Makale

DEİZM: ÖNCÜ İSİMLER VE TEMEL DOKTRİN

DEİZM: ÖNCÜ İSİMLER VE TEMEL DOKTRİN

Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜN | Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Deizm: Deist gruplar ve temel doktrin
Deizmle ilgili olarak bilinmesi gereken ilk şey, deizmin tek tip olmadığıdır. Örneğin, deizmle ilgili eleştirel yazılar yazan Samuel Clarke (1675-1729) dört grup deistten bahsetmektedir:
İlk grup, ezelî, sonsuz, özgür, akıllı bir varlık olarak dünyayı yaratan, saat gibi kuran ve idaresini üstlenen ama dünyayla irtibatı olmayan, içinde olup bitenle ilgilenmeyen bir Tanrı’ya inanmaktadır.
Bunlara verilen cevap şudur: İlk olarak bilim, maddenin doğası, maddenin tabi olduğu kanunları kendi kendisinin yapmasının imkânsız olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla onunla sürekli ilgilenen Tanrı’ya gereksinim duyar. İkinci olarak dünyada olup bitenle ilgilenmeyen bir Tanrı, olup bitenin bilgisine, olup biteni etkileyecek bir kudrete, gerektiğinde müdahil olacak bir irade ve hikmete sahip değildir demektir. Böyle bir Tanrı tasavvurunun kabul edilecek bir tarafı olmadığı açıktır.
İkinci grup, Tanrı’nın evrenle ilgilendiğini ama bu ilginin içinde ahlaka yer olmadığını kabul etmektedir. Bu gruba göre, dua eden ve duası kabul olmayan bir adamın bilmesi gereken, Tanrı’nın iradesi, alttan gelen böyle bir talebe uyarak yön değiştiren bir irade değildir. Tanrı’nın iradesi doğrudan kozmik olaylara tekabül eder, tek tek kişilerin arzu ve isteklerinin nesnesi değildir. Bize göre ahlaki olan bir eylem Tanrı’nın katında nötrdür. Onun katında ahlak tanımlaması yoktur.
Bu ikinci grubun hatası şudur: İlk olarak, bu grup ahlakın ezelî sabit ilişkiler meselesi olduğunu anlamamışlardır. İkinci olarak da Tanrı’nın sıfatlarındaki ahlaki niteliği (ahlaki sıfatlarının varlığını) inkâr etmek, Tanrı’nın ya hikmetinin ya da kudretinin inkârını gerektirir. Clarke bu deizm eleştirisinde son derece haklıdır. Zira insanın yapıp ettikleriyle ilgilenmeyen başka bir ifadeyle hikmetinden ve iyiliğinden ve bu hikmetin ve iyiliğin hayat verdiği bir insan yaşamından bahsedemeyeceksek Tanrı kavramını yokluğa indirgemiş oluruz.
Üçüncü grup, Tanrı’nın ahlaki sıfatlarını kabul ederler ama insan ruhunun ölümsüzlüğünü ve ahlaki terimlerin Tanrı ve insanlar arasında bir işlevselliğe sahip olduğunu reddederler.
Böyle bir iddianın pratikteki karşılığı, ölümden sonra bir başka hâlin (ölüm sonrası hayatı mümkün kılan bir hâl) imkânsızlığı demektir. Bu da Tanrı’nın bütün sıfatlarının berhava edilmesi demektir.
Dördüncü grup, bazı deistler bütün doğru dinî ve ahlaki doktrinleri kabul etmekle birlikte, bunu genel bir kategori olarak vahyin verebileceğini bunun için özellikle ve sadece Hristiyan vahyine ihtiyaç olmadığını söylerler. (Detay için bkz. Samuel Clarke, A Demonstration of the Being and Attributes of God And Other Writings (1705), E. Vailati (ed.), Cambridge: Cambridge University Press, 1998.)
Bu grupların dışında bazı deistler ise aklın keşfettiği hakikatlere ek olarak nebevi hakikatlere de ihtiyaç duyduğumuzu söylerler. Benjamin Whichcote (1609-1683) gibi deizmin öncüsü sayabileceğimiz düşünürlerin temel kabulü şudur: “Akıl doğal olanı keşfeder, doğaüstü olanı alır.” Ancak buna düşünür şunu da eklemektedir: Doğaüstü olarak kabul edilip alınanın bizler tarafından kabulünün ön şartı, bizde var olan doğaya ve akla uygunluk testini de geçiyor olmasıdır. Aksi takdirde reddedilmelidir. Böylece akıl en üst yargıç konumuna çıkarılmaktadır.
Görüldüğü gibi deistlerin bir kısmı, dinin varlığını bütünüyle reddederken, bir kısmı, “aklın testinden geçerek onaylanan dine evet” demektedirler.
Tartışmasız böyle bir din tasavvuruna getirilecek en açık itiraz ‘hangi akıl’ yahut ‘kimin aklı’dır. “Hangi akıl?” sorusuna deistlerin cevabı hazırdır: “Tanrı’nın aklı”. Pekiyi, Tanrı’nın aklı ile insanın aklı arasındaki alaka nedir? Buna ilginç bir analojiyle cevap verilmektedir. Buna göre insan Tanrı’nın ezelî niteliklerinden pay alır. Tanrı’dan pay alan dört özelliğimiz vardır: Bunlardan biri insanın doğası. İkincisi, iç duyularımız. Üçüncüsü, dış duyularımız (beş duyu). Son olarak da, aklımız. Bunun anlaşılması için ışıldak/fener analojisi kullanılmaktadır. Elimize aldığımızda ışıldak ilk tuttuğumuz yere yoğun bir ışık hüzmesi düşürür. Bulunduğumuz yerden uzaklaştırdıkça ışığın yoğunluğu azalır. Tanrı’ya en yakın olan yönümüz, doğamızdır ve O’ndan en yoğun olarak doğamız yararlanır. Sonra iç duyularımız, sonra dış duyularımız ve en sonda akıl. Tanrısallığı biz en fazla doğamızda hissederiz. Örneğin, doğamızın bir şeyin doğruluğuna ya da yanlışlığına dair yargıda bulunmamızı sağlaması, bir atın kişnemesi veya bir köpeğin havlaması kadar doğaldır, der Whichcote.
Farklı görüşlere sahip deist grupların varlığıyla birlikte üzerinde hemfikir olduklarını söyleyebileceğimiz kabulleri de vardır.
- Deistlere göre, insanın doğası gereği bilen bir varlık olarak yaratılıyor olması, bu temelde inşa edilen doğruların tamamının saygınlığının da temeli demektir. Kurtarıcı kelime “iman” değil de doğuştan getirilen “sezgisel bilgi” ise Whichcote’a göre, Katoliklerin “Kiliseye dâhil olursan kurtulursun” iddiası doğru değildir.
- Aydınlanmacılara ve öncülüğünü yaptıkları deistlere göre, Allah’ın yarattığı evren akıl yasalarına göre işliyorsa, bu ahlak alanında da böyle olmalıdır. İnsanların kurtuluşunu doğal ve rasyonel olan bu yasal dünya içinde aramak varken (örneğin, İbrahim peygamberin Hristiyan, Yahudi ve Müslümanların kurtuluş örneğini bu doğallık içinde keşfetme örneği önümüzde iken) insanın kurtuluşunu Tanrı’nın ayrı bir irade göstererek örneğin bir kiliseye aidiyete bağlaması düşünülemez.
- Deistlerin özelde Katolikliğe genelde de farklı dinlerin varlığına bir reddiye olarak ortaya çıktığını ve bir protesto içerdiğini gözden kaçırmamak gerekir. Max Müller’in (Batı’da) evrensel bir dinin varlığından bahsedip diğer dinleri de bu dinin birer görünümü olarak tanımlama onurunun ona ait olduğunu söylediği Nicholas of Cusa, İngiliz Platonculuğunun ve deizmin öncülerindendir. Öğrenilmiş Cehalet (De Docta Ignorantia) adlı eserin yazarıdır. Tanrı’nın mahiyeti tartışmasından ziyade Tanrı’ya ilişkin bilginin imkânı’na tartışmayı kaydırarak teolojyi epistemoloji temelinde inşaya niyetlenerek, yüzyıllardır Katolik teolojisinin üzerine oturduğu Tanrı’nın, İsa’nın, Ruhu’l-kudüsün mahiyeti tartışmalarının yarattığı parçalayıcı teolojiyi ortadan kaldırmak istemiştir. Bireysel farklılıklar ve Sonsuz olan Tanrı’nın bilgisel olarak kavranmasının imkânsızlığı doğal olarak farklılığı getirmekte, bu farklılık da kendi ahlakını üretmektedir. Ve sonlu olanı tanımlama ve buna uygun bir ahlak geliştirmede bütün dinler rölatif bir konumdadırlar. Cusa’ya göre, Hristiyanlığın bu bilgi konusunda ayrı bir imtiyazı yoktur. Epistemik algıların farklılığına bağlı olarak farklılıkların varlığının da tolere edilmesi gerektiğini savunmuştur ki bu kendi çağı için devrim mahiyetinde bir iddiadır. Cusa Hz. İbrahim’i bütün din mensuplarının ve hatta çok tanrıcıların kurtuluş modelinin öncüsü olarak göstermektedir. Buradan hareket ederek de De Pace Fidei adlı eserinde ritüelleri farklı ama kaynakları aynı tek bir dinden bahsetmektedir. Platonik idealara uyarlarsak, Cusanus’a göre, bütün dinler mutlak tek dinin (una religio) gölgemsi görünümleridir.
Marsillo Ficino De Christiana Religione (1474) adlı eserinde, İngiliz Platonculuğuna Cusanus’tan daha fazla etkide bulunan şu iddiayı seslendirmiştir.
“İnsanlık kurulduğundan bu tarafa insanı insan yapan din olmuştur ve bu din baştan beri, farklı ritüellerde kendini göstermiş olsa da, tek dindir. Dinin insan için varlığı atın kişnemesi ve köpeğin havlamasındaki doğallık kadar, doğaldır.” (Meric Casaubon, A Treatise of Vse and Custom (London:, 1638), s. 80.)
- Aydınlanmacılara ve öncülüğünü yaptıkları deistlere göre, Allah’ın yarattığı evren akıl yasalarına göre işliyorsa, bu ahlak alanında da böyle olmalıdır. İnsanların kurtuluşunu doğal ve rasyonel olan bu yasal dünya içinde aramak varken (örneğin, İbrahim peygamberin Hristiyan, Yahudi ve Müslümanların kurtuluş örneğini bu doğallık içinde keşfetme örneği önümüzde iken), insanın kurtuluşunu Tanrı’nın ayrı bir irade göstererek örneğin bir kiliseye aidiyete bağlaması düşünülemez.
- Deizm mutlak tenzihçidir. Onlara göre, Tanrı’nın kendini gösterim alanı evrendir, insan yaşamı değil. Bu iddiaları, dünyanın hiç de Tanrı’nın mükemmelliğine yakışır bir dünya olmaması gerçeğinden hareket ederek seslendirmektedirler. Yaşadığımız dünyadaki noksanlıklar ya insanlara ya da Tanrı’ya referansla açıklanabilir. Tanrı kötülüklerin insanlardan kaynaklandığını buyurduğuna göre, “dünyada kötülük neden var?” sorusuna verilecek cevap, bunun insan kazanımı olduğu şeklinde olmalıdır. Bu sonuç da bizi, Tanrı’nın insan yaşamıyla hiçbir şekilde ilgilenmediği başka bir ifadeyle ahlakın onun ilgi alanına girmediği sonucuna götürür. Bu sonuç, ahlaken kötü saydıklarımızdan Tanrı’yı sorumlu tutma huyumuzdan vazgeçmek gibi bir erdeme götürür.
- Deizm, Tanrı kavramı ile din arasında ayrıma gider. Neden böyle bir ayrım gerekli görülmüştür? Deizm insan söz konusu olduğunda ikna dilinin tercih edilmesini istemekte, dikte ve empozeyi reddetmekte ve dışarıdan bazı gerçeklerin önerilmesine de karşı durmaktadır. Deistler din, mezhep gibi kurumsal yapıları bağımsız düşüncenin önündeki en büyük engeller olarak görmekte ve insanın ikna ile değil de ödül ve ceza ile yönlendirildiği bir sistem olarak algılanan dine itiraz etmektedirler.
- Deizme göre akıl, doğadaki/evrendeki kanun ve tasarımı kişisel gözlemleriyle keşfetme, onaylama ve ebedileştirme kudretine sahiptir. Aklın verili bir metni değil doğal olanı anlama, açıklama ve yorumlamaya kodlandığı inancındadırlar. Dinlerin bu doğal akışı bozduklarını iddia ederler. Deistler ancak deizm içerisinde aklın ve mantığın gerçek anlamıyla yüceltildiğini iddia etmektedirler.
- Deistlerin öncüleri olarak Cambridge Platoncuları “vahyedilen din”i reddetmek yerine bir yandan onu doğa’ya entegre etmeyi ve ona yüklenen olağanüstülükleri temizlemeyi diğer yandan da dinsel fanatizmle mücadele etmeyi önemsediler. Bir başka özellikleri kurumsal otoriteyi reddedip onun yerine zihinsel bilginin kesinlik otoritesini yerleştirmekti. Bu da onları doğuştan getirilen fikirler (innate ideas) ve apaçık mantıksal doğrular terimleriyle buluşturdu. Origen ve St. Augustine’nin merceğiyle Orta Çağ’a yansıyan Platon’un doğuştan fikirler/idealar öğretisi deizm için her zaman ana referans noktası olmuştur.
- Deistler, ahlaki rasyonalizm taraftarıdırlar. Ahlaki doğrular aklen keşfedilebilir ve şeyler arasındaki ilişkilerin zorunlu mu mümkün mü olduğu da yine aklın keşif alanı içindedir. Ahlaki doğrular, akıl doğrularıdır. Akıl doğal dinde içerilen birçok hakikati tek başına keşfedebilir. İnsanlar tarafından kavranamayacak gizlerin, sırların bir din içinde olması düşünülemez.
- Deistlere göre kurtarıcı olan bilgi, akla ve sağduyuya yaslanan bilgidir. Bunların kolektif kullanımı bizi Tanrı’nın varlığına götürür. Tanrı’nın varlığının bilgisine ulaşmak için ‘kurnaz aracılara/kilise mensuplarına’ gerek yoktur. Kurnaz aracılar, önce insanları Tanrı korkusuyla tanıştırıp, sonra bu korkudan kurtarmak için insanları kendilerine köle yapanları tanımlamaktadır. XVII. ve XVIII. yüzyıl İngilteresinde kendilerine özgür-düşünürler adını verenler, sivil halkı kontrol etmek için üretildiğini düşündükleri ve çoğu “masal”dan oluşan kutsal metin anlatılarının kendilerini deistik doğal dine doğru iten en büyük etken olduğunu söylerler. (Peter Harrison, ‘Religion’ and Religions in the English Enlightment, Cambridge Univ. Press, 1990, s. 21.)
Sonuç ve değerlendirme
Deizm, insan aklını ve tecrübesini değersizleştiren, kendinden başka dinlere hoşgörülü davranmayan ve kendi içindeki farklılıklara dahi tahammül edemeyerek dini parçalayıcı/ayrıştırıcı bir mekanizmaya dönüştüren Hristiyanlığa karşı bir protesto hareketi olarak ortaya çıkan teolojik-felsefî bir harekettir. İnsanın kurtuluşunu kendi düşünce ve eylemlerine değil Kiliseye aidiyetine bağlayanlara bir karşı çıkıştır. Luther’in İslam’ı eleştirirken kullandığı argümanı düşündüğümüzde Hristiyanlığın neden karşıt bir hareketi ortaya çıkardığını görebiliriz:
“Muhammed’in getirdiği din, insanın aklı ve zekâsının kaldırabileceği bir sistemi önermektedir. Muhammed’i takip edenler kendi amelleriyle kurtulabilecekleri gibi büyük bir yanılgı içindedirler. (Raleigh, History of the World, I.II.VII (ss. i78 vd.); Peter Harrison, Religion’ and Religions in the English Enlightenment, Cambridge, 1990, s. 11.)
Deizmin yaptığı en büyük hizmet, doğal, aklî, evrensel, ahlaki olana yaptığı vurgu ve dinlerin parçalayıcı birer mekanizma olarak çalışmalarına karşı toleransa davet etmesidir. Tanrı’nın evrenle ilgilendiğini ama insanlarla ilgilenmediğini söyleyen deistlerden bir grubun yaptığı en büyük hata ise, insanın Tanrı’nın kendileriyle ilgilenmesine evrenden daha fazla ihtiyaç duyduklarını görmezden gelmeleridir. Evreni akıllarıyla sadece yorumlayan filozofların aksine, peygamberlerin dünyayı hem yorumlayıp hem de değişime uğrattıklarını ve yaşanabilir bir dünyanın mücadelesini verdiklerini düşündüğümüzde deizmin peygamberlere ihtiyaç olmadığı iddialarının da tutar tarafı yoktur. Hristiyanlığın peygamberlik kurumunu tahrif etmesinin ve bunun yarattığı travmanın faturasını bir bütün olarak dine kesmenin yanlışlığı ortadadır.