Makale

PROF. DR. SAİM YEPREM: "Kargaşadan kurtulabilmenin yolu, bugünkü nesle kendi dilinden konuşabilmek."

PROF. DR. SAİM YEPREM: "Kargaşadan kurtulabilmenin yolu, bugünkü nesle kendi dilinden konuşabilmek."

M. Emin GÜRDAMUR


Geçmişte olduğu gibi günümüzde de din karşıtı akımlar var malumunuz. İnsan için vazgeçilmez olan din ve inanca karşı bu tutumların temel sebepleriyle ilgili neler söylersiniz?
İstediğiniz cevaplar bizzat sorunun içindedir. Tarih, başından beri insanların düşünen varlık olarak düşüncelerini ve ürünlerini ortaya koyduğu günden beri din karşıtı görüşler ve akımlar vardır. Bunlar ortaya yeni çıkmış bir şeyler değildir. Hatta “din karşıtı olmak insanın tabiatında olan bir şey midir?” şeklindeki bir soru bile geçerli ve makuldür. Madem ki bu soru insanlığın başından beri vardır, o zaman, demek ki, insanda bir dinin gereklerini yerine getirmek ne kadar ihtiyaç ise, onun simetriği olarak, onu inkâr edip yok saymak da o derece tabii bir olgudur. Bu olgu hem antropolojik bir olgu, hem de dinler tarihi incelendiği zaman görülecek bir olgudur. Bugün modern bilimler, sosyoloji, din sosyolojisi gibi bilimler, konuyu toplum açısından ele aldıkları zaman da karşılaştığımız bir gerçektir bu.
Felsefi olarak konuyu açıklama ihtiyacı duyarsak şu kuralı daima hatırda tutmamız gerekir. O da, “Her fikir kendi karşıtı ile var olur.” kuralıdır. Yani bir unsurun fikir dünyasında yer edinebilmesi ancak onun bir zıddı/karşıtı ile birlikte gerçekleşir. “Her fikir zıddı ile kaimdir.” (varlığını muhafaza eder) denir. “Allah’ın var olduğu” fikri “Allah’ın var olmadığı” fikri ile zıddiyet alakası içinde birlikte mevcutturlar.
Bir kavramın varlığını kabul ettiğiniz zaman o kavramın zıddını da kabul etmiş olursunuz. Biz bu zorunluluğa, kelâm alanında “telazüm-i zaruri” diyoruz. Çünkü her iki taraf için zorunlu bir birliktelik söz konusudur.
“İnanma özelliği” insanın tabiatında mevcut olan bir “zati sıfat”tır. İmam Gazali açısından baktığımız zaman “zati sıfatların” menfi (olumsuz) kalıplarda kullanılması mümkün değildir. Mantık olarak bu böyledir. Bu sebeple biz “inanmamaktan” bahsedemeyiz. Bütün insanlar mutlaka inanırlar, inanmayan insan olamaz. Değişkenlik “inanma” sıfatında değildir, “inanılan-mümenün bih” şeydedir. Bir insan bir şeyin ya “şöyle olduğuna” ya da “öyle olmadığına” inanır. “Allah inancı” da böyledir. İnsanlar bir yaratıcının “var olduğuna” inanırlar ya da bir yaratıcının “var “olmadığına” inanırlar. Ama ikisinin de yaptığı iş, zati sıfat gereği zihni ameliye olan “inanma” ameliyesidir.
Burada İmam Gazali’nin mantığını kullanıyorum. Çünkü yukarıda da değindiğim gibi “Zati sıfatlar menfi sıygalarıyla kullanılamazlar.” Tipik örneğini Gazali Allah’ın “meşi’et” sıfatında gösteriyor. “Allah bir şeyin var olmasını dilerse o var olur. Var olmamasını dilerse o da var olmaz.” Bakınız hep “Allah diler.” Allah’ın “dilememesi” söz konusu değildir. Ama bir şeyin ya olmasını diler ya da olmamasını. Dileme özelliği tektir. “İnanma” da insanın zati sıfatıdır. Bundan dolayı değişkenlik inanılan şey için söz konusudur. Biz inanılan şeylere kelâm ilminde “mümenün bih” diyoruz. İnanılan şeyler değişir. İşte o zaman inanmayla bizim galat-ı meşhur olarak kullandığımız inanmama, Kant mantığıyla, zıddiyet alakası olan iki gerçektir. Tezat gerçeklerdendir. Daha açık bir ifade ile söylersek bir şeyin öyle olduğunu kabul etmekle şöyle olmadığını kabul etmektir. Her ikisi de kabul etmektir.
İşte bu sebeple tarih boyunca insanoğlu hep bu inanılan şeyler üzerinde tartışmışlardır. İnanılan şeylerin bir kısmının var olduğuna inanmışlar. Bir kısmının da var olmadığına inanmışlar. Kur’an-ı Kerim’in bize verdiği bilgi açısından baktığımız takdirde ilk peygamber Âdem (a.s.)’den itibaren inananlar vardır. İnanmayanlar (aksine inananlar) vardır. Böyle de devam edecektir. Burada önemli olan dini konularda inanılacak ve yapılacak olan şeylerin muhatabı olan insanlara takdim edilmesi ve onlar tarafından ihtiyaç karşılığı kabul edilmesinin sağlanmasıdır. Onların kendi kültürlerine, mantıklarına, akıl seviyelerine, geleneklerine uygunluk veya aykırılık meselesinin daima göz önünde bulundurulması sağlanmalıdır. Konu budur.
Ateizm, deizm ve nihilizmin modern yüzleri Batı’da kiliseye karşı tepkiyle mi biçimlendi, yoksa daha eski kadim düşüncelerden mi beslenerek bugüne ulaştı?
Mezhepler tarihini incelediğimiz zaman çok farklı görüşlerden müteşekkil bir manzarayla karşılaşıyoruz. Ki bunların bir kısmı Kur’an-ı Kerim’de de anlatılıyor. Özellikle Batı’da kiliseye karşı hareketlerden çıkmış değil bu akımlar. Bilakis kilise karşıtı cereyanlar bu eski fikirlerden de beslenmişler ve hatta geliştirmişlerdir. Ta eski Yunan felsefesinden beri bu hareketler var. İşte biraz önce ifade ettiğimiz gibi, insanın var olduğu günden itibaren varlar.
Mesela bizim kelam kitaplarımızda, “Eşyanın/objenin gerçek varlıkları vardır, biz onların taşıdığı özelliklerle onlar hakkında bilgi sahibi oluruz.” ifadesi vardır. Bu cümlenin, “sofistiklerin aksine-hılafen li’s-sofestaiyye” diye bir ilavesi vardır. Sofistik Yunan felsefesinde Sokrat öncesi bir dönemi anlatır. Bunlar İndiyye, İnadiyye, Lâedriyye.
İndiyye rölativistler. Biz dış dünyayı algıladığımız, gördüğümüz gibi bilir, öğreniriz. Yani bize göre böyledir dış dünya.
Lâedriyye, bugün agnostisizm ve nihilizm dediğimiz görüşlerdir yani. Eşya yoktur. Aslında hiçbir şey yoktur. Eğer varsa da biz onu tanımayız, bilemeyiz. Şayet tanırsak başkasına anlatamayız. İşte bakınız bu agnostisizmin bir başka versiyonu.
İnadiyye ise tam nihilistlerdir. (Hiççilik). Kilise de bunlardan sonra ortaya çıkmıştır. Bugün olan, eski görüşlerin, çok eskiden söylenmişlerin biraz revizyona tabi tutularak yeniden söylenmeye başlanmasıdır. XIX. yüzyılda özellikle Rusya’da moda hâline gelen nihilizm, Rus toplumunun edebiyatına, felsefesine, düşünce yapısına uygun olarak yeni bir şeyler söyleme ihtiyacı olarak ortaya çıkıyor. Batı’ya yayılması işte o Kilise’nin uyandırdığı tepkinin yan etkisi değil de, o tepkinin meydana getirdiği boşluğu dolduran görüşlerden biri olarak ortaya çıkıyor.
Deizm de çok eskiden beri var. Özellikle İran ve Doğu toplumlarında bir yaratıcının varlığının kabul edilmesi ama o yaratıcının bir peygamber vasıtasıyla, bir elçi vasıtasıyla insanlarla iletişim kurmasının gereksiz görülüşü ve bunun inkârı. Onlara göre bir tanrı vardır. Peygambere ihtiyaç yoktur. Onun için, “Allah’ın var olduğunu kabul ediyorum ama bir peygambere gerek duymuyorum.” düşüncesi dinler tarihi kitaplarında, mezhepler tarihi kitaplarında özel isimlerle anlatılıyor. Bu görüş eskiden beri vardır.
Eski yüzyıllarda kaynaklarını temellerini görüyoruz bu fikirlerin. Fakat günümüzde bu düşüncelerin gençler arasında, internet ve sosyal medya tabanlı bir dalgayla ve yeni bir dil üzerinden tekrar yaygınlık kazanmasını ne gibi sebeplere bağlayabiliriz?
Ben artık söylene söylene klasik hâle gelmiş olan bir açıklamayı farklı bir ifadeyle yapmak istiyorum. İslam dini cahiliye toplumunda doğup yayıldığı zamana kadar zaten İbrahim (a.s.)’den gelen bir damarı muhafaza eden bir grup vardı. Hanifler deniliyordu onlara. Ki Hz. Muhammed (s.a.s.) o grubun içindeydi. Din deyince akla Yahudilik, Hristiyanlık ve Hz. İbrahim’in mensupları, yani Haniflik geliyordu. Ayrıca putperest müşrikler vardı. Bunlar ve davranışları-söylemleri, toplumda alışılmış bilinen ve tanınan şeylerdi. Alışmışlardı, gelenek hâlinde kalıplaşmıştı.
Bunları farklı bir tarzda ve yeni bir söylem olarak ifade eden İslam dini ortaya çıktı. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği mesaj aslında Arapların eskiden beri bildikleri, hiç yabancı olmadıkları kavramları içeriyordu. Başta yaratıcı olarak Allah biliniyordu. İbadetler de biliniyordu. Namaz da, hac da, oruç da bilinen ibadetlerdi. Nitekim Cenab-ı Peygamber, “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. Aslında var olan ama eksik olan bir şeyin tamamlanmasıdır İslam. Kur’an-ı Kerim’de son gelen ayet, “dininizi ikmal ettim”, diyor. Hz. Muhammed aleyhisselamın peygamberler zincirinin son halkası olması bir realitenin tamamlayıcısı anlamına geliyor. O hâlde “Allah katında din İslam’dır.” dendiği zaman, Âdem aleyhisselamdan itibaren son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelen mesajın Allah katında “İslam” ortak adını taşıdığı, temel prensiplerinin değişmeden aynen geldiği rahatça ifade edilebilir.
Ancak yol boyunca iki saikla değişmelerin olduğu görülür. Biri unutulmak, tahrif edilmek, bozulmak, dejenere olmak suretiyle, değişen kısımlarının yenilenmesi. Değişikliklerin, bozulanların tamir edilmesi, düzeltilmesi. İkincisi de bugün modern bir kelime kullanarak “upgrade-yükseltilmek” edilmesi. Birin-
cisine “update- güncellemek” diyebiliriz, yani güncellenmesi; ikincisine “upgrade” yani yükseltilmesi diyebiliriz. Aradan geçen asırlar, insanlığın değişen medeniyeti, yaşama halleri, düşünce yapıları mesajın bu büyüklüğe ulaştırılmasını gerektiriyordu. İşte İngilizce “update” ve “upgrade” kelimeleri burada İslam’ın yeni ve orijinal olan mesajını ifade ediyor. Tanınan, bilinen kavramların yenilenmesi ve yükseltilmesi. Hani eskiyen motorun rektifiyesi gibi. Motor yeniden imal edilmiyor. Mevcut motorun kusurları gideriliyor yenilenerek sıfırlanıyor, gerekli parçaları değiştiriliyor, yepyeni bir şevk ve heyecanla kullanıma sunuluyor.
İlk Müslümanların psikolojisi ancak böyle tavsif edilebilir. Yepyeni ama bilmedikleri bir şey değil. İnandıkları Allah dahil (şirkten ortaklıklardan arındırılmış olarak), yepyeni bir heyecan. Yenilenmenin verdiği güç, rahatlık ve tazelik. Bu heyecanın asırlar boyunca devam ettirilmesi gerekirken maalesef aynı tazelikte ve derecede devam ettirilememiştir.
Başlangıç dönemindeki heyecanın, devamlı surette günün değişen şartlarına göre, değişen cevapların hazırlanması suretiyle canlılığının devam ettirilmesi gerekirken, aksine bıkkınlık getirecek derecede tekrarlanmış, daha başlarken nasıl devam edeceği belli olan klişe cümlelerle anlatılan, basmakalıp ifadeler bir türlü terk edilememiştir. Bu realite doğal olarak yeni bir şeyler duyma ihtiyacını doğuruyor toplumlarda. Birçok düşünür de bunu fark etmiş, “artık yeni bir şeyler söylemek gerekir” mealinde benzer ifadeler kullanmışlardır. Bu gerçek sadece Müslüman düşünürler tarafından değil, Batılı düşünürler, Yunan, Roma ve Hint düşünürleri, her dönemin kendi şartlarına göre, “Artık yeni bir şey söylemek lazım cancağızım.” ifadesiyle anlatılabilecek düzenlemelere girişmişlerdir.
Güncel inanç problemlerinin çok daha derin sebeplerden beslendiğini söylüyorsunuz. Yeni şeyler söylemek lazım, ifadesinin İslam düşüncesinde karşılığı nedir?
İslam dünyasında bunun karşılığı “tecdit”dir, “ıslah”dır. Ancak bu mahiyetteki faaliyetler “her şey aynı anda varsa zıddıyla kaim, yoksa zıddını oluşturarak kaim olduğu” için anında, aksi yöndeki zıt hareketleri de doğurmuştur. Bir kısım alim tecdit gerekir derken hemen karşısındaki hareket, tecdit mevcudu bozmak yıkmaktır, deyip kutuplaşmayı başlatmışlardır.
Ayetlerden, sahih hadislerden (sahih sünnetten) günün şartlarına göre hüküm çıkarma, yani bir eski döneme göre yeni bir şey söyleme, ancak içtihat yoluyla olur. Gazali diyor ki, ümmetin yolunun ıslahı ancak içtihat ile gerçekleşir.
Çok enteresandır, ona göre “ne kelam, ne felsefe, ne de tasavvuf.” Mutlak surette “İçtihat” edilecektir. Çünkü içtihadın kapısını hiç kimse kapamamıştır, kimsenin buna yetkisi de yoktur. Gazali vefatından (h. 505) bir süre önce tamamladığı Usul-i Fıkıh (Hukuk Metodolojisi) (h. 504) kitabı “el-Mustasfa”da bu gerçeği bütün teferruatıyla dile getirmektedir.
Bu bahane ile Gazali’nin içtihada bakış açısını gösteren ve bugün bunu duymamış olanların tüylerini diken dilken edecek bir ifadesini söyleyeyim: “Bütün müçtehitler isabet etmişlerdir.” (Küllü müctehidin musîbün…) Hata etme söz konusu değildir. Hata tabiri, bir müçtehidin görüşünün bir başka müçtehit tarafından değerlendirilmesidir ki neticede o da bir içtihattır. Bir müçtehidin görüşü yerine bir başka müçtehidin görüşü seçilerek tercih edilebilir. Seçme (tercih) de bir içtihat türüdür. İçtihat Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i nebevinin içtihat edilebilen kavramları üzerinde yapılabilir zaten. “Müttefekun aleyha” üzerinde içtihat olmaz. Yani üzerinde ittifak edilen naslarda içtihat olmaz. “Muhtelefun fiha” Yani üzerinde ihtilaf edilebilen, çeşitli görüşler ileri sürülebilen konularda içtihat olur. Zaten ihtilaf edilebildiği için, bu özellik içtihada alan açar. Her müçtehit kendi içtihadı içinde tutarlı olduğu için, onun vardığı sonuç, onun içtihat usulüne göre ki biz ona vech-i istidlal diyoruz, isabetlidir. Bir başkasının isabeti, ötekinin de aynı noktaya gelmesini gerektirmez. Hatta aynı delilleri kullanan müçtehitler farklı sonuçlara da varabilirler. Bu fark onların vech-i istidlallerinin farkından ileri gelir ki hepsi de isabetlidirler. O hâlde içtihadi hükümler birbirlerine göre olabilirlik (cevaz) hükmündedirler.
Şimdi Gazali bu yönüyle iyi tanındığı takdirde, İslam dünyasında, İslam dünyasını bugünkü hâle getiren olgunun, içtihadın fiilen dumura uğramış olmasından kaynaklandığı açıkça ortaya çıkacaktır. Çünkü İslam âlimlerinin bir kısmı içtihat kapısı kapandı demek suretiyle tembelliği kabullenmişlerdir. Bir kısmı ise hiç içtihada yanaşmadığı gibi, “eğer selamet istiyorsan kenardadır (duracaksın)-eger hâhî selâmet der kenârest”, mevcudu muhafaza etmeyi, mevcut üzerinde ısrarla kalmayı, çıkış yolu olarak görmüşlerdir. Türkçemizde güzel bir söz vardır: “Korkak bezirgân ne kâr eder ne ziyân.” Eğer siz içtihat sorumluluğunu almazsanız hata da etmezsiniz!
Peki hocam, ateizm, deizm ve nihilizm meselesine odaklanacak olursak, son yıllarda yapılan araştırmalar bu akımların ülkemizde gençler arasında dikkat çekici bir yaygınlık kazandığını gösteriyor. Bu durumun ne kadarını anlattıklarınız çerçevesine, ne kadarını özenti diyerek açıklayabiliriz?
Özenti kesin var. Bir de iletişim araçları doruk noktasında. Şu kadar hastalık, eskiden bunların hiçbiri yoktu şimdi var deniliyor. Eskiden bunlar bilinmiyordu, şimdi bunlar bilinir hâle geldi. Bu fikirler yazılarda kalıyordu, kütüphanelerde kalıyordu. İlgili çevrelerde kalıyordu. Şimdi televizyonlarda, özellikle diziler ve filmler yoluyla yaygınlık kazandılar. Bütün medya, hele son on senede zirveye çıkan sosyal medya, her çeşit yazılar tartışmalar. Hele tartışıldığı anda yapılan yayınlarla takip edilen etkinlik, her fikir. Teknoloji bunların bir manada mahremiyetini kaldırmıştır. Tarihî fikirler tarihîliğini de ifade etmek suretiyle, günümüzde öğrenilir hale geliyor. Deizm kökeni çok eskilere dayalı ama yeni yeni söylemlerle gündeme geliyor.
Burada Müslümanlara ne görev düşüyor?
Müslümanlar bir kere kendilerini güncelleme görevini ifa etmek zorundadırlar. Bu da içtihat faaliyetiyle gerçekleşir. Bir referans vermek isterim. Rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslam Tasavvufu’nun Meseleleri” isimli kitapları vardır. Kronolojik sırayla okunmalıdır bu kitaplar. Gazali’nin eserleri de böyledir. Bunları kronolojik okursanız, Gazali hakkında, onun kanaatlerinde en son vardığı noktayı rahatça anlarsınız. Aksi hâlde onun hakkında edineceğiniz kanaat, vereceğiniz hükümler, nihayetü’l-emirde yanlış ve hatalı olacaktır.
Bu tarzda nihai kanaatlerinde ciddi değişiklikler yaptığı son eserlerinden biri de “Faysalu’t-tefrika”dır. Bu eseri okumadan Gazali’yi, “filozofları tekfir ediyor” deyip atamazsınız bir kenara. O, daha önceki eserlerinde kullandığı tekfir kriterlerinin hepsini, artık değiştirmiştir.
“el-Mustasfa” onun son eseridir. Gazali, “Pozitif bilimleri mahkûm ediyor.” diyemezsiniz. Gazali el-Mustasfa’da diyor ki: Vahiy ile pozitif bilimlerin ilgi alanı olan tabiat kanunlarının görünürde tearuzu (çelişkisi) hâlinde şöyle düşünürüz: “kâinatın işleyişi yani tabiat kanunları, sünnetullah, Allah’ın fiilidir. Vahiy ise Allah’ın kelamıdır. Allah’ın kelamı ile Allah’ın fiilinin tearuzunu/çelişkisini akıl kabul etmez.” Şayet vahiy ile tabiat kanunları arasında bir çelişki görürseniz, böyle bir durumda siz Allah’ın fiilini yani tabiat kanunlarını esas alırsınız, Allah’ın kelamını (vahyi) ona göre tevil edersiniz. Çünkü Allah’ın kelamını (vahyi) siz o ana kadar yanlış anladınız demektir. Tabiat kanunları/Allah’ın fiilleri, görünen gerçek (emr-i müşahed) olduğu için, “(Hâzâ emrun müşâhedün limen ensafe ve lem yu’ânid). Bu görünen bir gerçektir, insaf eden ve inat etmeyen için.”
Şimdi bu ifadeleri hayatının son eserinde dile getiren zat “pozitif bilimlerin önünü kapamış bir zat” mıdır? Eski eserlerinde yazdığı ve bilahare tashih ederek vazgeçtiği fikir ve görüşlerini, onun nihai görüşü imiş gibi, bugün takdim etmek insaf mıdır?
Peki İmam Gazali hakkındaki bu yanlış imaj nereden geliyor?
Gazali’nin hayatı boyunca geçirdiği safhalar kronolojik sıra gözetilmeden öne çıkartılıyor. Tasavvufi görüşlerinin hemen hepsinin ahlaki nitelik kazandığını görüyoruz. Hayatının son döneminde vardığı nokta el- Mustasfa’dır. Tekfir noktasında ise vardığı en son nokta Faysalu’t-tefrika’dır. Rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör de İslam’ın Bugünkü Meseleleri’nden sonra İslam Tasavvufu’nun Meseleleri’ne geliyor. Kitabın sonunda İslam dünyasında hangi alanın yeniden güçlendirilmesi İslam düşüncesini ve İslam medeniyetini temellendirir sorusunu değerlendiriyor. Ne kelam, ne felsefe ne de tasavvuf… Güngör de “usul-i fıkıh/içtihat” diyor. Müslüman gençliğin dinî heyecanının, dinî duygularının içtihada yönlendirilmesi zaruridir. Bugün artık günümüz şartlarında tek kişilik içtihatlarla yürümek kolay değildir. Günün şartlarının gerektirdiği içtihatlar, ancak oluşturulacak bilim heyetleri kanalıyla gerçekleştirilebilir. Eserin sonunda bu formülü tavsiye ediyor. Ki bin sene önce Gazali de aynı noktaya gelmiş. Ben bu alanların hepsiyle meşgul olan biri olarak kişisel kanaatim, İslam âlimlerinin, başta fıkhın her alanında, günümüz pozitif bilimlerinin ortaya koyduğu gerçekler ve günün şartlarına göre yenilenmesi gereken bütün konuların elden geçirilerek çözümler üretilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Bu gerçekleşirken aynı zamanda, gençlerimiz için de rasyonelliği, akıl yürütmeyi, gençlere kendi diliyle hitap etmeyi öne çıkartmalıyız.
Toplum bilimleri konusunda şunları göz önünde bulundurmamız gerekir. Materyalist, aydınlanmacı, pozitivist bir sosyoloğun, Marks’ın, August Comte’un, Durkheim’ın vb. ortaya koyduğu sosyoloji, din dediği zaman kiliseyi ve onun dayattığı dini düşünüyor. Din ile ilgili değerlendirmeleri bu kavramların geçerli olduğu Hristiyan toplumlar üzerinden yürütüyor. Böyle bir yapının sosyolojisini, kalkıp da Türkiye’de uygulamaya kalkarsanız, tamamen havada, yaşanılan bölgede hiç örneği olmayan bir sosyoloji okutmuş olursunuz. Max Weber de din dediği zaman Hristiyanlığı anlıyor. Müslüman toplumunda dinin içinden sosyoloji yapmak suretiyle, yani sadece din sosyolojisi değil, dinî sosyoloji de yapmak suretiyle ortaya gerçek ve reel bilimsel neticeler koyabilirsiniz.
Tecdit yani “yenileme”, her alanda günün geçerli bilgilerinin gerektiğinde dinin ilgili alanlarında kullanılmasıdır aslolan. Bütün İslam âlimleri kendi dönemlerinde böyle yapmışlardır. Açın Fahreddin er-Razi’nin Tefsir-i Kebir’ine bir bakın, günün felsefesini ve matematiğini nasıl kullanıyor? Sadeddin et-Teftazani’yi açın, bakın, aynı manzarayı göreceksiniz. Bu zatın kaleme aldığı bir “trigonometri” kitabı da vardır. Hemen hemen bütün kelamcılar fakihtirler, müfessirdirler ve özellikle matematisyendirler. Yüksek riyaziye hepsinin uğraştığı alandır. Astronomi hepsinin ilgilendiği alandır. Tıbbi bilimler buna dâhildir. İbn-i Sina hem tabiptir, hem hakîmdir. Biz bu kelimeyi bozmuşuz, hekim yapmışız. İmam-ı Azam birinci kelamcıdır. El Fıkhu’l-Ekber kitabı kelam kitabıdır. Kelam rasyonel bilgi üreten, mantığa dayalı, istidlal yollarını arayan, Gazali’nin ifadesiyle mantığın en katı uygulandığı alandır. Külli bir ilimdir. Hatta yine bizzat kendisi el-Mustasfa’da, “Mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez.” demektedir.
Maalesef öyle bir dönem gelmiştir ki, “Kim kelamla ilgilenirse kâfirdir.” denebilmiştir. Hatta bugün bile bazı çevrelerde bu düşüncenin dolaştığı görülmektedir. Akli düşüncenin, rasyonel düşüncenin, Allah’ın bütün emirlerine rağmen önü kesilmiştir. Mistik düşünceye öncelik tanınmıştır. Peki, mistik düşünce mutlak manada kötü müdür? Elbette ki hayır. Rasyonel düşünce alanına, Allah’ın açık-seçik ayetlerine, Allah Rasulü’nün sahih sünnetine ve tevhide aykırı olmadıkça, dinde artırma ve eksiltme ihtiva etmedikçe, Kur’an’ın batıni yorumlarına girilmedikçe ve çeşitli kutsallıklar ihdas edilmedikçe kötülükten bahsedilmez.
Rahmetli efendibabam (dedem) Sultan II. Abdülhamid’in huzur hocalarındandır. Babamın ve benim de hocamdır. Ondan öğrendiğim çok güzel bir medrese tekerlemesi vardır. “Kim sırf kelâmla meşgul olursa zındıklaşır. Kim sırf fıkıhla meşgul olursa fasıklaşır. Kim sırf tasavvufla meşgul olursa bidatçı olur. Kim bunların hepsini nefsinde birleştirirse kemale erişir.” der. (men tekelleme tezendeka, men tefekkahe tefesseka, men tesavvefe tebeddea ve men tecemmea tekemmele)
İslam düşüncesinin sacayağı vardır (üç ayak): Kelam, Felsefe, Tasavvuf. Tefsir ve Hadis ise bütün İslam ilimlerinin hepsinin temel kaynak bilgisidir.
Günümüzde medyada, görüntülü, sesli ve yazılı medyada, dergilerde, gazetelerde dinî konulardaki tartışmalar sanki tarih boyunca daha önce hiç tartışılmamışlar gibi yapılıyor. Herkes yeni bir şey söylüyormuş zannı içinde ve ilk olarak keşfedenin kendisi olduğu kanaatinde. Ayrıca futbol takımı tutar gibi karşılıklı takım tutma noktasına getirilmiş. Hemen şunu ilave edeyim ki, sosyal medyada görülen bu manzaranın toplumdaki gerçek fikri hareketleri ve tartışmaları yansıttığını düşünmüyorum.
Bunların önceden planlanmış belirli şekilde algılar oluşturmak için algı yönetiminin gerçekleştirilmesi babında algı operasyonu olduğunu düşünüyorum. Hatta bu operasyonlar sırasında yeni birtakım kavramların sürülmesinin denendiği kanaatindeyim. O isimlerin birçoğunun gerçek olmadığını, bilinçli olarak bu konularda tartışma yaratmak ve konuya ilgi duyanların üzerinde, özellikle dinimiz İslam dini hakkında olumsuz bir kanaat oluşturmak amacını taşıdıklarını görüyoruz. Bu manzara karşısında insanlara, âdeta, “Aman ben din filan kabul etmiyorum, ne ahireti!” gibi bir havayı pompalar mahiyette. “Din ise dediğiniz, işte bak, salyadan sümükten bahsediyor.” dedirtmek için. “Din buysa ben bu dinden değilim.” dedirtmek için.
Algı demişken hocam, buna bitişik bir konu olarak İslam dünyasının içler acısı halinin de bu söylemlerin değirmenine su taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Evet tabii, oraya geldik zaten. Herkesin ağzında “İslam dini en güzel dindir. En son dindir, en mükemmel dindir. İslam barıştır, silm o demektir…” gibi sözler bol miktarda dolaşmaktadır. Gel gör ki İslam coğrafyasına baktığın zaman kan gövdeyi götürüyor. Afganistan’a baktığın zaman Taliban sakal keseni böyle cezalandırıyor, şalvar giymeyeni şöyle cezalandırıyor.
Sünnet, müstehap, mübah, vb. her şey bütün detaylarıyla sanki İslam’ın iman şartı imiş gibi ele alınıyor. Öbür tarafa gidiyorsunuz El Kaide, beri tarafta Boko Haram. Deaş’a bakıyorsunuz: “Ehl-i kıbleyi tekfir eden tekfir olunur.” kaidesini unutuyor ve kendileri küfre düşüyorlar “Ben müminim” diyeni önce tekfir ediyor sonra kafasını uçuruyor. Tarihte Hariciler de aynı işi yapıyorlardı.
Tarih boyunca birikmiş teressübat var. İşte bu teressübatın temizlenmesi gerekiyor. “Başlangıçtaki safiyete dönmemiz gerekir.” dediğiniz zaman sizin müsteşrik (Batılı orientalist – şarkiyatçı) olduğunuza hükmediyorlar ve tekfir ediyorlar.
Son olarak, kökü geçmişe uzanan bu güncel inanç problemlerinin aşılması için neler yapılmalıdır?
Bu kargaşadan kurtulabilmenin yolu, bu günkü nesile kendi dilinden konuşabilmek. Bunun için Marksist terminolojiyi de bilmeniz gerekiyor. Çünkü sosyoloji okuyorlar entel olmak için. Ben büyük bir üniversitede sosyoloji bölümünde sosyoloji hocalığı yapıyorum. Öyle bir yapı ki, o dille konuşmazsanız hiçbir şey anlatamazsınız. O zaman bu dili öğreneceksiniz. Dilini hiç bilmediğin memlekette hiçbir şey anlatamamak gibi. Ya o senin dilini öğrenecek ya sen onunkini.
Sadece dil de yetmiyor. İnsan beynindeki imajlar o dilin beyindeki karşılığıdır. Dinî konuları günümüz şartları altında, günümüzün diline aktarmak suretiyle ve herkesin ortak noktasından hareket ederek anlatmak. Bu kelamda bir metottur. Hiç kimse kendi doğrusundan hareketle, bir şeyi anlatmağa kalkmamalı. Karşıdakinin doğrusundan hareketle bir gerçeği anlatmalıdır. Bu da kelamın cedel metodudur. Cedelde, muhatabın yahut hasmın da kabul ettiği ortak noktadan hareket ederek benim söylediğim noktaya getirmem gerekir. Bunun psikolojik olarak faydası şudur. Önce onun da düşüncesinin düşünce olduğunu ve ona saygı duyduğunuzu gösterir. “Düşünce kim, sen kim!” diye hakarete başladığın an bitmiştir, diyalogu koparmışsınızdır. Diyeceksin ki, “senin görüşlerini biliyorum. Senin görüşlerinden hareket ederek yola çıkacağız.” Bu bir metottur. Rasulüllah’a nispet edilen sözde de buna dikkat çekilmektedir: “İnsanlarla onların değer hükümlerine göre konuşun.” Çünkü o senin değer hükümlerini zaten kabul etmiyor ki. Senin karşında Kur’an’ı Allah’ın kelamı olarak kabul etmeyen bir adama, “Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle diyor” diye başlarsan bu bir şey ifade etmez onun için. O zaman diyeceksin ki, işte filanın ortaya koyduğu tabiat kanununa göre vs. Böyle başlamak gerekiyor. Onun da değer verdiği, kabul ettiği yerden.
Deizm, ateizm ve nihilizmde tutulacak yol, -ki biz buna farklı olarak deizmi de ilave ettik- doğrudan doğruya tanrının varlığını ispata girişmek doğru değildir. Öncelikle mantıki yapı olarak inkârın da ispattan farklı olmadığını anlatmaya çabalamalıdır. Gazali diliyle konuşuyorum, el-İktisad fil-İ’tikad’da şöyle anlatır: “Siz inkârcıyı inkârı konusunda bir yere kadar getirirsiniz. O getireceğiniz nokta şüphe-şekk noktası olsun. Yani inkâr ile ispat delillerinin eşit miktarda olduğu %50-%50 noktası. Orada cedeli bırakın diyor Gazali. Kendi inkârında şüphelendirin onu diyor. Olur ki Cenab-ı Hak, lütfeder hidayet yolunu seçer. Eğer siz ısrar ederseniz, devam ederseniz, öyle bir inatlaşır ki, biri eğilse kulağına dese ki, ister misin Cenab-ı Hak senin gözündeki perdeyi kaldırsın da hakikatin hasım taraf yönünde olduğunu göstersin, kendi haksız çıkacağı için perdenin kalkmasına izin vermez, diyor. İşte buna “küfr-i inâdî” derler. Yani gerçeği görmemek için gözünü kapar. Bu noktaya getirmeyin diyor.
Şu da var. Ben nihilistim, ateistim yahut deistim diyenlerin yüzde doksan dokuz nokta dokuzu bunların ne demek olduğunu bilmiyor. 45 bin öğrencisi olan bir üniversitede hocayım. Hemen hemen öğrencilerin hiçbiri bilmiyor bunların ne demek olduğunu. Bu sadece moda: Deistim... “Hey Allah’ım Yarabbim. Neist olursan ol. Teist de olsan Allah hakkında bilgin yok, deist de olsan.” “Niye inanmıyorsun peygambere” desen bunun gerekçesini de anlatamaz. Bu sebeple kullanılacak metot şu olmalıdır; konuyu anlatırken kendi yollarındaki ısrarın yüzde yüz dayanılacak bir nokta olmadığını onun idrak edebileceği örneklere dayanmak suretiyle ortaya koymalısınız. İnkârın eşdeğer alternatiflerini de göstereceksiniz. “Böyle de olamaz mı bu?” diyerek şekke getireceksiniz. Sonra bırakacaksınız. Besleyeceksiniz bu istikamette. Telkin değil, kendisi görecek. En son anlayacak ki burada kalmak mutsuzluk meydana getiriyor, şuraya gitmek daha rahat.