Makale

İSLAM TEFEKKÜRÜ VE HZ. MUHAMMED (S.A.S.)

İSLAM TEFEKKÜRÜ VE HZ. MUHAMMED (S.A.S.)

Doç. Dr. Mustafa Said Kurşunoğlu | Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi


Tarihin derinlikleri içinde kaybolmuş nice medeniyetler ve bu medeniyetlerin ana umdelerini oluşturan farklı tefekkür tarzları olduğu gibi, kadim geçmişten günümüze ulaşan pek çok akıl yürütme biçimi ve düşünce sistemi de vardır. Bilinen tarih boyunca Hint ve Çin Felsefelerinin Brahmanist, Budist, Taoist, Konfüçyanist biçimlerinden Mısır Hermetizminden Babil Bilgeliğine, Pers Zerdüştlüğünden Antik Grek Felsefesine ve Hellenistik mirasa değin Doğu ve Batı ekseninde bir seri dünyaya, varlığa, insana, topluma, ahlaka, devlete ve bütün bir hayata yönelik farklı bakış açıları ve düşünce tavırları söz konusu olmuştur. Bunlardan hakikati arayan Doğu bilgeliği insana ve doğrudan varlığa yönelmiş sezgiye dayalı öznel ve ruhani bilgiye ulaşırken; Batı düşüncesinin ise aynı işlemi rasyonel ve doğrudan tabiata yönelmiş bir nesnel gerçeklik arayışı biçiminde gerçekleştirmeye çalıştığı görülmektedir. Böylece insanın iki temel yönünden ilki olan dış dünyayı doğadan hareketle anlama ve açıklama çabası ile bu çabanın doğayı ve insanı zihin dünyasına ait kavramlar evreninde tanımlama ve anlamlandırma çabalarının ürünü olan felsefi düşünce tarzı ortaya çıkacaktır. İkincisinde ise kavramlar evrenine taşınmış bulunan varlık ve varlık düzeninin hazır bulduğu boyutsuz düşünce uzamının şekilsiz, sözsüz ve sonsuz mutlaklığında kendisini gösteren ruhani sezgiselliğe dayalı aşkın ve mutlak hakikat boyutu ortaya çıkacaktır. İçe ve dışa yönelik ya da Doğulu ve Batılı olarak ifade edebileceğimiz her iki düşünce tarzı da kendi dönemleri çerçevesinde insan varlığının nihai sınırlarına ulaşmış ve bu antropik sınırlardan başlangıç merkezlerine geri dönen bir döngüselliğe sahip olmuşlardır.
MÖ M. yıllardan MS VI. asra değin Doğu’ya ve Batı’ya ait iki ayrı küresellik meydana getiren bu iki düşünce tarzının kendilerine özgü medeniyetleri, eğitim kurumları, sanat ve bilim anlayışları ve tüm bu özgünlüklerin hülasası olan politik biçimleri ve devlet anlayışları vardır. Doğu bilgeliğinin güçlü temsilcisi Pers imparatorluğu ile Batı aklının buyurgan imparatorluğu Roma arasındaki tarihsel çekişme ve çatışmada somutlaşan beşeri çizgi, arada bıraktığı kavimler ve toplumlar üzerinde yıkıcı etkiler meydana getirdiği gibi, bu çatışmacı doğada gündelik insanın değişken ve geçici dünya içerisindeki mutluluk ve kurtuluş arayışlarını da tetikleyecektir. İnsan bir yandan bir doğrunun iki ayrı yönünde sonsuzca uzayan uçları gibi kendisine ait iki ayrı düzenin çatışmasının merkezinde yer almanın bunalımını yaşarken, öte yandan iki farklı politik düzenin fiili savaşını doğal bir gerçeklik gibi yüklenmek durumunda da kalacaktır. Nitekim MÖ 90’lı yıllardan itibaren yaklaşık olarak sekiz asır devam eden Roma ve Pers savaşlarının temsil ettiği bu süreç, bu sonu gelmez kaos İslam ordularının 633’de başlayan büyük fetihleri ile son bulacaktır.
Kelime anlamı olarak barışı ifade eden İslam tek tek insanları ve nihayetinde tüm toplumları hâkimiyeti altına almış bu büyük mücadelenin, ruh ve akıl, madde ve mananın ayrışan kutuplarının bu içinden çıkılmaz dilemmasının, gözyaşı ve kan üzerine kurulmuş vahşetinin aşkın ve ilahî bir merkezde uzlaştırıldığı sistemin adı olmuştur. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) kendi dini için kullandığı bu isimlendirme onun tefekkürünün yaşadığı dönemin koşullarını ve tarihsel derinliğini ne kadar başarılı bir biçimde tespit ettiğini göstermekle birlikte, insanlığın gelecek çizgisindeki yapılanmasında da aynı ölçüde belirleyici olacaktır.
İnsanlığın asırlardır beklediği ve can havliyle aramaya koyulduğu kurtuluş talebi bir yandan Doğu bilgeliğinin, benliğin ve sahip olduklarının inkârına dayalı mistisizmine evrilirken, öte yandan Batı rasyonalitesinin hedonizmine ve maddi olanla tatminin dünyeviliğine dönüşmekteydi. İlkinde ruhani büyüklerin ve mistik üstatların ilahlığı insanlığa dayatılırken, ikincisinde ise maddi güç ve kuvvetle özdeşleştirilen imparatorların ve savaş kahramanlarının tanrılığı ilan edilmekteydi. Doğal hukukun üstünlerin hukuku ve görece adaletlerine eş koşulduğu bu aristokratik kültürel ve politik vasat, yegâne gerçek olduğu iddia edilen bilgiye ve haklıyı tanımlayan maddi güce erişememiş yığınlar için zorbalık ve tahakkümden başka bir şeyi gerçekte vaat etmemekteydi. Seçkinlerin tanrılığına bu iddiayı sıradan insan için meşrulaştırmaktan başka bir görevi olmayan insana doğa güçlerinin tanrılıkları da eklemlenecek ve ortaya hegemonyanın makulleştirilerek devamından başka bir şeye hizmet etmeyen birey ve toplumu üst üste saran bir sürü tanrısallık çıkacaktır. Hz. Musa’nın (a.s.) bir kavmin hırsları ve içgüdüsel tavırları ile tekelleştirdikleri daveti ile Hz. İsa’nın (a.s.) bu tanrılar enflasyonunda kendine özdeş yeni bir tanrı olarak saptırılan çağrısı söz konusu tablo içinde ilave çizgilerden öte bir fonksiyon ifade etmeyecektir. Ancak insanlık ilkinde aklın beşerî sınırları ötesinde bir gerçeklik alanı olduğunun farkına varacak, ikincisinde ise sıradan insanın ve fakir yığınların da bir tanrı sahibi olabileceği gerçeği ile tanışacaktır.
Nihayet MS 610 yılında Mekke’de gerçekleşen ilk vahiy ile birlikte, tüm insanlığı etkileyecek en büyük inkılabın meydana geldiği görülecektir. Hz. Muhammed (s.a.s.) mükemmel bir durulukta ifade ettiği tek bir kelime ile tüm tarihsel akışı değiştiren bir etkiyi meydana getirebilmiştir. “Lailahe illallah” olarak ifade edilen bu tek kelime beşer düşüncesinin ve politik aklının ürünü olan tüm tanrısallıkları ret etmekle işe başlamakta ve böylesine kısa olmakla birlikte neredeyse tüm tarihi ve geleceği kuşatan kapsamı ile kendisini dile getirenin tüm yerleşik düzenlere karşı başlatmış olduğu devrimin meşruiyetini de “Muhammedü’r-Rasulüllah” ile vermekteydi. Değişik bir ifade ile bu kelime salt bir söz olarak ifade edilmemekte, doğrudan insanlığa ait bir dava olarak Hz. Rasulüllah’ın (s.a.s.) şahsında temsil edilmekteydi. Mekkeli sıradan bir insanın ya da diğer bir ifade ile bir ümminin dönemin tüm dinî, kültürel, politik yapılarını tek bir kelime ile devre dışı bırakmasındaki hayret verici güç, ancak onun resullüğü ile makulleştirilebilirdi. Böylece yaklaşık bin yıldır süren küresel çatışma ve kaosun kökeninde yatan şirk unsuru ortadan kaldırılmaktaydı. Doğu’nun ve Batı’nın, ruhun ve aklın, zihnin ve bedenin, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, güçlü ile zayıfın, siyah ile beyazın kendisine herkesin ulaşabildiği tek bir ilahın aşkınlığında tanımlandığı bu yeni düzen Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendi dinini ve dünyasını kuşatan tefekkürünün tüm insanlığa bir hediyesi olarak ortaya çıkmıştır.
Nitekim geniş halk yığınlarının ve özellikle bu kültürel ve politik çatışma ortamından bunalmış olan sıradan halkın ve zayıf kesimlerin Hz. Peygamberin (s.a.s.) davetine ilk icabet olanlar olduğu görülecektir. O hâlde Hz. Muhammed’in (s.a.s.) davetini sembolize eden başka bir ifade pekâlâ mümkünken İslam adının ve kelime-i tevhidin tercih edilmiş olması onun Mekke’nin yerelliğinin sınırlarını aşan bir tarih, insan, toplum ve politika okumasına sahip olduğunu göstermektedir. “Yaratan Rabbi’nin adıyla oku.” (Alak, 96/1.) emri onun insanlığın genel durumu hakkındaki derin ön çabalarının girmiş olduğu çıkmaza verilen ilahî bir cevap olarak kendisini göstermektedir. Böylece onun (s.a.s.) Hira dağındaki uzun tefekkür dönemlerinde içinde yaşadığı Mekke toplumunun doğasından hareketle insanlığın köleler-hürler, zayıflar-güçlüler eksenindeki kutuplaşmasını saf vicdandan ve zihnin temel idraki ile ilahî vahyin enginliğini buluşturan tek bir kelimenin çözümleyiciliğinde tanımlayabilmesi emsalsiz bir şaheserdir. Davetinin ilk yıllarında Mekke’ye gelip onunla tanışmak isteyenlere salık verdiği ve Medine döneminde (Nisa, 4/36.) ısrarla vurgulayarak bizzat uyguladığı ikinci temel unsurun akrabalık ilişkilerine önem vermek olduğu görülmektedir. Böylece tevhit doğru düşünme ve fıtrata uygun hareket etme olarak tespit edilirken, hemen yanı başında aile temelli içtimai hayatın kendi doğal halinden çıkarak güçlülerin etrafında örgülenen bir kabile ve nihayet krallıklara ulaşan asabiyesi ret edilmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.s.) tevhidin şirk aracılığıyla çoğaltılmasının yol açtığı faciaları tespit ederken, öte yandan aynı yaratıcı kökenden gelmenin doğal sonucu olan rahmete dayalı yalın akrabalık ilişkilerinin güç, şan, şöhret gibi duygularla beslenen ve güçlü olana izafetle yozlaştırılan biçimlerini de inkâr eden bir bakış açısını dillendirmekteydi.
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Medine dönemi ise onun davetinin kavramsal ve kurumsal çerçevesinin sarsılmaz bir biçimde bireye ve topluma oturtulduğu yıllar olacaktır. Devlet kurumsallığına kadar yükselmiş bu süreçte en dikkat çekici unsur şüphesiz onun miracı ile ortaya koyduğu bakış açısıdır. Buna göre o (s.a.s.) bir yandan yeni bir birey ve toplum inşa ederken öte yandan Allah (c.c.) hakkında insan idrakinin ulaşabileceği sınırları da belirlemiştir. Bu dönemde Kur’an vahyinin topluma ve tarihsel olaylara yönelik konumu ve bu konumdan kaynaklanan yeni kavramsal bir bakış açısının değerler, ahlak, toplum gibi her alanda hâkim olması, beraberinde uluhiyetin de kavramsal bir bağlama oturtulması sonucunu vermesi beklenirken o, kendi mükemmel marifetinin son hudutlarını çizen miraç hadisesinde ve vefatı esnasında (seni hakkıyla bilemedik…) ifadeleriyle uluhiyetin kavramsal bir doğaya sığmayan enginliğini tespit ederek Müslüman tefekkürünün çağları aşan bir boyutta ilerlemesinin de önünü açmayı başarabilmiştir. Böylece onun tefekkür ufkunun sonsuzluğu kendisinden sonra gelen İslam tefekkürünün kelam ve tasavvuf gibi akıl ve kalp eksenli yürüyüşlerine de çağlar üstü bir önderlik konumuna sahip olabilmiştir.
Günümüz dünyasının yeniden içine düşmüş olduğu çatışma ve kaos ortamı göz önüne alındığında Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Tevhit ve İslam (Allah ve Barış) eksenli tefekkürünün önemi ve bu tefekkürün dünyanın zorba hakimleri tarafından bir tehdit unsuru olarak görülmesinin temel nedeni de anlaşılmaktadır.