Makale

ALLAH’A EMANET

ALLAH’A EMANET

Ayşegül Uyar

Kur’an-ı Kerim Hz. Âdem’in yaratılışı bahsinde “Allah Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti.” buyurur. Yaratılmışların isimlerini öğrenen ilk insan, kelamı da öğrenir böylece. Dünya hayatı kelime ile başlayan insan, kelimelerle konuşur, kelimelerle düşünür. Öyle ki kelamı fikrini, fikri zikrini etkiler. Bedenin gıdaya ihtiyacı gibi ruhun da kelama ihtiyacı olur. Temiz gıdalar nasıl bedene şifa ise temiz kelam da ruha öylece sirayet eder. Bundan sebep Rabbimiz Kur’an için güzel bir söz benzetmesinde bulunur. “Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (güzel bir söz) kökü sağlam, dalları göğe yükselen ağaç gibidir.”
Geçmişten günümüze güzel söze kulak verenin akıbeti de ancak esenlik ve selamet olmuştur. Mümin yeryüzünde her şeyin nasıl temiz ve tayyip olanını aramakla mükellefse düşünce dünyasını oluşturup ruhunu sarmalayan kelimeleri de öyle özenle seçmelidir. Bir imbikten süzülürcesine ilahî kaynaktan peygamberler ile bize ulaşan, geleneğimizde yer etmiş büyüklerimizin dillerine virt olmuş kelimelere, tabirlere kulak vermeli onların sıradan bir dil alışkanlığının ötesinde bir hayat tarzı olduğunu bilmelidir. Manavda pazarda meyvenin yemişin en güzeline en doğalına ulaşmayı kendine vazife bilen insan neden mevzu kelimeye gelince böyle lalettayin davranır? Neden ağızdan girenin etkisine inanır da kulaktan gireni hafife alır? Kimisi hoşça kal der, kimisi kendine iyi bak, kimisi de Allah’a emanet der, Allah’a emanet eder. Baştakiler kişiyi kendine bırakırken sondaki kişiyi Allah’a salar. Sanki kulun başına gelebilecekleri savıp her türlü bela ve musibetten emin olma imkân ve gücü varmış gibi onu kendine emanet etmek bir dil alışkanlığı gibi görünse de bir zihniyetin yansımasıdır esasında. Oysa biz bu manada kullanmak istememiştik deriz, kastım bu değildi diye ekleriz. Kastımız bu değildir ama bu kelimelerle konuşa konuşa kastımız da değişir usulca fark etmeyiz.
Mesela işler sarpa sardığında, içinden çıkamadığımızda, neticeden ümidimizi kestiğimizde bize ahvalimizi soranlara “Bizim iş Allah’a emanet artık” deriz. Oysa o iş başından beri Allah’a emanet olmalı değil miydi? Üzerimize düşen fiilleri bir bir işlerken bir yandan da her aşamada rabbimize teslim olarak takdiri ona bırakarak yaşamalı değil miydik? Neden son kertede hatta artık bizim istediğimiz gibi olmayacağına aklımız erdiğinde Allah’a emanet o iş deriz? Zaten yerlerle gökler arasındaki her bir şeyin sahibine teslim olup tevekkül etmekte neden zorlanırız?
Bir bakıverelim İslam medeniyetinin eşsiz bırakışlarına. Hani oğlu Musa’yı (a.s.) bir sandık içinde Nil nehrine bırakan anneyi yahut eşi ve henüz küçük bir bebek olan İsmail’i ıssız Mekke topraklarına bırakan İbrahim’i (a.s.) analım. Hangi söz onların içini teskin etmişti de buna cesaret etmişlerdi? Taş ve topraktan ibaret çorak bir çölün ortasında birkaç hurma ve bir kırba su ile kalıveren Hacer’in seslenişi niyeydi? “Ey İbrahim! Bizi ne insan ne de başka bir şeyin bulunmadığı şu vadide bırakıp nereye gidiyorsun?” İbrahim peygamber sessizce arkasını dönüp giderken Hacer annemiz yeniden sorar. “Bunu Allah mı emretmiştir?” İbrahim (a.s.) sadece “evet” der. O bir kelime yeter Hacer anneye, “Öyleyse Allah bizi zayi etmez.” İnsanların kervanlarla geçebildiği bir çölde gencecik bir kadınla süt emen bir bebeği bırakan İbrahim peygamber onları rabbine emanet etmiş, Hz. Hacer kime emanet edildiğinin farkında bir bilinçle teslim olmuştur. Bütün erkek çocuklarının tek tek öldürülmesini emreden Firavun’un şerrinden korumak için küçük oğulcuğu Musa’yı (a.s.) suya salan anne emaneti sahibine bırakıvermeseydi yapabilir miydi bunu?
Soğuk bir şubat gecesi endişe etmesinler diye kimselere söylemeden doğum için hastaneye giderken artık her şeye aklı eren oğluma sımsıkı sarıldım ben de. Aklımda onlarca cümle, ardı ardına dilimden dökülüverecek tembihler sıraya girdi. Ne desem ne etsem içim kaynamaya devam edecek, boğazımdaki düğüm bir türlü gitmeyecekti. Doğumun bir ucunun ölüm olduğunu ancak bir kadın hissedebileceği için sımsıkı sarıldım yavruma. Bir şey hissetmesin diye çabucak dönüp sırtımı çıktım evden. Bir ara eşime “Bana bir şey olursa teyzeleri bakar oğluma.” diyecek oldum ilkin sonra onu da yuttum. Hem yetim hem öksüz olan bir beniâdemden peygamber çıkarmış bir Rabbe iman etmiyor muydum ben, neydi bu endişem? Durup derin bir nefes aldım, “Sana emanet Rabbim.” dedim, “Sana emanet”. “Sen onun bahtını nasıl çizdiysen öyle yaşayacak onu kendinden uzak eyleme…” Karnımdan göğsüme oradan boğazıma yürüyen mengene gevşedi ilkin sonra hepten yok oldu. Karnımdaki evladım nasıl emanetse evdeki de öyle emanetti rabbime. Bunu böyle bilip böyle dillendirince sükûn buldu tüm organlarım. “Teslim oldum Rabbim dedim benim için murat ettiğin şeye teslim oldum.” İçimin fırtınası dindi de masmavi bir deniz açıldı önümde, biri karnımda biri hanemde bana emanet iki evladı asıl sahibine bırakıvermenin huzurunu hissettim uzun zaman sonra yeniden. Zaten senin değil mi onlar, endişem niye? Bahçıvan olduğumu unutup kendimi bahçe sahibi sandığım zamanları hatırladım bir bir. Bahçe de senin çiçek de, ağaç da senin yemiş de, kazma da senin kürek de, hepsi senin hepsi sana emanet… Allah’a emanet!