Makale

İSLAM ŞEHRİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ

İSLAM ŞEHRİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ

Doç. Dr. Kemal ÖZKURT | Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

Bir yerleşim merkezi olarak şehir, İslam tarihi bakımından Kur’an-ı Kerim (İbrahim, 14/35; Sebe’, 34/15.) ve hadis-i şeriflerden, Türk tarihi bakımından Hunlar gibi çok erken devirlerden beri bildiğimiz bir olgudur. (Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Şehir ve Mimarlık, İstanbul 1977, s. 8 vd.) Şehirler bizim kültürümüzde, özellikle İslam tarihi ile birlikte “Medine” ile olan bağlantısı dolayısıyla, medeniyetle yakından alakalı görülmüştür.
Bu anlamda İslam ve Türk kültürü bakımından göçebelik ve şehirliliğin eş zamanlı olarak yaşandığı, önceleri göçebe iken sonradan yerleşikliğe geçmedikleri hatırlanmalıdır. Zamanla göçebeliğin terk edilip yerleşik hayatın tüm toplumlarca tercih edilmesi de bir diğer vakıadır.
Bir İslam şehrini, diğer inanç ve kültürlerin şehirlerinden ayıran temel özellikler nelerdir? Bir şehri İslami kılan şey nedir? Bu soruya net, sınırları kesin çizgilerle çizilmiş bir cevabın verilmesinin zorluğunu kabul ile başlamak gerekmektedir. Afrika, Asya ve Avrupa’da farklı dil, ırk ve kültürlere mensup çok sayıda topluluğun dini olan İslam’a inanan Müslümanların 1400 yıl boyunca kurdukları şehirlerin özelliklerini birkaç cümle ile ifade etmek kolay olmasa gerektir.
Şüphesiz İslam şehirlerinin tarih boyunca ana özellikleri takip edildiğinde ortaya bir tipoloji çıkmaktadır. Bu alanda yapılan çalışmalarda öne çıkan unsurlar olarak İslam şehirleri, cami merkezli olarak tanımlanmaktadır. Yönetim merkezinin caminin yanında veya yakınında olmasına dikkat edilir. (Bu durumun, devlet merkezinde cami, hilafet/saltanat sarayı; illerde cami, vali, kadı vb. kullanımındaki bina şeklinde anlaşılması mümkündür. Yılmaz Can, İslam Şehirlerinin Fiziki Yapısı, Ankara 1995, s. 155-158.) Adalet, eğitime ilişkin yapılar ve pazar, bu yapılar organizasyonunun tamamlayıcı ö-
gesidir.
Bütün İslam tarihi boyunca bu anlamda oluşan yapılar topluluğu, Hz. Peygamberin Mescid-i Nebevi merkezli olarak şekillendirdiği Medine-i Münevvere örnek alınarak yapıldığı ifade edilir.
Caminin şehrin merkezinde olması yaklaşımı, bazı durumlarda fizik anlamda tam ortada olmak, çevresindeki bütün mahallelerin camiyi dairevi olarak kuşatmaları ve ana yönlerde eşit mesafede olmaları anlamına gelmeyebilir. (Örneğin Kûfe şehri ilk hâliyle bu tarz bir şehir yapısının örneğidir. Bu anlamda şehirlerin fizik yapıları ve gelişimi başka birçok etkenle birlikte coğrafi yapıyla da ilgilidir. Casim Avcı, “Kûfe”, DİA, Ankara 2002, c. 26, s. 339-342.) Buradaki merkez olma durumu öncelikle sosyal hayatın, insanın dünyasının merkezinde olmakla ilgilidir. İbadet mekânları olan camileri merkezde olan ve günde beş vakit ezanın okunduğu bir şehirde, hemen yakınındaki yönetim (sultan/vali) merkezinin sakinlerinin, eğitim ve ticaretle uğraşanların, hayatlarının her aşamasında ve günün her saatinde, düşünce ve davranışlarının merkezinde din olacaktır. Böylesi bir şehirde iyi şeyler yapmak daha kolay, kötülükler daha zor olacaktır.
İslam şehri, insan iradesini devre dışı bırakmamak şartıyla, harama giden yolların büyük ölçüde kapalı, doğal akışının helal ve mübah olana doğru olduğu yerleşimlerdir. İslam şehrinde şeytan her an sizinle kol kola değildir. Bir yerlerde saklıdır. Onu ancak ararsanız bulursunuz.
Camilerde olduğu gibi, İslam şehirlerinin önemli fiziki bileşenlerinden biri de pazarlardır. (Şehircilik açısından camilerin konumu bağlamında örnek bir şehir olarak Medine-i Münevvere için bkz. Can, age. 36-39.) İslam şehirlerinin alış veriş merkezleri, tüketimin âdeta bir tür ibadet gibi algılandığı veya alışveriş hastalığının tetikleyicisi olduğu merkezler değildir. Tarih boyunca bilinen bütün toplumların kendilerince çarşı, pazarları vardır. Ancak İslam şehirlerinin pazarları, fizik yapılarıyla değil, işleyiş tarzı ve alışverişe konu olan malları ile diğerlerinden ayrılmaktadır. Zira İslam toplumu, günlük hayatını sürdürmek için, ailesinin maişetini temin için yaptığı çalışmayı ibadet saymaktadır. Bu satıcı esnaf için böyle olduğu gibi, alan müşteri için de böyledir. Böylece cami ile birlikte alış-veriş merkezleri de bir yönüyle ibadet mekânları olmaktadır.
İslam şehirlerini diğer şehirlerden ayıran en belirgin özelliklerden birinin de mimarinin insanı ezmemesi olduğu söylenebilir. İnşa edilen yapılar insani boyuttadır, insana tepeden bakmaz, adeta doğal çevreleri ve insanlarla organik bir bütün oluştururlar. Şehrin siluetine hâkim olan yapı camidir. Caminin dışında yine haşmet ve azamet sahibi olan yapılara bakıldığında devlet yöneticileri veya varlıklı kimselere ait yapılar değil, geniş halk kitlesinin kullanımında olan yapılar olduğu görülmektedir.
İslam şehirlerinde, mimari tür olarak rastlanan yapıları ana başlıklar hâlinde sıralarsak: başta her bakımdan şehrin merkezini teşkil eden camiler, yönetim binaları, kervansaray, han, medrese, imaret, hamam, çeşme, köprü, türbe, zaviye… gibi yapılardır. Bu yapılardan hiçbiri bir şahıs veya gruba ait yapılar değildir. İlk bakışta daha dar kitleye hitap eder gibi görünen türbeler de aslında toplumların ortak değerleri olan şahsiyetlere aittir. Yine varlıklı kimselerin kendi adlarına yaptırdıkları konutlar, son sırada yer almaktadır. Sultanların, hayırseverlerin yaptırdıkları camiler ve diğer hayır kurumlarının çoğu günümüze gelmişken, saray ve köşklerinin çok azı varlığını sürdürmektedir. Bu yönüyle şahıslara ait mimarinin arka planda olduğu bir şehir yapısı görülmektedir.
İslam şehirleri, içinde yaşayan veya kendine misafir olarak gelen insanların: din, akıl, onur, can ve mallarını korumaya yönelik kurum ve mimari yapıların bulunduğu yerleşimlerdir. Tek tek sayıldığında, bu mimari tür başka ülke ve dönemlerde de var denebilecek bir durum söz konusu iken, bir şehirde bu yapıların oluşturduğu bütünden, ortaya emniyet ve güven çıkmaktadır. Zira mimari az sayıda insanın nasıl daha çok mal, mülk edineceğine değil, daha geniş kitleleri mutlu etmeye yönelik bir ameliye olarak görülmektedir.
İslam şehirleri hakkındaki bu tasvir, tarihi bir gerçeğin ifadesi olmakla birlikte, içinde bir miktar olması gerekeni, arzu edileni de barındırdığı bir gerçektir. (Turgut Cansever, Osmanlı Şehri, İstanbul 2010, s. 143 vd.)
Şüphesiz İslam tarihi boyunca inşa edilen her şehir burada anlatılan “İslam Şehri” nitelemesini hak edecek şekilde, bilinen özellikleri taşır hâlde değildir. Günün teknik şartlarında, maddi imkân ve topografyanın müsaade ettiği ölçüde kurulmuş, tipik bir İslam şehrini temsil etme iddiası taşımayan şehirlerin sayısı hiç de az değildir.
Burada Kur’an-ı Kerim’de cennet tasvirlerinde bir mimariden söz edilirken, cehennemde sadece ateş, sıcak soğuk gibi azap çeşitlerine yer verilmesi anlamlıdır. Kapıları hariç tutulursa cehennemde mimari yoktur. Cennette bahsedilen köşkleri ve diğer yapıları, bir şekilde mimari çağrışımı dünya hayatımızdakilerle mukayese etmek sağlıklı olmayabilir. Ancak her şeye rağmen mimari bir türden bahsedilmesi anlamlıdır.
İslam şehirlerinde yaşayan insanların günlük hayatlarında günahsız bir toplum olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Ancak bu toplumlar günahın mimarisini inşa etmemişlerdir. Dinin alenen haram saydığı şeylerin veya insan onurunu rencide eden eylemlerin periyodik olarak işlendiği bir mimarileri yoktur. (Burada Romalıların Arenalarda yarışma ve eğlence adı altında insanlara yaptıkları eziyetler hatırlanabilir. Torill Christine Lindstrøm, (2010) “The animals of the Arena: How and why Could Their Destruction and Death be Endured and Enjoyed?”, World Archaeology, 42: 2, 310-323.)
Tevhidin bir yansıması olarak geniş anlamda mimaride kıble vurgusu önemlidir. Camilerde kıble duvarları genellikle en çok süslenen duvarlardır. Mezarlarda (türbelerin konumları da dâhil) yönelim, ölünün sağ omuzu üzerine yatırıldığında, yüzü kıbleye bakacak şekilde planlanır. Yine kamu ve konut mimarisinde tuvaletlerin kullanım esnasında, kullanıcının ön ve arka kısmının kıbleye denk gelmeyecek şekilde konumlanmasına dikkat edilir.
İslam şehirlerinde mimari yapıların, asıl fonksiyonlarının ötesinde önemli bir işlevleri daha vardır. Her yapı türü üzerinde barındırdığı kitabelerle, Kur’an ve sünnetin bir konu hakkındaki ifadeleri insanlara tebliğ edilmektedir. Böylece İslam sanatındaki tevhit anlayışı bir kez daha tezyinat aracılığı ile gerçekleşmektedir.
Bütün İslam şehirleri bakımından ciddi manada yaşanan tek tezadın türbeler konusu olduğu söylenebilir. Hz. Peygamber’in mezarlar üzerine yapı yapmayı açıkça eleştirdiği bilinmesine rağmen, erken İslam döneminde ısrarla sakınılan bu yapı türü, ilk vahiyden yaklaşık 250 yıl sonra 862 yılında Abbasi halifesi Muntasır için annesi tarafından inşa edilmiştir. (https://archnet.org/sites/3831/media_contents/44544.) Türklerin İslamiyet’i kabulüyle önceki kültürlerinin de etkisiyle türbe inşa faaliyeti artmış bu türün şaheser örnekleri verilmiştir.
İslam şehirlerini birçok bakımdan ele almak mümkün olmakla birlikte iki ana başlıkta özetlemek mümkündür:
Öncelikle bir Müslümanın hayatının her aşamasında olduğu gibi sanatında ve mimarisinde de asıl olan tevhittir. Yani yapılan her şeyde nihai amaç Allah’ın rızasıdır. Bu anlayış yapılardaki mütevazılık başta olmak üzere birçok alanda kendini gösterir. İkinci konu şehir ve mimarlıkta insan fıtratının gözetilmesidir. Mimaride insani ölçülerin korunması, insan hayatını kolaylaştıracak unsurların öne çıkarılması İslam şehirlerinin alametifarikası olarak görünmektedir.