Makale

YALNIZ YILAN DOĞAR ZEHİRLİ YILANLARDAN

YALNIZ YILAN DOĞAR ZEHİRLİ YILANLARDAN
Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU

Bilmem farkında mısınız? İslam dünyasına yönelik içeriden ve dışarıdan müthiş bir taarruz, saldırı, tecavüz ve karalama furyası aldı başını gidiyor. Özellikle kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi, hızlanması, internet ve sosyal medya kullanımının yaygınlaşması bu saldırıların hacim ve etkisini de katlamış vaziyette. Süregiden küresel kötülüklerin sırtına yükleneceği bir ‘şamar oğlanı’ aranıyordu ve bulundu: İslamiyet ve Müslümanlar. Soğuk Savaş Dönemi ve bilhassa da 9/11 terör saldırıları sonrasında fiili durum ne yazık ki böyle… Müslümanlar olarak biz de, tabir caizse, süt dökmüş kedi gibi köşeye sindik ve sağlı sollu yağan iftiraları, eleştiri oklarını savuşturmakla, suçlamaları reddetmekle meşgulüz. Savunmadayız, zihinsel ve bedensel enerjimizin önemli bir kısmını kendimizi asılsız iftira ve karalamalardan aklamak için harcıyoruz. Bize ait ne varsa hepsini tahrip etmeye, bizleri ‘suçlu’ sandalyesine oturtup yargılamaya ve hakkımızda nihai hükmünü vermeye azmetmiş bir ırkçı ’arsız’ güruhu var karşımızda. Bize soluk aldırmamaya âdeta yeminli bir güruh.
Süper lüks malikânelerinde huzur ve rahatlarını sürdürebilmek, servetlerine servet katabilmek için yeryüzü kaynaklarını tüketmeye ve bunun için gerekirse ortalığı yangın yerine çevirmeye kararlı bir narsist ve nihilist grubuyla yüz yüze bütün yeryüzü insanlığı. Doğrusu, dünya yansa, bir yorganı yanmaz bu kötülerin; onlar için hiçbir insani, ahlaki, vicdani değerin hükmü yok. Demokrasi, insan hakları, eşitlik, paylaşım, hoşgörü gibi kavramları dillerine pelesenk etseler de eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü ile keselerini dolduran, konforlarını pekiştiren bu yeryüzü bozguncularının hedefinde sadece Müslümanlar yok, ‘öteki’ konumuna oturttuğu herkes var.
İtalyan yazar Giuseppe Goffredo, Barış Sürecinin Acıları isimli eserinde, bu kötülerin sahip oldukları ‘refah’ düzeyi ile içini ‘özenle’ bizzat kendilerinin doldurdukları ‘öteki’ kavramı arasında karşılıklı bir ilişkinin var olduğunu söyler. Senaryosu ve gerekçeleri önceden kurgulanan savaşlar Batı toplumlarının refahı ve çıkarları için elzem, ancak bunun için de, öncelikle, tasarlanmış bir oyun kurgusunun parçası olacak bir hedef ’öteki’ lazım. Kendisine biçilen kalıbın hakkını verebilmesi için, son derece sade, basit, tüm karmaşıklığından arındırılmış, anlaşılabilir biçimde tasvir edilmiş bir soyut ’öteki’. Ona göre Hiroşima, Nagazaki ve Auschwitz’ten bu yana ahlâktan uzak, kutsal değerlerden yoksun savaşlar, ‘öteki’ni tamamen yok etmeye yöneliktir. Tam burada şu can alıcı soruları sorar Giuseppe: “Kendi refahımızın, ölüm ve başkalarının acı çekmesine bağlı olduğunu nasıl kabul edebiliriz? Barışın, başkalarının topraklarını işgal etmek üzerine inşa edilişine nasıl sessiz kalabiliriz?”
İşgalci, sömürgeci şer odaklarına göre, modernliğe, küresel kapitalist düzene ve Batılı değerlere direnenler, şeytanın ikizidirler. Bela ve musibet kabilinden her türlü kötülüğün kaynağı ve sebebidirler.
Terörün öteki yüzü: Stratejik güç dengeleri
Olay yeterince anlaşıldı sanırım, o halde burada duralım ve soralım.
Özellikle 9/11 sonrasında İslam’ı ve Müslümanları yeryüzündeki sorunların ’yegâne’ kaynağı ve sebebi olarak gören ve ırkçı İslamofobik görüşleri ısrarla yaymaya devam eden malum zümreler, insanlığın sorunlarının ’gerçek’ kaynağını gizlemek için dikkat dağıtıyor olabilirler mi? Yeryüzünde bizzat kendilerinin yaydıkları korkunç sömürü, adaletsizlik ve eşitsizliği örtbas etmek için kukla terör örgütlerini kurgulayarak topyekûn insanlığın başına bilerek bela ediyor olabilirler mi?
Bu soruların cevabı olabilecek, ’malumun ilamı’ kabilinden bir bilgiyi paylaşalım.
İngiltere’nin meşhur Oxfam yardım kuruluşu, hazırladığı son raporunda, dünyanın hâlihazırdaki en zengin 8 milyarderinin toplam servetlerinin, dünya nüfusunun yarısının malvarlığından daha fazla olduğunu açıkladı. Dünyadaki eşitsizliğin bugüne kadar hiç bu kadar bariz ve şok edici olmadığını özellikle vurgulayan Oxfam başkanı şaşkınlığını gizlemez: “Tek başına bir golf arabasına rahatça sığabilecek bir grup adamın, insanlığın fakir olan yarısından daha zengin olması acayipliğin de ötesinde… Zenginle fakir arasındaki uçurum, korkulan sınırın çok çok üstünde!...”
Tek başına bu vahim gerçek bile, maruz kaldığımız savaşları, terör olaylarını, kötülükleri açıklamaya yeter de artar sanırım. Yerkürenin dengelerini alt üst edenleri istatistikler ele veriyor. Açık ve net olan bir şey var. Kültürümüze, dokumuza, tabiatımıza, tarihimize, geleneğimize, dinimize, ruhumuza, özümüze yabancı, aykırı ve ters terör örgütlerini kuranlar bizler değiliz. Bu örgütleri besleyen, donatan, kendi aralarındaki stratejik güç dengeleri için bu örgütleri birbirlerine kırdıran, Müslümanların da başına bela eden, miadı dolanı feshedip yerine yenilerini tasarlayan da bizler değiliz.
Giuseppe, Müslüman ve Hristiyan halkları arasında kesinlikle bir çatışma yok diyor. Ona göre çatışma, dinî ırkçılığı körükleyen Batılı köktenci güçlerle İslami terörist gruplar arasında. Böyle bir çatışma ile Müslüman terörist gruplar kendi toplumlarını teokratik rejimlere sürüklemeyi, Batılı köktenci gruplar ise terörü bahane ederek yabancı toprakları ve stratejik kaynakları işgal etmeyi hedefliyor. Neticede birbirinden farkı olmayan, aynı mantığa hizmet eden bu iki taraf için de şiddet, hedefe kestirmeden varmanın en pratik yolu. Her iki grubun ortak amacı, Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ kurgusunu gerçeğe dönüştürmek. Ona göre, iki kutup arasındaki bu amansız kavga ve savaşlardan galip çıkan, ‘düşmanını tümüyle yok etmiş olacak’ ve neticede, başından beri peşinden koştuğu ‘tek bir uygarlık, tek bir dil, tek bir din’ idealini uygulamaya koyacak… O halde, ‘öteki, ya boyun eğmelidir, ya da yok olmayı kabul etmelidir; var olmayı unutmalıdır!” Giuseppe, tespitlerinde sonuna kadar haklı, ama doğruları onun gibi bağıra bağıra seslendirenler Batı’da ne yazık ki çok nadir…
Din görünümlü terör kurguları
Şu bir gerçek ki, din, toplumsal hayatın akışkan, dinamik bir gerçekliğidir. Fransız sosyolog Emile Durkheim’ın ifadesiyle, toplumun üyelerini, ortak bir bilinçle, ortak bir amaç ve inanç sistemi etrafında buluşturan bir ’sosyal çimento’ görevi görür. Bu ifadeden, çimentonun dağılmasıyla toplumun da parçalanacağı sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Şayet bir din, ayrıştırma, ötekileştirme, dışlama, yok etme aracına dönüştürülürse, ortalık yangın yerine döner. Tarih bunun canlı şahididir. Avrupa’nın yıllar süren din ve mezhep savaşları insanlık tarihinin en büyük trajedilerine yol açmıştır. Dini kendi menfaatlerinin aracına dönüştürenler, yaptıkları her türlü yıkım ve katliamı meşrulaştırmak için dinî metinleri kendilerine göre eğip bükerler. Gerçekte bu örgütler, kötü emeller için yola çıkanların kurdukları din kisveli, din görünümlü terör kurgularıdır.
Vaktiyle din savaşlarından çok çekenler –kastımı anladınız sanırım– aynı senaryoyu Müslümanlar için kurgulamakla meşguller. Bunu gerçekleştirmek için ellerinde yeterince malzeme var zira…
Din sömürüsünü kendilerine kalkan yapan, ‘sureti haktan görünerek’ kendi insanlarını, dindaşlarını öldüren, kendi topraklarını birer enkaz yığınına çeviren taşeron terör örgütlerini biz kurmadık, sahipleri de bizler değiliz. Bu din kisveli terör örgütlerini kimin kurduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Onlara lojistik destek verenler, eğitenler, silah mühimmatı sağlayanlar kimlerse, kuranlar da sahipleri de onlar. Suçluyu ‘potansiyel terörist’ muamelesi yaptıkları ‘öteki’ varlıkta arayanlar kendilerini ele veriyor zaten. Merak edenler yeni Amerikan Başkanının DEAŞ’ı kimin kurduğunu ifade eden sözlerine baksınlar yeter. Daha fazlasını duymak isteyenler, hali hazırda varlığını sürdüren örgütlerin adlarını arama motoruna versinler, hepsinin künyelerini ve işbirlikçilerini tek tek görürler. Artık hiçbir şey gizli değil. Dahası, bu örgütleri kurmakla suçlananlar, çıkıp da “Hayır ben kurmadım, benim bu terörist örgütlerle ilişkim katiyetle olamaz; bunlar düpedüz iftira!” şeklinde bir tekzip beyanında bulunmuş da değiller...
Sizce bütün bunların sebebi ne olabilir? Bu örgütleri kuranlar ve insanlığın başına bela edenlerin hesabı ne olabilir? Gelin bu soruların cevabını Kanadalı ekonomi profesörü ve yazar Michel Chossudovsky’den alalım. Ona göre, yeryüzünde ‘sınırları olmayan’ bir savaş stratejisi süregidiyor. Bu savaş bilhassa 9/11 sonrasında ‘terörizmle mücadele’ bahanesi adı altında faaliyete geçirildi. Chossudovsky, bu mücadele kampanyasının insanlığın geleceği açısından son derece vahim, yıkıcı sonuçları olacak bir fetih savaşı olduğu görüşünde. (Chossudovsky, America’s “War on Terrorism, s. 114.)
Bu örgütlerin niye kurulduğunu anlayan anladı… Ama yine de söyleyelim: yeryüzü kaynaklarını sömürmek isteyenler, gizlice kurdukları bu örgütler üzerinden ‘terörle mücadele’ gerekçesi yaratarak fütursuz işgal ve imha eylemlerine devam ediyorlar…
Dünyanın en zengin ve en nüfuzlu kişilerinden biri olan Amerikalı bankacı ve işadamı David Rockefeller’ın sözleri hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açık ve net: “Bizler küresel bir dönüşümün eşiğindeyiz. İhtiyacımız olan şey, yerinde ve vaktinde bir büyük kriz. Böylece uluslar, Yeni Dünya Düzeni’ni kabul edecekler.”
Şu halde, İslam dünyasının hemen her yerinde Müslüman halkların samimi dini duygularını istismar ederek kendilerine yağma ve talan alanı açmaya çalışan din motifli terör kurgularının varlık sebebi açıklığa kavuşmuş durumda. Bütün bunları söylerken, İslam dünyasının nice onlu yıllardır duçar olduğu sosyal, siyasi, ekonomik buhranların, dayatmacı, zalim diktatörlüklerin bu örgütlerin doğmasındaki payını da unutmuş değiliz. Bu örgütlerin hiçbiri, faaliyet gösterdikleri coğrafyaların, ülkelerin sosyal, tarihi, ekonomik, siyasi gerçekliklerinden ve sorunlarından asla bağımsız değildir. Bu konunun da başlı başına masaya yatırılması zaruridir. İğneyi başkasına batırırken çuvaldızı da kendimize batırmalıyız.
Bununla birlikte, hızlı modernitenin sebep olduğu bilinç, kimlik ve benlik parçalanmasının yarattığı şokları atlatamayan gençlere altın tepside sundukları ’şehadet yoluyla cennet’ vaadi ise gerçekte hiçliğin ta kendisidir. Hicret, cihat, hilafet, şeriat vb. kavramları istismar ederek ağlarına düşürdükleri gençler için de birer dipsiz kuyudurlar. Bu örgütler, kutsallık kisvesi ile örttükleri vahşi tuzaklarına düşürdükleri gençleri peşlerine taktılar ve feci bir yok oluşa doğru sürüklüyorlar.
Bizleri kahreden asıl mesele, kapalı kapılar ardında birer ihanet yuvası olarak kurulan bu örgütlerin ağına düşürülen, hain planlara yem edilen, her gün yüzlercesi savaş alanlarında öldürülen bu gençlerin bizim gençlerimiz olması. Adları, milliyetleri ve mezhepleri ne olursa olsun, tuzağa düşürülen gençler bizim gençlerimiz. Ümitleri ve hayalleri paramparça edilen, kafaları allak bullak edilen, kültürlerinden, köklerinden koparılarak uzaklara fırlatılan, eline ‘sahte’ kimlikler tutuşturularak kavga meydanlarına salınan gençler bizim gençlerimiz. Hepsi Müslüman coğrafyanın gençleri…
Ölen de öldüren de ‘Allah!’ diyorsa, bunda bir gariplik yok mu?
Sözlerimizi 2008 yılında vefat eden Filistinli meşhur şair Mahmut Derviş’in şu manidar beytiyle tamamlayalım:
“Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,
Yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!”