Makale

İLAHÎ ADALET ve KÖTÜLÜK

İLAHÎ ADALET ve KÖTÜLÜK

Prof. Dr. Metin ÖZDEMİR | AYBÜ İslami İlimler Fakültesi


Bazı çağdaş araştırmalar, ateizmin ve özellikle de deizmin gençler arasında hızla yayılan bir eğilim olduğunu göstermektedir. Bu eğilimin temel nedenlerinden birisi de kötülük problemidir. Gençler, genelde dinlerin özelde ise İslam dininin adil ve merhametli bir yaratıcının, yeryüzünde işlenen korkunç kötülüklere niçin bir müdahalede bulunmadığı, insanların neden eşit şartlarda denenmediği gibi sorulara, makul cevaplar sunamadığını düşündükleri için, ya ateizme ya da daha iyimser bir yaklaşımla deizme yönelmektedirler. Ateizm, Tanrı ve Allah inancının tümüyle inkârından, deizm ise, birçok çeşidi bulunmakla birlikte, genel olarak içerisinde peygamber ve vahiy inancının bulunmadığı, yaratıcı bir Tanrı fikriyle yetinip, O’na karşı duyulan sorumlulukların akıl ve vicdan aracılığıyla temellendirilmesine dayanan bir din anlayışıdır. Bu yüzden biz aşağıda, inanç bağlamında ciddi bir problem olarak görülen kötülük olgusunu, Allah inancı ve ilahî adalet çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.
Kötülük
Kötülük, ilahî fiiller açısından bakıldığında, metafiziksel, insan fiilleri açısından bakıldığında ise ahlaki olmak üzere iki sınıfa ayrılabilir. Metafiziksel kötülük; ölümcül depremler, sel baskınları, salgın hastalıklar ve zararlı yaratıklar gibi doğrudan Allah’ın fiilleriyle irtibatlı olan sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, dolayısıyla mahiyetleri itibariyle insana zarar veren, onu ürküten ve korkutan olgu ve olaylardır. Ahlaki kötülük ise, insanın özgür seçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan her türlü zararlı ve çirkin fiillerdir.
Metafiziksel kötülüklerin tespiti, insana doğrudan zarar veren olgu ve olaylar oldukları için kolaydır. Ancak insanlar, ahlaki kötülüklerin tespiti ve değerlendirilmesi konusunda ayrılığa düşmüşlerdir. Ahlaki kötülük açısından bakıldığında, genel yaklaşım, yergiyi hak eden fiillerin kötü, övgüyü hak eden fiillerin ise iyi olduğu yönündedir. Bu konunun detayları bizi bu bağlamda çok fazla ilgilendirmediği için onlara değinmeyi gerekli görmüyoruz.
İlahî adalet
Kur’an bağlamında baktığımızda, varlığın genel düzeni açısından ilahî adalet, her şeyin belli bir ölçü ve denge üzerine yaratılması, “Göğü Allah yükseltti ve [her şeyde] mizanı (dengeyi) O koydu.” (Rahman, 55/7.); “Biz her şeyi belli bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49.) insanın sorumluluğunun ve fiillerinin değerlendirilmesi açısından ise, Allah’ın hiç kimseye asla en ufak bir zulüm ve haksızlıkta bulunmaması “O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.” (Nahl, 16/11. Benzer ayetler için bkz. Bakara, 2/281; Âl-i İmran, 3/117; Nisa, 4/40, 49; Enam, 6/160; Meryem, 19/60.) olarak tanımlanabilir.
Rousseau (ö. 1782), ilahî adalet ile beşerî adalet arasındaki farkı veciz bir şekilde şöyle ifade etmektedir: “İnsan adaleti, herkese ait olanı vermekten, Tanrı adaleti ise herkese vermiş olduğunun hesabını sormaktan ibarettir.” (J. J. Rousseau, Emil, Yahut Terbiyeye Dair, çev., Hilmi Ziya Ülken, Ali Rıza Ülgener, Salâhattin Güzey, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası, 1945, s. 313.)
İlahî adalet ve kötülük
Kötülüğün ilahî adalet açısından nasıl izah edilebileceğini görebilmek için öncelikle evrenin yaratıcı değil, yaratılmış olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde mutlak adalet ve sonsuz rahmet sahibi olan Allah’ın kötülüklerin varlığına niçin izin verdiği sorusu anlamsız kalacaktır.
Evren yaratıcı değil, yaratılandır
İnkârcı/ateist ile inanan/teist arasındaki fark, inananın Allah’a yüklediği sıfatları, inkârcının tabiata yüklemesidir. Çünkü ezelî ve ebedî olan, varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan, dolayısıyla kendiliğinden var olan sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığını inkâr eden kimse, evrenin, ezelî ve ebedî olduğunu, onun varlığında hiçbir şeye muhtaç olmadığını kabul ediyor demektir. Ezelî ve ebedî olan ise, doğal olarak tüm eylemlerin bilgisine ve onu yaratma kudretine sahip demektir. Kısacası inkârcı, kabaca, ezelî bir maddi özün, tüm hassas dengeleri ve ölçüleriyle evreni var etme aklına, bilgisine ve kudretine sahip olduğunu kabul etmek durumundadır. Ancak o, farkında olmadan bu ezelî maddi öze tanrısal nitelikler yüklemiştir. Yani bir anlamda o, maddenin bizzat kendisini Tanrı’nın yerine koymuş olmaktadır.
Tabiatın ne bir bütün olarak ne de kendisini oluşturan parçaları itibariyle yukarıda anılan tanrısal niteliklere sahip olmadığını gören mümin ise, söz konusu niteliklerin hepsini, varlığı itibarıyla maddenin tüm özelliklerinden münezzeh olan Allah’a yüklemektedir. Matüridi’nin de açıkça ifade ettiği üzere, görünen âlem içerisindeki akıl, şuur, bilgi ve irade sahibi tek var olan insan bile kendi kaderini programlamaktan aciz iken, bu özelliklerden yoksun olan evren, bilim adamlarının inkâr edilemeyecek açıklıkta gösterdiği şekilde son derece hassas dengeler üzerine kurulmuş düzenini nasıl programlayabilir ve gerçekleştirebilir?
Elbette bizim, Allah’ın varlığını kabul edebilmemiz için mutlaka O’nun zatını somut olarak gösterebilmemiz gerekmez. Tıpkı elektriğin durumunda olduğu gibi, O’nun varlığını da eserlerinden ve fiillerinden hareketle bilebiliriz. “Allah’ın zatını niçin göremiyoruz?” sorusu, “elektriğin kendisini niçin göremiyoruz?” sorusuna benzemektedir. Her varlığın varlık hiyerarşisindeki mertebesi farklıdır. Allah, yaratılmış hiçbir varlığa benzemediği için varlık hiyerarşisindeki mertebelerin en üstünde bulunmaktadır. Onun beş duyuyla algılanması demek, tanrısal değil, tarihsel alana sıkışmış maddesel bir varlık olması demektir. Bu yüzden O’nun beş duyuyla idrak edilmesi mümkün değildir.
Kötülüklerin ilahî adalet terazisindeki yeri
Var olan her şeye, yaratılışa damgasını vuran ilahî hikmet açısından bakıldığında, kötülüklerin varlığına izin verilmesindeki nihai hikmet ve gaye, insanoğlunun dünya ve ahiretteki maslahatı ve yararıdır.
Kelam bilginleri, insanoğlunun yeryüzü şartları içerisinde yaratılışının hikmet ve gayesini şöyle izah ederler: Elbette Allah dileseydi bizi yaratmayabilirdi. Ama O, sonsuz rahmetinin ve lütfunun bir gereği olarak bizi dünya ve ahiret nimetlerinden yararlandırmak için yaratmıştır. (Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l-usûli’l-hamse, tahkik: Abdülkerim Osman, Kahire 1996, s. 510-511.) Bu durumu şöyle açabiliriz: Zatı gereği her türlü yaratma bilgisine sahip olan ve kendisinin iradesi ve kudreti olmadan hiçbir şeyin var olması mümkün olmayan Allah, söz konusu sonsuz bilgisi içerisinde yer alan insan türünün var oluş hikmetlerini ve gayelerini görmüş ve buna göre rahmet ve lütufta bulunarak insanı yaratmıştır. Eğer o, bütün olumlu sonuçlarına rağmen bazı riskler taşıması nedeniyle insanı yaratmamış olsaydı, insan yeryüzünde medeniyet ve uygarlık kurma, dahası kendisine yüklenen görevi hakkıyla yerine getirdiği takdirde ahiret yurdundaki sonsuz nimetlerden yararlanma imkânından mahrum kalmış olacaktı. Elbette bu durum, sonsuz ilahî rahmet ve cömertliğe aykırı düşerdi.
Öyleyse yeryüzündeki bizi üzen, acıtan ve ürküten kötülüklerin hepsine, insanoğlunun ilahî rahmetin bir tezahürü olarak ortaya çıkan maslahatı/yararı açısından bakmak gerekir. Örneğin depremler, sonuçları itibarıyla bize zarar veriyor görünebilirler. Ama onlar aynı zamanda, yer altındaki değerli madenlerin ve kaynakların yeryüzüne çıkmasına neden oldukları için bize bazı yararlar da sağlarlar. Diğer taraftan, Allah bize onların zararlı sonuçlarından korunmak için akıl ve tecrübe gibi imkânlar da vermiştir. İnsanoğlunun bu tür imkânları kullanarak onların zararlarını en aza indirmesi de mümkündür. Bunların hepsinden daha önemlisi, insanlar için, söz konusu zararlı sonuçlarla, sadece Allah’ın rızasını gözeterek sabır, tahammül ve tevekkülle mücadele ettikleri takdirde, sonsuz ahiret hayatında, hiçbir surette dünya hayatındakilerle kıyaslanamayacak güzellikte olan nimetleri elde etme fırsatı vardır.
Ahlaki kötülükler için de benzer şeyleri söylemek mümkündür. İnsana, ahlaki anlamda yetkinleşmesi/kemale ermesi için özgür irade verilmiştir. Ayrıca insanın, iradesini doğru tercihlere yöneltebilmesi için, akıl, vicdan ve fıtrat gibi sağlam imkân ve kabiliyetleri vardır. Allah bu tür imkânların yanında insanoğluna, bir de peygamberler aracılığıyla rehberlikte bulunmuş, böylece onların, dünya ve ahiret mutluluğu için ihtiyaç duydukları, doğruları, iyilikleri ve güzellikleri yakalamalarına yardımcı olmuştur. İnsan bunların hepsini değerlendirmek suretiyle, hem dünya hem de ahiret mutluluğuna ve nimetlerine kavuşabilir.
Bu bağlamda ilahî adaleti savunan düşünürlere yöneltilen en ciddi sorulardan birisi şudur: Allah, sonsuz rahmet ve lütuf sahibi olduğuna göre, niçin, insanların yalnızca iyilikler arasından tercihte bulunmalarını sağlamak suretiyle dünya ve ahiret nimetlerinden yararlanmalarını tercih etmemiştir de onlar için riskli, zor ve meşakkatli olan yolları seçmiştir? Nitekim çocukların öldürülmeleri, tecavüze uğramaları, açlık, kıtlık ve işkence nedeniyle ölümler gibi korkunç kötülüklerin kol gezdiği bir dünyada, insanoğlu için, daima, imtihanı kaybetme, dolayısıyla da hem dünya hem de ahiret nimetlerinden mahrum kalma riski vardır.
İlahî adaleti savunan düşünürlerin yukarıda ifade edilen türden sorulara cevabı kısaca şöyledir: Elbette Allah, hiçbir kötülüğün ve riskin bulunmadığı bir dünyayı da tasarlayabilir ve yaratabilirdi. Örneğin, meleklerin dünyası böyle bir yerdir. (Özdemir, İslam Düşüncesinde Kötülük Problemi, s. 185 vd.) Ancak Allah, sonsuz rahmetinin ve lütfunun bir gereği olarak melekleri kendi dünyalarının şartları içerisinde faydalandırdığı gibi bizleri de kendi dünyamızın şartları içerisinde yararlandırmayı murat etmiştir. Yeme, içme ve barınma ihtiyacı içerisinde olan biyolojik varlıkların dünyasında, özgürlük gerçek anlamda iyilikler ve kötülükler gibi zıtlar arasından tercihte bulunmak suretiyle gerçekleşebilir. Böyle bir dünyada bazı sıkıntıların, mahrumiyetlerin ve acıların yaşanması mukadderdir. Ancak böyle olacak diye, tüm sistemin değiştirilmesi, dolayısıyla özgür varlıkların elinden söz konusu nimetlerin alınması, hikmete uygun bir iş değildir. Allah ise daima hikmetli ve doğru olanı yapar. Örneğin, bazı insanların öldürülme riski var diye demirin yaratılmaması, ondan elde edilecek tüm hayırların ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Öyleyse insan, kurulan bu ilahi sistemde kusur aramak yerine, haddini bilerek görev ve sorumluluklarını kendisine verilen imkânlar içerisinde en iyi şekilde yerine getirebilmenin yollarını aramalıdır. Kur’an’ın kısa ve öz ifadesiyle, Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemez ve hiç kimseyi gücünü aşan şeylerden sorumlu tutmaz. (Bakara, 2/286.)
Bu bağlamda ahiret inancı bize şunu öğretmektedir: Özgürlüğün dünyada ödenen bedelleri ahirette fazlasıyla telafi edilecektir. Özgürlüğün istismarından kaynaklanan suçlar ve kötülüklerin ise ahirette hesabı sorulacaktır. Zerre kadar yapılan iyiliğin karşılığı görüldüğü gibi zerre kadar kötülüğün de karşılığı görülecektir. (Zilzal, 99/7-8.) Vicdansız ve gaddar bir anne tarafından çöp konteynerine atılarak ölüme terk edilen çocuğun hayatı, ahiret yurdunda telafi edilecek, söz konusu anne ise yaptığı bu davranışının hesabını verecektir. Ahiret yurdunu inkâr edenler ise, hayatta kaldıkları için kendilerini şanslı, çöp konteynerine atılan çocuğu ise talihsiz görmektedirler. Onlar açısından söz konusu çocuğun hayatını bir şekilde telafi edecek bir güç ve kudret bulunmadığından hayat tesadüflerin eline terk edilmiş saçmalıklar yumağından ibarettir. Hâlbuki aklımız ve vicdanımız, hayatın her zerresinin hiçbir şeyin tesadüfün eline bırakılmadığını, aksine her şeyin hesabının sorulup görüleceğini haykırdığına tanıklık etmektedir. Hiçbir akıl, insaf ve vicdan sahibi, ahiret gerçeğini dikkate almadan hayatta kalan birilerinin niçin şanslı, hayatı mahvolanların ise niçin şanssız olduğunu izah edemez.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Allah’ın sonsuz bilgisine ve yaratıcı kudretine dayanan bu hayatın içerisinde yer alan kötülüklerin varlığı, sadece özgür irade ve manevi yükseliş açısından bakıldığında anlamlı görülebilir. Kötülükler gerçek anlamda bir özgürlükten söz edebilmek için kaçınılmaz olan unsurlardır. Aynı zamanda onlar, aklın ve özgür iradenin kullanılması durumunda insana manevi yükseliş fırsatı da sunarlar. Bu arada ödenen bedeller ahiret yurdunda telafi edilecek, iyilikler karşılık bulacak, kötülüklerin ise hesabı sorulacaktır. Kısacası ahiret inancı olmadan kötülük problemini çözmek imkânsızdır. Hayvanların çektikleri ıstıraplara gelince, hiçbir akıl, insaf ve vicdan sahibi, Allah’tan daha adil ve merhametli olamayacağına göre, en iyisi onların durumunu da Allah’ın adaletine ve rahmetine havale etmektir. Onlar için de en iyi çözümü O’ndan başka bulacak kimse yoktur.
Sonuç ve değerlendirme
Hiçbir aklıselim sahibi, tanık olduğu şeylerin, kendi kaderlerini bütünüyle planlayıp programlama aklından, iradesinden ve şuurundan yoksun olduğunu inkâr edemez. Evrenin her bir parçası, varlığında bir diğerine muhtaç bir vaziyettedir. O hâlde, varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan bir yaratıcının varlığına inanmak kaçınılmazdır.
Bu yalın gerçeği kabul ettikten sonra kötülüklere izin verilmesinin hikmetiyle ilgili olarak kolaylıkla şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Nasıl ki Allah, sonsuz rahmetinin ve lütfunun bir gereği olarak kötülük işleme imkânından yoksun olan melekleri, kendi şartları içerisinde yararlandırmayı murat etmişse, bizleri de kendi şartlarımız içerisinde yararlandırmayı murat etmiştir. Birtakım kötülükler ortaya çıkacak diye özgür bir varlık olan insan yaratılmamış olsaydı, o kendisine sunulacak olan hem dünya hem de ahiret nimetlerinden mahrum bırakılmış olurdu. Kısacası, masum bir bebeğin çöp konteynerine atılarak ölüme terk edilmesi ve küçük bir yavrucağın tecavüze uğraması gibi korkunç kötülükler olacak diye özgür varlıkların yaratılmaması, insanoğlunun dünya ve ahiret mutluluğu, adalet, rahmet, şefkat, dayanışma, yardımlaşma, sevgi, muhabbet, dostluk ve arkadaşlık gibi yeryüzünde gerçekleşen pek çok hayırdan mahrum kalmak anlamına gelecektir. Hâlbuki bunların hiçbirisi, Allah’ın sonsuz hikmeti, rahmeti ve lütfuna uygun düşmemektedir. Çöp konteynerine atılan bebeklerin ve tecavüze uğrayan küçücük yavrucakların dünyadaki kayıpları bizi çok üzmekte, yaralamakta ve yüreğimizi acıtmaktadır. Ancak onların, dünyadaki kayıplarına karşılık ahirette görecekleri karşılıklara tanık olduğumuzda duyacağımız sevinç ve mutluluğu düşündüğümüzde, burada yaşadığımız üzüntünün ve çektiğimiz acıların onlara nispetle bir hiç olduğunu anlarız. Bu itibarla az kötülük olacak diye çok hayırdan mahrum kalmayı göze almak akıllıca bir iş değildir. Öyleyse akıl ve hikmet sahibi olan insana yakışan, imkânları ölçüsünde her türlü kötülükle mücadele etmek, asli görevi olan, yeryüzünü ıslah ve imar etmeye çalışmaktır.
Kur’an’a baktığımızda, kötülük olgusunun yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini görürüz. Kur’an’a göre insan, her şeyden önce yaratılmışların en şereflisidir. (Tîn, 95/4.) Onu aşağıların aşağısına düşüren, kendisine şeref veren melekelerini çalıştırmak yerine, hırslarının ve tutkularının esiri olmasıdır. (Şems, 91/8-10.) İnsana, akıl, vicdan, fıtrat ve vahiy gibi kendisini hırslarının ve tutkularının esiri olmaktan kurtaracak her türlü imkân verilmiştir. (Rum, 30/30; Leyl, 92/4-10.) Dolayısıyla insana gücünün üstünde bir yük yüklenmemiştir. (Bakara, 2/233, 286.) Allah kötülüğü insanı denemek için yaratmıştır. (Enbiya, 21/35.) Deneme, özgürlüğün kaçınılmaz bir sonucudur. (Kehf, 18/29; Müzzemmil, 73/19; Müddessir, 74/55.) İnsana yakışan, dünya ve ahiretin nimetlerine hak ederek ulaşmaktır. (Necm, 53/39-40.) İnsan kendisine yakışanı bırakıp da yakışmayana yönelirse, içerisinde bulunduğu yaratılış kanunlarını değil, kendisini suçlamalıdır. (Bakara, 2/30-31.) Allah, kötülüklere misliyle, iyiliklere ise kat kat karşılık verir. (Bakara, 2/245; Âl-i İmran, 3/130.) O’nun rahmeti gazabını geçmiştir. (A’raf, 7/156; Mü’min, 40/7.) Ahiret yurdunda hiç kimseye en ufak bir haksızlık yapılmayacaktır. (Nisa, 4/49, 77; İsra, 17/71.) Orada tüm mağdurlar ve mazlumlar kayıp olan haklarını fazlasıyla alacaklardır. (Buruc, 85/10-11.) Buna karşılık despotlar ve zalimler ise hak ettikleri cezayı bulacaklardır. (Zümer, 39/24; Sâd, 38/55.) Allah azap etmekte acele etmez. İnsana aklını başına alabileceği bir süre ve fırsat verir. (Fatır, 35/37.) Ölünceye kadar tövbe kapısı açıktır ve Allah içten yapılan bir tövbe ile tüm günahları bağışlar. (Zümer, 39/53.) Zerre miktarı iyilik işleyen de kötülük işleyen de karşılığını görecektir. (Zilzal, 99/7-8.) Bununla birlikte Allah, adaletinin ve rahmetinin bir gereği olarak şirk hariç tüm günahları tövbe etme fırsatı bulamamış olan dilediği kimseler için bağışlayabilir. (Nisa, 4/48, 116.) Şirk ise yalnızca samimi bir tövbe ile bağışlanır. (Zümer, 39/53.)
Kısacası bir insanın hayatı herhangi bir sıradan canlının hayatına kıyas edilerek açıklanabilecek kadar basit ve anlamsız değildir. Çünkü insanda, akıl, insaf, vicdan ve özgür irade gibi diğer hiçbir canlıda bulunmayan eşsiz özellikler vardır. Bu yüzden kendi hayatlarını herhangi bir sıradan canlının hayatı gibi görüp tanımlayanlar, ahiret yurdunun gerçekleriyle karşılaştıklarında ne kadar yanıldıklarını görecekler ve Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle (Mülk, 67/10.) kendi durumlarını şöyle itiraf edeceklerdir: “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, [bugün] çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık…”