Makale

KÖTÜLÜĞÜ EMREDEN NEFİSTEN İTMİNANA EREN NEFSE NEFSİN MERTEBELERİ

KÖTÜLÜĞÜ EMREDEN NEFİSTEN
İTMİNANA EREN NEFSE
NEFSİN MERTEBELERİ
“Ey itmi’nâna ermiş, huzûr ve sükûn bulmuş nefis!
O senden sen de ondan hoşnûd olarak rabbine dön!”
(Fecr, 89/27-28.)
Prof. Dr. Safi ARPAGUŞ | Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İnsan, yaratılışında bir ilahî cevher taşıyan (Hicr, 15/29; Mesnevî, III/3200; İsmail Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, I, s. 28, 29.), ulvi ve kutsi sırlara mahzen olan, maksadı özünde gizli bir mahiyettir. Bu ilahî cevher, ezelde saf ve berrak bir hâlde iken, bir kafes hükmündeki bedene girmek suretiyle türlü kederler ve kusurlarla hemhâl olmuş, bu sebepten ötürü ruhu yine asli saflığını eriştirmek için onu bedenî, dünyevi, nefsani niteliklerden birer birer arındırmak -tezkiye- gerekmiştir. Tasavvufi faaliyetin merkezine oturan bu gereklilik, Kur’an-ı Kerim’de ilahî rahmetin bir vesilesi olarak peygamberler gönderilmesinin hikmeti olarak gösterilir. Bu arındırma faaliyeti, Kur’an’ın beyan buyurduğu üzere (Âl-i İmran, 3/164.) ‘aşağıların en aşağısına indirilen’, yani bedenî-dünyevi-nefsani şartlar içine itilen insanın ‘en güzel kıvam’ diye belirlenen zaman öncesi saflığına, ezeldeki hâline tekrar kavuşmasıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, VIII, s. 5937-5939.) İşte bu yüzden, sonsuz bir mana sahasına açılan manevi eğitime, kendi içindeki ifadesiyle seyr ü süluka ihtiyaç vardır.
Seyir ve süluk kelimeleri mana bakımından yürümek, bir yerden bir yere gitmek, yolculuk etmek, bir yol tutup o yolda ilerlemek anlamlarına gelmektedir. Tasavvufi bir ıstılah olarak seyir, cehaletten ilme, kötü huylardan ve yerilmiş hasletlerden güzel ahlaka, insanın kendi fani varlığından Hakk’ın varlığına yönelmesini ifade eder. Süluk da, tasavvuf yoluna girmiş, bu uğurda bir irade belirtmiş kimseyi hakikatlerle muhatap olmaya, Allah’a kavuşmaya hazırlayan manevi-ahlaki eğitimdir. Bu bakımdan seyr ü süluk, tasavvuf yoluna giren kimsenin ilahî âlemden beri gelen var olma serüvenini, bedenî-dünyevi-nefsani unsurların kayıtlarından kurtularak bu yoldaki mertebeleri tamamlayıncaya kadar kat edeceği manevi dereceleri ifade eder. Süluk, ilahî hakikatleri elde etme yolu, salik, bu hakikatleri elde etme gayretinde olan kimsedir. Sülukun başlangıcı, insanın kendisini kayıtlayan, onu hakikatten perdeleyen, saadetten alıkoyan unsurların farkına varması, nihayeti ise insanın tüm bu unsurları aşarak kendini Allah’ta bulmasıdır. İnsan bu yolculuğunda, duyulur dünyayı, kendi iç dünyasındaki belli-belirsiz meyilleri, sonu gelmez isteklerini, dinen yerilmiş ve fıtraten kötü görülmüş tüm hasletlerini, yani kendine engel olanların tümünü kademe kademe bertaraf ederek hakikatle buluşur. Sülukun nihayeti Allah’a kavuşmadır, insanın kendini Allah’ta bulmasıdır. Tasavvufun merkezine oturan süluk kavramının önemini bir sufi şu ifadelerle dile getirmektedir:
Bu âlem-i dünyâya gelmeden maksûd, seyr ü sülûk ile mârifetullah peydâ edip, ibâdât ü tâât eyleyip zâd-ı âhiret tedârik ve vuslat-ı Hakk’ı ve kurbet-i Feyyâz-ı Mutlak’ı tahsîl eylemekdir. (Gâzzîzâde Abdüllatif, Mergûbü’s-Sâlikîn, İstanbul: İnsan, 2004, s. 187.)
Tasavvuf literatüründe hep anlatıldığı üzere seyr ü süluk, farklı zorluk ve meşakkatlerle örülü bir faaliyettir. Çünkü insanın kendinden kendine, kendi iyi ve kötü yönleriyle karşılaşarak birer birer tüm niteliklerini tanıyıp onların gerekleri nelerse doğru ve yerinde tavırlar sergileyerek kendini kemale erdirmek sülukun amacıdır. Sufilerin süluk hakkındaki tanımlarında da görüldüğü üzere, insanın aşması, terk etmesi gereken niteliklerin yanında, edinmesi, kendinde gerçekleştirmesi gereken nitelikler vardır ve bu faaliyet hiç de kolay değildir, geçilmesi zor bir geçite -sa’bu’l-mürûr- benzer. Çünkü bu gayret nefse karşı yapılmaktadır. Nefis, insanın manevi merkezi olan kalbin dünyevi-zulmani-bedenî yönünü, insanı hakikatlerden alıkoyan meyilleri ve kuvvetleri ifade eden bir kavramdır. Sufiler açısından nefis, külli bir hakikat olan ruhun mertebe mertebe ilahî âlemden şehadet âlemine inmesini, bedenî-zulmani-maddi engellerle engellenmesini ifade eder. (Muhammed Gazâlî, İhyâu Ulûmiddin, Acâibü’l-Kalb, III, s. 1-59. Robert Frager’in ifadesi ile: ‘Sûfî psikolojisinde benlik ya da nefis, psişemizin en kötü hasmı olarak başlayan, ancak paha biçilmez bir alete dönüştürülebilecek bir unsurudur. En alt düzeyi zâlim nefsdir -nefs-i emmâre-. Bu nefs düzeyi, bizi mânevî yoldan ayırmaya çalışan içimizdeki negatif güçlerin hepsinin koleksiyonundan ibarettir.’ Robert Frager, Kalp, Nefs, Ruh İstanbul: Gelenek 2004, s. 29, 30.) Bu bakımdan tüm menfi unsurların, yerilmiş vasıfların yegâne kaynağı olma mertebesinde nefsin tasviri şöyledir:
Nefse bir suret verilse şekli şudur: Başı kibir, gözü ucup, ağzı haset, lisan-ı kizp ve gıybet, kulağı nisyan, göğsü hıkd ve kin, karnı şehvet ve bühtan, elleri hıyanet ve sirkat, ayakları emel, kalbi gaflet ve ruhu küfürdür. (Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I, s. 143.)
Nefsin çeşitli mertebeleri vardır. Çünkü nefis, ahlaki hedefler açısından ifade ettiği bu menfi manasının ötesinde, insanın hakikatine de atıf yapar ve bu bakımdan ruh ile aynı sayılır. (Nefsin bu mahiyeti için bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, s. 17-23.) Tasavvufi açıdan yerilen, Kur’an’ın da beyan buyurduğu üzere, nefsin emmare mertebesidir. Kur’an-ı Kerim’de, nefsin bu mertebesine işareten ‘nefis, daima kötülüğü emredici, insanlığı kötülüğe sevk edicidir.’ (Yusuf, 12/53.) buyurulur.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın izahıyla: ‘Hadd-i zâtında nefs-i beşer fenâlığı kuvvetle âmirdir, fenâlık kumandanıdır. Yâni umûmiyetle nefs-i beşerînin tabîatında şehevâta meyil ve o yolda kuvvâ ve âlâtın isti’mâl eylemek hasleti vardır. Ve binâenaleyh sırf nefsine kalırsa insan fenâlığa düşer.’ (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, IV, s. 2873.) Nefis, kusurlarından dolayı sahibini kınar, uyarır hâldeyken levvame (Kıyamet, 75/2.); Allah’tan aldığı ilhamla ve sıhhatli bilgilerle sahibini bilgilendirir hâldeyken mülhime (Şems, 91/8.); hakikatin nuruyla nurlanıp da kalbi saflığa erişmiş hâldeyken mutmainne (Fecr, 89/27.); Allah’ın her türlü tecellisini gönül hoşluğu ile kabul edip her şeyiyle O’ndan razı olma hâlindeyken razıye (Fecr, 89/27.); Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma kıvamını elde etmiş, beşerî sıfatlardan mutlak manada sıyrılmış, kendinden geçip Allah’a varmışken marziyye (Fecr, 89/27.); çoklukta birliği birlikte çokluğu idrak etmiş ve Hak ile bekâ makâmına ermişken kâmile ya da zekiyye (Şems, 91/9.) isimleriyle isimlendirilir. Tüm bu mertebelerde, nefsin hâline münasip ve takip edilmesi gerekli edepler vardır. (Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İstanbul: İnsan 1997, s. 83-108.) Seyr ü süluk, yani tasavvufi eğitim, nefsi bu mertebelerin gereğini yerine getirip terbiye etmek suretiyle ruhun saflığına ulaştırmak, bedenî-zulmani-dünyevi engellerin tümünden arındırarak Allah’a kavuşturmaktır.
Nefsi tezkiye etmek, onu türlü kusur ve kabahatlerinden arındırmak suretiyle yeniden aslına kavuşturmak, farkına varılıp takip edilmesi, bilinip tahakkuk bulunması gereken ilkelere bağlı bir faaliyettir. Bu ilkeleri, mücahede ve riyazetleri uygulayıp ibadetlerde istikrar ve samimiyet sahibi olmak, daima Allah’ın zikriyle vakitleri mamur etmek, kendiyle ve diğer insanlarla hakkaniyet esaslı münasebetler geliştirmek, alıp verilen nefesleri ve Allah tarafından emanet verilen bu hayatı gayesi çerçevesinde sürdürmek, nihayetinde kemale ermek şeklinde özetleyebiliriz. Elbette tüm bunların gerçekleşmesi önce Allah’ın inayetine, sonra ‘kâmil’ bir rehbere, daha sonra da olmazsa olmaz, sağlam bir irade ve şahsi gayrete bağlıdır.
Din yolunun hakikati bulma yolu, dinî bilginin aynı zaman hakikatin bilgisi olması sebebiyle, nefsin aşağı mertebelerinde ilkesiz ve başıboş kalmış bir insan tipinin din ile ilgisi, aslında ilgisizlik demektir ve din ile ilgili olmanın yolu, dinin beyan buyurduğu, hedef gösterdiği çerçevede bir manevi faaliyette bulunmaktan geçer. Bu manevi faaliyet nefse karşıdır, onun hakikate muhalif olabilecek taraflarınadır. Nitekim nefse karşı yapılan cihadı, Hz. Peygamber en büyük cihat olarak nitelemiş (Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, s. 165 (373); Câmiu’s-Sağîr, s. 280 (6107).), bir diğer hadis-i şerifinde de ’Mücahit kendi nefsiyle, kendi nefsine karşı Allah için cihat eden kimsedir.’ (Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd, 2.) buyurmuştur.
Nefis, yukarıda da arz ettiğimiz üzere insanın tüm olumsuzluklarını bildiren bir sembol kelimedir. Nefsin bu anlatılan niteliklerine karşı gelmenin, o nitelikleri ilahî ilkelere ram etmenin adı mücahededir. Tasavvufi bir kavram olarak mücahede, Hz. Peygamber’in hadis-i şerifinde beyan buyurduğu üzere büyük cihattır. Manevi eğitim nefse karşı ayık olma, onu sürekli denetleme, gözetleme ve neticede övülmüş ahlaki hasletlerle sıfatlandırma faaliyetidir. Bu faaliyet içerisinde bulunan kimseler ise ilahî kudret tarafından desteklenmektedirler. Bu yolda önleri açılarak, işlerinin kolaylaştırılacağına şu ayet ile işaret edilmektedir:
‘Bizim uğrumuzda cihat (mücahede) edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, iyilik yapanlarla beraberdir.’ (Ankebut, 29/69.)
İtminan makamına ulaşan nefis saf ve temiz bir hâl alır. Ancak bu safiyeti ve temizliği korumak için kötü ve malayani olarak görülen gereksiz düşüncelerden uzak durmak gerekmektedir. İnsan kendisini ilgilendirmeyen, fani ve geçici düşüncelerin tuzağına düşmeden kendi benliğini ve aslını idrak etmeye çalışmalı, bunun dışında kalan her türlü meşgaleden uzak durmalı ki itminan makamında elde ettiği güzellikleri kaybetmesin.