Makale

İNSAN ZİHNİNİN TANRI’YA GİDİŞİ

İNSAN ZİHNİNİN TANRI’YA GİDİŞİ

Prof. Dr. Aydın TOPALOĞLU | İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


İnsanoğlu varlığı anlamaya çalışır. Bu anlama çabasının arkasında da varlığı gerçekçi bir biçimde açıklama çabası yatar. Tarih boyunca bu anlama ve açıklama çabası hep var olagelmiş, günümüzde de aynı hızla devam etmektedir. Aristoteles’in Metafiziğin girişinde “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.” (Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Ege Üniversitesi Yayınları, C.I, İzmir 1985, s. 79.) deyişi de bu gerçeği bütün yalınlığıyla ortaya koymaktadır. Varlığın gerçekliğini, ilkelerini veya nedenleri bilme çabası sona ermeyeceği gibi, insanoğlunu tatmin etmediği sürece konuyla ilgili eleştirilerin veya yeni arayışların ortaya çıkacağı da açıktır.
Varlığın bize gözüken yüzü olan dış dünyamızın yani doğanın bir gerçekliği bulunduğu apaçıktır. Bu gerçekliğe baktığımızda orada şansa yer vermeyen ilkeler, şaşmaz kurallar ve belirli yasalar görmekteyiz. Felsefi düşüncenin varlıkla ilgili bu basit ama bir o kadar önemli gözlemi insanoğlu için bir dönüm noktası olmuştur. Bu gözlemin bir diğer boyutu da mitolojik açıklama biçimiyle dış dünyada olup bitenlerin uyuşmazlığı ve birbiriyle örtüşmediği gerçeğidir. Çünkü karşımızda duran varlık dünyası hiç de karmaşık, çelişik veya ilkesiz bir yapı değildi. İşleyişinde kaosa veya keyfiliği de yer yoktu. Aksine düzenli, istikrarlı, kurallı ve moral bir yapı arz ediyordu. Yani kozmosun ta kendisiydi. Böyle bir yapı da düşünen insan için yersiz kuşkularla, rastlantılarla, efsanelerle, tesadüflerle, temelsiz kabuller veya önyargılarla açıklanamazdı. Arkasında şaşmaz bir aklın, mantığın, ilkenin, ahlakın ve düşüncenin olduğu kesindi. Bu düşüncelerle MÖ IV. yüzyıldan itibaren Antik Yunan’da güçlenen felsefi anlayış mitolojiyle bir yere varılamayacağını anlamıştı. Mitolojik açıklamalar pek çok açıdan kuşkusuz değerli ve önemliydi ve onlar da yine insan düşüncesinin zenginleşmesine yol açıyordu. Ancak doğanın gerçekliğini tam olarak vermediği, doğa ile düşünce arasındaki birebir karşılığa, diğer bir deyişle doğa ile mantığımız arasındaki dengeye uygun düşmediği çok açıktı. Bu anlayışla birlikte insanoğlu varlığın gerçekliğini yine kendi kuralları içerisinde kavramaya ve açıklamaya çalışmıştı. Bu süreçte karşısına çıkan sorunları da zamanla çözmekte zorlanmadı.
Varlık üzerine yapılan ilk elden bir düşünce oradaki akışı, gelişimi, değişimi yani hareketliği fark etti. Öyle ya doğada sessizlikten, donukluktan ve durağanlıktan ziyade, bir yaşam ve canlılık vardı, nesneleri yerinden oynatan, onları kıpırdatan ve ayağa kaldıran bir ruh söz konusuydu. Yine bu yaşamın kendi içerisinde çokluğu, çeşitliliği, amaçlılığı barındırdığı, bunun yanında belirli sınırlara, sonlara ve kısıtlamalara tabi olduğu gözüküyordu. Yani ortada oluş ve yok oluşa tabi olan bir dünya vardı. İnsanın kendisi de bu dünyanın bir parçasıydı, içerisinde yaşıyordu, kendini bir anda orada buluvermişti. Ancak heyecan verici olan bu ilk izlenimlerin, bir anlamda duyumsal deneyimlerin sonuç itibarıyla yeterli olmadığı, gerçekliğin resmini yine de tam olarak vermediği de açıktı.
Tarih boyunca felsefi düşünce kendi diyalektiği sonucu, vardığı her noktada yeniden harekete geçiyor ve ileriye bir adım daha atıyordu. Zaten mitolojik düşüncenin yerini bilimsel düşünceye bırakması da felsefi düşüncenin bir eseriydi. Ancak bilimsel düşüncenin sabitlendiği yer de felsefe için yeni bir başlangıç noktasıydı. Bu kural varlık konusunda da geçerliydi. Orada da düşünce sabitlenmiyor, kendini daima geliştiriyordu. Öyle ya niçin bir şeyler hareket ediyor veya bazı şeyler niçin hareket etmiyordu? Bu merak bazı nesnelerin canlı olduğu bazıların ise cansız olduğu tespitinin çok ötesinde bir meraktı. Çünkü canlı veya cansız varlık tasnifi böyle bir farkındalığın neticesinde ortaya konabilirdi. Ancak canlı veya cansız olmak doğanın kendi kuralı mıydı? Veya kendisi dışındaki bir tercihin sonucu muydu?
Doğada bir hareket vardı ve bu hareketin bir kaynağı olmalıydı, bir yerlerden kaynaklanmalıydı. Çünkü hareketli olanın kaynağı yanı başındaki hareketsiz nesne olamazdı. Her şey bir hareket, akış ve değişim içerisinde ise, mutlak anlamda akmayan, hareketsiz olan ve değişmeyen neydi? Veya öyle bir şey var mıydı acaba? Olmadığını varsaysak bile varlıktaki bu akış, hareket ve değişim kendiliğinden nasıl oluşmuştu? Böyle bir gücü kendinde nasıl bulmuştu?
Doğanın işleyişinde gözlemlenen nedensellik yasası, yani her şeyin bir nedeni olması gerçeği nasıl ortaya çıkmıştı, bunu kim belirlemişti? Acaba yine doğanın kendisi mi? Ancak doğanın mutlak bir neden değil, sonuç olduğu da ortadaydı? Bu durumda nedensiz olan neydi?
Varlıkta gözlemlenen farklılık, çeşitlilik ve çokluk acaba ne kadar gerçekçiydi? Aslında farklı gözüken her şey aslında bir miydi veya bizlere bir olan her şeyin tek kaynağını mı hatırlatıyordu? Yoksa bütün bunlar görünüşten mi ibaretti? Bir yanılgı mıydı? Yanılgı olmadığı açıktı çünkü birden fazla insan bu gerçekliğin farkındaydı. Gözlemlendiği biçimiyle her şeyin bir nedeni varsa bu yasa nereye kadar sürüp gidebilirdi? Nedensellik yasasının üzerinde olmayan bir varlık düşünülmez ise bu yasa nasıl açıklanabilecekti? Kendi başına böyle bir ilkenin ortaya çıkması ne kadar mümkün olabilecekti?
Yine aynı şekilde varlıkta gözlemlenen koşturmaca, telaş, uğraşı, amaçlılık ve belli bir hedefe ulaşma durumu onun ayakta kalma veya olgunlaşma çabasını göstermiyor muydu? Onlara bu hedefi kim koymuştu? Mükemmellik olmasaydı nesnelerde bu yönde bir eğilim nasıl ortaya çıkacaktı. Hiçbir şey kendine yeter değilse, ilerlemeye, çalışma zorunluluğunu hissediyorsa, sınırlı, eksik ve kusurlu olmayan, yani yetkin olan neydi?
Nesneler dünyası zaman ve mekâna tabi olmuş, belirli bir sınır içerisinde varlık bulmuştu. Bu bir zorunluluk muydu? Sınırlar, sınırsızlık içerisinde mi çizilebilirdi? Peki, sınırsız olan neydi? Zaman ve mekân içerisinde bulunan insanoğluna bu yaşamı olanaklı kılan bir üstün varlık mı söz konusuydu? Kendi varoluş koşullarını bile belirleyemeyen, var olmak için kendi dışında başka bir güce gereksinimi olan varlık dünyası, kendi kendine nasıl yeterli hale gelmişti? Veya bu yeterliliği sağlayan kendine yeter olan bir varlık mı söz konusuydu?
Doğada yine her şeyin ölümlü olduğu gözüküyordu. Bu durumda ölüm bir son muydu? Veya zaman ve mekân dünyasından bir çıkış mıydı? Ölüm, tıpkı doğumda olduğu gibi bir yaşamın sonu diğerinin başlangıcı mıydı? Mutlak bir yokluk olsaydı, yani hiç doğmasaydık, hiç var olmasaydık doğal olarak varoluştan, ölümden veya ölümsüzlükten söz edemeyecektik. Ancak dış dünyada gördüğümüz bu oluş ve yok oluş, bizlere oluş ve yok oluşa tabi olmayan ölümsüz bir varlığı da hatırlatmaz mı? Her şeyi ölümlü kılan bir ölümsüzün olması gerekmez mi? Aynen bir düşünürün değişimin arkasında değişmeyeni görmesi gibi?
İnsanoğlu yukarıda kısaca özetlediğimiz düşünme biçimi sayesinde varlığın tek düze olmadığını; gerçekliğin bize gözüktüğü kadarıyla tam yansımadığını, doğanın değişken görünüşünün arkasında nesnel olan, değişmez bir yönü bulunduğunu fark etmiştir. Bu nedenle diyalektik bir biçimde hareketlilik karşısında durağanlığı, çokluk karşısında tekliği, oluş ve yok oluş karşısında oluş ve yok oluşa tabi olmayışı, sınırlılık karşısında sınırsızlığı, sonluluk karşısında sonsuzluğu ve ölümlü olmanın karşısında ölümsüzlüğü dile getirmiştir. İşte bu düşüncelerle felsefe tarihinde varlıkla ilgili tartışmalar alevlenmiş, varlığın adı konmaya çalışılmıştır. MÖ VI. yüzyıldan itibaren başlayan bu diyalektik düşüncenin, felsefenin bizatihi doğası olduğu ve günümüzde de etkisini devam ettirdiği çok açıktır. Tanrı kavramı da bu diyalektik düşüncenin bir sonucu olarak kendini tartışmaların içerisinde bulmuştur. Yani kavramın kendisi insan düşüncesinin dönüp dolaşarak başvurduğu, zorunlu bir açıklama ilkesi biçiminde dile getirdiği, mantıki ve ahlaki bir gereklilik olarak her zaman ifade etmek zorunda hissettiği kavram halini almıştır. Mevcut kültürdeki Homerik gelenekten yani mitolojiden uzaklaşılarak evrenin düzeninin ve ahlâkî yapısının sistemli ve rasyonel bir biçimde açıklanmaya çalışılması bu zorunluluğun bir neticesidir.
Milet ekolünün İlyada (İlias) ve Odise (Odysseia) destanlarında tasvir edilen politeizmle yetinmeyip, kozmosun arkasında (veya temelinde) yatan ilke (arke) arayışı ve bu arayışla birlikte gelişen varlık dünyamızı algılama süreci, felsefenin en önemli dönüm noktasıdır. Mitolojik tanrıları reddettikleri için yaşadıkları dönemde ateist olarak değerlendirilmiş olsalar da bu filozofların evrenin arkesini, çokluğun ve değişikliğin arkasındaki değişmeyeni ve tek olanı bulma çabaları insan zihninin Tanrıya gidişinin rasyonel örnekleridir.
Antik dönemdeki teistik düşünce Platon’un varlığı biçimlendiren ve onun kaynağı olan en yüksek kavramı ile Aristoteles’in nesnelere biçim kazandıran ama kendisi mutlak form olan ilk hareket ettirici kavramıyla yerini sağlamlaştırmıştır. Varlığın ele alındığı ve varlık üzerinden konuşulduğu bu dönemde ana hatlarıyla varlığın özü veya ilkesi araştırılmış, varlığa temel olan “arke” veya “ilk sebep” aranmış, bunun ötesinde Ksenophanes örneğinde olduğu gibi insan biçimli (antropomorfik) Tanrı anlayışları eleştirilmiştir. Daha Antik dönemde ‘Evren Ruhu’ görüşüyle Thales (MÖ 625-545); yıldızları idare eden ve nesnelerin kaynağı olan “apeiron” görüşüyle Anaksimandros (MÖ 612-547); “zihin gücüyle evrene hareket veren hareketsiz düşünce” fikriyle Ksenophanes (MÖ 570-480); her şeye egemen olan, her şeye yeten ve her şeyi aşan bir kanun “Logos” düşüncesiyle Herakleitos (MÖ 535-475); evreni aşan, elle tutulmayan, gözle gözükmeyen, insan uzvu taşımayan bir “düşünce” fikriyle Empedokles (MÖ 490-430) ve maddeye hareket veren, ona hükmeden biçimlendirici ruh, akıl (Nous) düşüncesiyle Anaksagoras (MÖ 500-428) insan zihninin somuttan soyuta yani bir şekilde Tanrıya nasıl gidebileceğini bizlere sunan belli başlı düşünürler olmuştur. Bu kavramların doğa içerisinde kaldığı, yani maddi olduğu, doğa ötesine gidilemeyeceğini savunan düşünce de doğrusu kendince haklıdır. Ancak bu düşünce tarihini pozitivist açıdan okumadan başka bir şey olmayacaktır.
Sonuç olarak varoluşumuzu anlama ve anlamlandırma gayretiyle, bu çerçevede zihnimize takılan neden, nasıl, niçin, nereden ve nereye gibi soruları yanıtlama çabası, yaşamımız boyunca uğraştığımız en temel problemler olduğunu söyleyebiliriz. Esasen bütün bunların, felsefenin ortaya çıkma nedeni hatta varlık sebebi olduğu da açıktır. Bir tarafta evreni sadece kendi iç yasalarıyla izah etmeye çalışan ve Tanrı düşüncesine yer vermeyen materyalizm, diğer yandan evrenin kendi kendisini açıklama için yeterli olamayacağını düşünerek onu aşkın bir varlıkla izah etmeye çalışan teizm düşünce tarihinin en temel çizgileridir. İnsan zihni bu çizgileri kuşkusuz bu çizgileri koruyacak ve kovalayacaktır. Ancak büyük çoğunluğu da evrenin bizatihi kendisindeki olasılık, çokluk, değişim, dönüşüm, nedensellik, sınırlılık, sonluluk ve ölümlülük gibi gözlemlerinden hareketle, evrenin ötesinde, her şeyin nedeni olan tek, değişmez, dönüşmez, mutlak ve ölümsüz olanı aramaya devam edecektir. (Düşünce tarihinde insanoğlunun Tanrı düşüncesine gidişiyle ilgili çeşitli örnekler için bkz. Aydın Topaloğlu, Filozofların Tanrısı, Ufuk Yayınları, İstanbul 2014, s. 71-99; Tanrıtanımazlığın Felsefi Boyutları, Teizm ya da Ateizm, Kaknüs Yayınları (Furkan Kitaplığı), İstanbul 2001.)