Makale

BİR ÇANAKKALE HATIRASI: HASAN HİLMİ OSMAN

BİR ÇANAKKALE HATIRASI: HASAN HİLMİ OSMAN
Prof. Dr. Ali Osman KOÇKUZU

Yukarıdaki başlık bir asker künyesidir. Bugün bu künyeler daha farklı biçimde söylenirse de, günümüzden yüz sene öncesinde bir eri veya bir küçük zabiti böyle tanıtma yaygındı. Hasan Hilmi askerin adı, Osman ise babasının adıdır. 1310 tarihi, rumi tarihle kişinin doğumuna işaret etmekte, Konya kelimesi ise künye sahibinin memleketini göstermektedir. Aslında 1315 doğumlu olan Hasan Hilmi Efendi, bu satırların yazarının öz amcasıdır. Memleketimizdeki askerî arşiv kayıtlarına göre hâlâ, “hayat ve mematı meçhuldür.” Ama öyle zannederiz ki o, çoktan ilahî rahmete kavuşmuştur. Zira yüz yirmi yılı aşkın bir ömür olabilir mi bilinmez…
Babaannemize “nene” derdik. Ailede öyle alışmışız veya o tarihlerde Konya merkezinde söyleyiş öyle idi. Anneannemize de “ağa nene” derdik. Nenemiz, eğer yanlış bilmiyorsam, on sekiz evlat doğurmuş, bunlardan ancak ikisi yaşayabilmişti. Haydi, sayıyı yanlış öğrenmişiz diyelim, yarısını bile alsak, küçücük vücutlu rahmetli nenemiz için bu kadar doğum, bu kadar çocuk, bu kadar ayrılık ve vefat, hem maddi hem de manevi bir zahmet, hatta çok zahmet demekti. Vefatından bir gün öncesine yani 1954 senesinin Nisan ayına kadar amcamızın geleceğinden ümitli görünürdü. Son gün bizlere onun şehit olduğunu söylemişti. Bu bilgi ona nereden geldi, neden o güne kadar söylenmedi bilinmez...
Hasan Hilmi amcamız… Konya’nın Araplar semtinde, Orta Sinan Mahallesi’nde oturan ailemizin bu ferdi, 1315 doğumlu imiş. Gazetelerde okuduğu bir ilan üzerine, mahalledeki bir arkadaşı ile orduya müracaat edip, küçük zabit (astsubay) kurslarına veya okuluna gitmek istemiş. Aile rıza göstermemiş, ama amcamız mahkemeye başvurup 1315 tarihini 1310 olarak tashih ettirerek bu maceraya atılmış. Aile büyüklerinin verdiği bilgiye göre, arkadaşı da kendisi de mahallenin hafız yetiştiren hocası Kaplanoğlu Hacı Osman Efendi’de okuyup hafız olmuşlar, yazıları da güzel imiş. Gazetedeki askerî ilanda zaten böyle bir şart da varmış; güzel yazı yazabilmek. Aslında on altı yaşında olan Hasan Hilmi, kendisini yirmi bir yaşında gösteren mahkeme kararı ile yola koyulmuş.
Çanakkale ve ona bağlı olan muharebelerde insanlık çok acı çekmiştir. Gönüllü olarak askere katılan Konya Bozkırlı Müderris Abdullah Fevzi Efendi, Çanakkale’de kendi birliğindeki durumu hatıralarında anlatır. Abdullah Fevzi Efendi 1299 doğumlu bir müderristir. Otuz yaşını aşkın iken orduya katılmış, savaşların peş peşe gelmesi sonucu uzun bir müddet orduda kalmıştır. Savaşan erlere nispetle yaşı büyüktür. Mesela amcamız Hasan Hilmi Osman Efendi’den 16 yaş büyüktür. Kıtadaki subaylardan daha kültürlü, görgülü ve tecrübelidir. Askerlik müddetini günlükleri ile tespit etmiştir. Bu günlükler, tarafımızdan “Çanakkale’de Bir Müderris” adıyla yayınlanmıştır.
Günlükler okununca görülmektedir ki, acele ile ve zorunlu olarak askere alınan insanlar gerekli eğitimi görememiştir. Öyle zamanlar olmuştur ki, bir okulun son sınıf öğrencileri toplu olarak silah altına alınmış ve okul o sene mezun verememiştir. Eğitimsizlik, şehit ve yaralı sayısını artırmıştır. Hasan Hilmi Osman amcamız gibi olanları askere almayan devlet, yaş büyütme işlemlerini engelleyememiş veya kabul etmiştir. “Hey on beşli, on beşli…” türküsü işte bu çocuk yaştaki delikanlıların acı öyküsünü anlatmaktadır...
Anadolu’dan gelen, hayatı ve bölgeyi tanımayan, tecrübesiz, saf askerler… Ne yapacağını şaşırmış binlerce genç, hatta çocuk! Abdullah Fevzi Efendi, bir muharebe öncesinde mevzilerden çıkacak olan çocuklara “Ay tarafına doğru hücum edeceksiniz!” emri verildiğinde, “Eyvah!” dediğini anlatır. “Biraz sonra ayın yönü yavaş yavaş değişecek, belki bu çocuklar bilmeden kendi mevzilerine ateş edecekler.” Nitekim öyle de olmuştur...
Hasan Hilmi amcamız, Çanakkale’de henüz cepheye sürülmeden, Saros Körfezi’nde yedek güç olarak beklediği dönemde, Ezine’den bir hanımla evlenmiş ve bu evlilik Osmanlı nüfus kayıtlarına evlenme anında geçmiştir. Geyikli’de oturan bu aile ile doksan yıl sonra irtibat kurmamız mümkün olabilmiştir. Bir yangında elde avuçta olan hatıraları kaybolduğu için, bizlere sadece yengemizin bir resmini göndermişlerdir.
Nüfus müdürlüğüne yapılan başvurumuza “bu konular önemli konulardır, bilgi vermemiz mümkün değildir” meâlinde bir cevap gelmiştir. Ancak hiç beklemediğimiz bir anda askerî arşivden gelen değerli bilgiler sayesinde, kırılan kalbimiz bir nebze teselliye kavuşmuştur. Askerî arşivin verdiği bilgiye göre, amcamızın son görev yeri Kudüs’tür. Alayları Kudüs-Nablus şosesinin sağ yakasıdır. Birlikler orada konuşlandırılmıştır. Bu yazı bize amcamızın katıldığı altıdan fazla muharebenin yer ve tarihlerini de vermektedir. Bu alayımız, savaş sonu Hatay’a dönmüş, orada birlikleri parçalanarak dağıtılmış, küçük birlikler halinde başka kıtalara katılmış, bugünün envanterinde böyle bir alay kalmamıştır. Filistin Harekâtı sonunda yurda dönen bu birliğin mensuplarından olan üst çavuş Hasan Hilmi Osman, o tarihten bu yana “hayat ve mematı meçhul” gazi ve şehitler arasındadır. Allah onların cümlesine rahmet ile nazar buyursun, sebepsiz yere insanlığı savaşlara sürükleyenlere de gerekeni yapsın.
Hasan Hilmi Osman, Çanakkale’de belki dört yıla yakın Saros Körfezi’nde görev bekleyen alaylarında kalmıştı. Bu arada askerî birlikler ile irtibatları nasıl idi, bilemiyoruz. Asıl yıllardır zihnimi kurcalayan başka bir soru ise şudur: “Hayatı memâtı meçhul bir askerin, eşini kim hangi kararla ve salahiyetle boşamıştır da, o hanım Mehmet Ali Bey isimli birisi ile evlenmiştir?” Bu tür durumlar zannımca binlerce ailede vuku bulmuştur. Devlet böyle bir karar mı aldı, belli bir bekleme müddeti mi tanındı? Bu da bilinmemektedir. Çocukluk yıllarımızda, bey ile hanım arasında fazlaca yaş farkı olan bazı evlilikleri mahallemizde veya şehrimizde görür, duyardık. Olağan görülenin aksine beyin yaşı hanımınkinden küçük olurdu. Zira askere giden ve şehit olan ağabeyin eşi, küçük erkek evlada verilir, “gelin yenge” aileden bırakılmazdı. Böyle hicran örnekleri pek çoktu…
Ailemizin elinde amcamızdan kalan tek hatıra, “danadili” tabir edilen ve bugünkü A4 dosya kâğıtlarının boylu boyunca yarısı kadar olan bir kâğıda yazılı mektubudur. Mektup Mermale isimli bir yerleşim merkezinin adını ve ilgili tarihi taşımaktadır. Allah nasip etti, bir hafta Kudüs’ü ziyaret ettik. Mescid-i Aksa’da yolda belde kimi görmüşsek ona Mermale’yi sorduk. Hepsi bize “Ramle olacak” dediler. Biz de, “Ramle’yi biliyoruz, bu Mermale’dir.” diye ısrar ettik. Küçük bir kasaba olmalı ki, kimse bilemedi. Nihayet Kudüs’ten ayrılacağımız sabah, bir imam Mermale’yi öğrendiğini, bizi götüreceğini müjdeledi. Ama kafilemiz otelden ayrılacağı için teşekkür edip kendisinden af diledik ve maalesef Mermale’ye gidemedik.
Çanakkale her yönden bir hicran destanıdır. Bütün kötü şartlara rağmen, büyük bir azim ve sabırla yapılan müdafaa olumlu sonuç vermiş, düşman Çanakkale sırtlarından yurda girememiştir.
Çanakkale’den sonra da Osmanlı ordularında görev yapmış olan Abdullah Fevzi Efendi, savaşın beldelere ve insanlara yaptığı tahribatı Kur’an-ı Kerim’de yer alan Sebe Melikesi Belkıs’ın cümleleri ile anlatır: “Melikler bir yere girdiklerinde orayı her yönden bozarlar, huzursuz kılarlar; beldedeki en üst aileler rezil hâle gelir. İşte böyle yaparlar.” (Neml, 27/34.) Belkıs, “Güçlüyüz” diyen ve savaşa taraftar olan askerî danışmanlarına savaşı böyle tasvir eder. Allah Rasulü de “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah’tan afiyet dileyin!” buyurmuştur. (Buhari, Cihad, 156.) Savaş kötüdür, en kötüsü de cahilce ve şartlarına uygun olmayan savaşlardır.
Allah savaş vermesin. Dünya üzerindeki savaşları da lütfu ile sulha tebdil eylesin. İnsanlar huzur ile yaşasın. Geçmişte yaşananlar bir daha geri gelmesin. Allah şehit ve gazilerimize rahmet eylesin.