü beyanı ile tezahür ettiğinden, bu yönüyle sözler de uygulama gibi görüldüğünden, uygulamanın esas alınması çok da yanlış değildir. Nitekim “Hz. Peygamber ve ilk üç nesilde örneği ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya koymak” şeklinde tarif edilen bidat, bu anlamdaki sünnetin zıddıdır.
Uygulamayı öne çıkaran/merkeze alan sünnetin oluşmasında ve yerleşik hâle gelmesinde üç aşamadan söz edilebilir: 1. Hz. Peygamber, raşit halifeler ve sahabenin uygulaması, 2. Tabiinin uygulaması ve 3. Tebe-i tabiinin uygulaması. Çünkü Hz. Peygamber, yukarıda geçtiği gibi kendisinden sonraki üç nesli övmüştür. O’nun üç nesli övmesi, kendisinin ortaya koyduğu uygulamaları devam ettirmeleri ve yerleşik hale gelmesinde birinci derece rol oynamaları dolayısıyla olsa gerektir. Çünkü Hz. Peygamber’den sonra araya zamansal olarak bir fasıla girmesi, sünnetin ve sünnet ile ortaya konulan dinin akim kalması anlamına gelirdi. Öyleyse sünnetin yerleşik hale geçmesinde bu üç neslin çaba ve gayretlerinin övgüyü hak edecek önemde olduğu bir gerçektir. Zaten sünnetin yerleşik hale gelmesinin kısa bir zaman zarfında gerçekleşmesi, imkân dâhilinde değildir. Böyle olması sünnetin ‘yerleşiklik’ vasfına da uygun düşmez. Çünkü sünnet kavramı, yerleşik hâle gelmiş ve insanlar tarafından bugün dahi uygulanan hususlar için kullanılır. Ancak asıl itibarıyla sünnetin Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onaylarına dayanan uygulamaları olduğunun altını da çizmek gerekir. Zira sünnet, İslam dininin uygulamasıdır. Dini tebliğ eden ve açıklayan ise Hz. Peygamber’dir. Bu nedenle öncelikle O’nun uygulamalarının dikkate alınması gerekir. Ancak daha önce geçtiği gibi bu uygulamaların İslam toplumunda yaygınlık kazanması ve yerleşik hâle gelmesinin uzun bir zaman dilimini gerektirdiği de bir gerçektir. Zira sahabenin tamamının Hz. Peygamber’in bütün söz, fiil ve onaylarını, sınırlı bir zaman dilimi içinde bilmesi ve öğrenmesi mümkün değildi. Kaldı ki sahabenin her bir ferdi de onun bütün uygulamasına şahit olamamış ve söylediği bütün sözleri bizzat işitememiş olabilir. Bu durumda Hz. Peygamber’in sünnetinin, sahabenin sahabeden, tabiinin sahabeden, tebe-i tabiinin de tabiinden öğrenmesi şeklinde üç nesli kaplayacak bir süreci gerektirdiği aşikârdır. Bu durumda sünnet, üçüncü nesil olan tebe-i tabiîn döneminde tam olarak bilinirlik özelliği kazanmış ve derlenme süreci büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Bu üç nesilden her birinin öğrendiğini hayata tatbik etmesi ve çevresine bunları telkin etmesi ile sünnetin İslam toplumu içerisinde yaygınlık kazanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Peygamber övgüsüne mazhar olmuş bu üç neslin kendiliklerinden bir sünnet ihdas etmesi de söz konusu edilemez. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’e ulaşan bir yol ile onun sünnetini hayata geçirmek veya ihya etmek hususunda samimi bir çaba içerisindeydiler. Bundan dolayı sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiinin dinî konulardaki uygulaması sünnet kapsamına alındı. Çünkü bu üç neslin çaba ve çalışmaları ile İslam’ın bütün kurum ve kurallarının yerleşik duruma gelmesi sağlandı. Öte yandan Hz. Peygamber’in sünnetinin İslam’ın uygulaması demek olduğunu çok iyi kavrayan ilk nesiller, daha baştan bidate karşı son derece uyanık durdular ve bidatçılara karşı çok açık ve kararlı tavır aldılar. Onların bu tavrının, İslam’ın Hz. Peygamber dönemindeki safiyetini ve sıhhatini koruma noktasında ne kadar önemli olduğunu, bidat ve hurafelerin dine ve topluma yönelik bugünkü tehlikesini fark ettiğimizde daha iyi anlıyoruz.
İslam toplumu içerisinde ortaya çıkan mezhepler, bu ilk üç neslin farklı uygulamalarının esas alınmasıyla oluşmuş sistematik düşünce örgüsünün etrafından öbeklenmiş kitlesel yapılardır. Bu üç neslin uygulaması Kur’an ve Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onaylarına dayandığına göre, dinde asıl hüküm kaynağı Kur’an, sünnettir. Ancak başta Hz. Peygamber’in uygulamalarına şahitlik etmiş olan sahabe olmak üzere ilk üç neslin üzerinde ittifak ettiği hususlar da icma adıyla asıl delillerin yanında yer alır. “Ümmetim asla sapıklık üzerinde ittifak etmez, eğer bir ihtilaf görüyorsanız size tavsiyem büyük kitle (sevad-ı a’zam) tarafında yer almanızdır.” (İbn Mace, Fiten 8.) hadisi bize tam da bu icma gerçeğini bildirir. Bunların dışında kalan içtihatlar, her ne kadar âlim, müçtehit ve muhakkik kişiler tarafından ortaya konulan değerli hükümler olsa da, kesin delil ve hüküm olarak görülemez. Son tahlilde mezhepler, başta mezhep imamları olmak üzere mezhep içindeki âlimlerin tercihi, takdiri ve içtihadı ile oluşmuş düşünsel yapılar ve bunlar etrafındaki kitlesel birliktelikler olduğu için mezhebi dinin kendisi olarak görmek, dini bir mezhebe indirgemek anlamı gelir ki, bu son derece yanlış bir yaklaşımdır. Zira bu yaklaşım dinin sıhhatini ve asliyetini bozmak, Müslüman kitlenin birlikteliğini dinamitlemek demektir. Hâlbuki İslam tevhit dinidir. Bunun anlamı Allah’ın bir, Kitab’ın bir, peygamberin bir, İslam’ın bir ve ümmetin bir olmasıdır. Mezhep, İslam’ın sağlıklı ve tutarlı yaşanması aracı olarak görüldüğünde faydalı ve gerekli bir yapıdır. Ancak din içinde bir mezhebin veya görüşün öne çıkarılması ve onun yegâne doğru kabul edilmesi ümmet içerisinde ötekileştirme meydana getirmenin yanında tarih boyunca Müslümanlar tarafından ortaya konulmuş farklı fikirlerin din dışı kabul edilmesi, farklılıklarla oluşmuş olan büyük bir tarihî birikim ve zenginliğin yok sayılması anlamına gelir. Bu anlayışı tarihte ilk ortaya atanlar sahabenin büyük kitlesine muhalefet ederek ümmet içinde fitne çıkaran Haricilerdir. Bunların çıkardığı fitne, sonunda onları Hz. Peygamber’in en yakınındaki sahabileri bile kâfir sayma noktasına götürmüştür.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kavramının ortaya çıkışı, bu ve benzeri anlayışları önlemek, ihtilafları ve farklı düşünceleriyle birlikte Müslüman kitleyi tek bir şemsiye altında buluşturmak ve ümmeti birlik ve beraberlik içinde tutmak içindir. Ehl-i sünnet uleması bu çerçeveyi bile yeterli görmemiş, Hz. Peygamber ve ilk üç neslin tecrübelerinden yararlanarak ehl-i kıble adında yeni ve daha geniş bir çerçeve oluşturma yoluna gitmiştir. Buna göre Allah’ı bir, Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) peygamber kabul eden ve Kâbe’yi kıble bilen her Müslüman, İslam dairesi içindedir ve asla kâfir sayılamaz. Bu yaklaşım “Ehl-i kıbleden olan hiçbir Müslüman kâfir sayılamaz.” şeklinde şiar hâline gelmiştir. Böylelikle Müslümanların büyük kitlesi olan ehl-i sünnetin anlamı ve zihniyet çerçevesi büyük ölçüde netleşmiştir. Bu şiarı terk etmek, Hz. Peygamber’den bugüne tarih boyunca oluşmuş ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışını terk etmek anlamına gelir. Çünkü bu kavramdaki sünnet Hz. Peygamber ve ilk üç nesil olan selef-i salihinin gittiği yol ve yöntemi; cemaat ise bu yolu ve yöntemi takip eden tüm Müslümanları ifade etmektedir.