Makale

EMANET AHLAKI

EMANET AHLAKI

Kâmil Büyüker

Sözle başlayan, özümüze değen emanet
Önce söz vardı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına/sözüne, bir cevapla/sözle cevap verildi: “Bela/evet (Sen bizim Rabbimizsin).” Söz dile düşmeden önce kalbe düştü sonra dile geldi ve sözü bir emanet olarak insan aldı.
Söz emaneti, hayat yolculuğunun başlangıcını temsil ediyor. Sözün bağlayıcılığı ve kesinliği ruhlar âleminde gerçekleşen sahne ile sizi bağlıyor. Bu anlamda söze sadakat, aslında öze sadakattir. Kişi, sözünün, sözüne gerekçe olan varlığının özüne sadakatini taşımak durumundadır. O yüzden söz emaneti, özümüzün emanetidir. Verdiğiniz sözü, yüce bir emanet bilip hayat boyu taşımaya ahdettiğiniz sürece, onu taşıma ahlakını da kuşanmanız gerekmektedir. Çünkü sözün de, özün de emanetini bugünlere taşıyacak sağlam, sağlıklı liman ahlaktır.
Dağların yüklenmekten imtina ettiği büyük emanet
Hayatın kıyısında, ortasında yaşayabilirsiniz ancak hayatın dışında kalarak alnımıza çatılan bu emaneti yok sayıp, yürüyüşünüzü sürdüremezsiniz. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı hayatın içinde kalarak yaşar ve çözersiniz. Varoluşumuzun gerekçesi, varlığı anlamlandıran bu emanet sizin için tanımlanmış, hatta emanete bile isteye talip olmuşsunuzdur. Kerim Kitabımızda dağların dahi yüklenmekten imtina ettikleri emaneti insan bile isteye almış ve kabul ettiği veciz bir şekilde anlatılır.
Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır merhum da, Ahzap suresinin 72. ayetine şu meali verir: “Evet biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi, o cidden çok zalim ve çok cahil bulunuyor.” Vazifenin büyüklüğü ve cesameti açıktır. Hatta şair Necip Fazıl Kısakürek “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin/ Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin” derken insanoğlunun zayıflığına, aceleciliğine, eksik ve noksanlığına rağmen yükü taşımaya layık ve tek namzet varlık olduğunu büyük coşku ve vecd hâlinde anlatır.
Emanet ifa edilmediğinde hıyanet ve garamettir
Elmalılı merhum bahsi geçen ayeti şu şekilde tefsir eder: “(…) Allah’ın gerek kendi hukukuna ve gerek halkın hukukuna müteallik emr ü nehyinin, ahkâmının icrasına Allah’ın emini, inanç memuru olmak demek olan emanetini, ya’ni Allahın diğer eşyada olduğu gibi ıztırar ile cebren değil, rıza ve ihtiyar ile yaptırmak istediği ef’ali ihtiyariyyede emrine itaatle hilafeti demek olan vazife ve mükellefiyyeti o Göklere ve Yere ve Dağlara: yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük ecram ve ecsamın hepsine arzeyledik de onlar onu yüklenmekten ibâ ve imtina ettiler. (…) emanet böyle Semavat ve Arz ve Cibrilin dayanamıyacakları derecede ağır, edası zor, mes’uliyetli, büyük ve korkunç bir yüktür. Burada arz ve ibayı hakikati üzerine mülahaza eden müfessirler varsa da çokları emanetin azametini meyan için istiharei temsiliyye suretinde bir tasvir olduğuna sahib olmuşlardır. Emanet iyfa edildiği takdirde netice çok büyük bir keramet olduğu gibi iyfa edilmediği takdirde de hıyanet ve garametle büyük bir rüsvaylıktır. İnsan ise onu yüklendi “bela” dedi, teklif ve hilafeti kabul etti. O insan cidden zalûm cehul bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi.” (Hak Dini Kur’an Dili, C.5, İstanbul 1936, s. 3932-3935.)
Burada dikkat çekici bir durum şudur ki “emanet böyle semavat ve arz ve Cibril’in dayanamayacakları derecede ağır, edası zor, mesuliyetli, büyük ve korkunç bir yüktür.” Derken Elmalılı Hamdi Yazır, ayette geçen arzla meseleyi sınırlandırmamış, buna semavat ve Cibril-i Emin’i de dâhil etmiştir. Böylesine büyük ve dehşetengiz bir durumla karşı karşıyayız. O yüzden de emanetin ifası gözle görülür aşikâr bir keramet iken, emanete riayetsizlik ise hıyanetle ve garametle (borçlanmak) niteleniyor. Bu durumda emanete talip olup, ona riayetsizlik ise sadece zalum ve cehul olan insanın harcı oluyor.
Emanet mülk değildir, sorumluluktur
Hayat yolculuğunda türlü vazifelerle donanmış olan insanoğlunun gözden ırak tutmaması gereken emanet, bir mülk değil, sorumluluktur. Emaneti mülke tahvil etmek demek, sorumluluğu yok saymak yahut sorumluluktan kaçmak demektir.
Bu emanet, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, Gelir de adl-i ilahî sorar Ömer’den onu” şuurunda idareciyi; “işçiye alın teri kurumadan emeğinin karşılığını veriniz” kutlu nebinin sözüne amade işvereni; “kadınlar size Allah’ın emanetidir” düsturunu hayata, evine nakşeden erkeği; “Allah’ın birer emaneti olarak yetimi gözetmek, cennete açılan kapıdır” hadisiyle sadece yetime değil, öksüze, yolda kalmışa, yurdundan ayrılmışa kol kanat geren, kimsesizlere kimse olanları; nihayet “Yine o müminler emanetlerine ve ahitlerine sadakat gösterirler.” (Müminun, 23/8.) ayetinin şuurunda olan müminleri sarıp sarmalamaktadır.
Emanet ahlakı, vakti gelince emanete halel getirmeden teslim edebilmektir
Emanet, geri dönüp baktığımız zaman sisli bir pişmanlık vadisine uğramadan göğsümüz inşirah duya duya yol almaktır. Emanet ahlakı ise emaneti kuşanacak, taşıyacak bilince sahip olmak ve emanete halel gelmeden sahibine teslim etmektir. Bir başka deyişle emanet ahlakı “emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle” kutlu sözüne sadakati gerektirir. Herkes elindeki -can, canan, çalışan, işveren, kamu malı vs.- emanetin sahibine sadakatle, sıddıkiyetle kul olmalı, yolculuğu bizim istediğimiz gibi heva ve heves yolunda değil, onun çizdiği emanet çizgisinin yörüngesinde bitirmeye gayret etmeli.
Hz. Ebubekir’i sıddıkiyet mertebesine ulaştıran şey, hiç kuşkusuz can, mal emanetini hiç çekinmeden Hak yolunda gözden ve dahi gönülden çıkarabilme iradesini göstermesidir. Her bir sahabeyi bir yıldız mesabesinde tasvir eden, içinde yaşadıkları asrı da asr-ı saadet yapan, işte o emanet bilinci ve emanet ahlakıdır.
Emanet/Mesuliyet davasının diğer adı İnsan Davası’dır
Nurettin Topçu bu büyük mesuliyeti ve davayı şöyle anlatır: “İslam’ı XX. asırda yükseltecek olanlar, bu mukaddes davanın her şeyden önce insan davası olduğunu bilmelidirler. Allah’ın emaneti hakkında nasıl davranmak lazımsa her insan karşısında öylece davranmanın gerektiğini ancak anlayanlar bu davanın saflarında yer alabileceklerdir.” (İslam ve İnsan, Mevlana ve Tasavvuf, Dergâh yay. 2001, s. 25.) İnsanın da asıl gayesinin Hakk’a gitmek olduğunu dile getiren Topçu, bu imtiyazlı durumun da vasıtasını aşk olarak ifade eder: “Onun gayesi Allah’a gitmektir. Bu, dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş ilahî imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler mahşerindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki hayvani unsurlardan sıyrılıyorlar. Aşk içinde dinin yoludur ve bütün fani gözüken şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emeller ve şekiller silinip de yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah’ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir. (s. 34)
Emaneti sahiplenin zayıf olduğu demler
Bataklığa gömülmüş, ibresini şaşırmış insana yol gösterme, elinden tutup bulunduğu bataklıktan çekip çıkarma ve en nihayet adı insan olan bir dava, emanet meselesinde mevzuyu kaybettiğimiz noktadır. Hâlbuki bu mahşeri, bu cehennemi tersine çevirecek Allah aşkı ve O’nun mutlak sevgisi vardır.
Şurası da bir hakikattir ki içinde yaşadığımız zamanlar emaneti sahiplenenlerin zayıf olduğu demlerdir. Herkes bu ilahî emaneti insanoğlunun yüklendiği konusunda hem fikir iken, sorumluluk almaya gelindiğinde -hele ki hiçbir karşılık ve menfaat beklemeksizin tamamen hasbilik söz konusu olduğunda- kimsenin bu sofrada yerinin olmadığını görüyor ve gözlemliyoruz. Emanet öze dokunan sözde olmalı ve emanete liyakatle birlikte onu taşıyacak ahlakın emareleri de üzerimizde olmalı. Yoksa gelecek yüzyılların en büyük sancılarından birisinin de “emanet sancısı” olacağı muhakkaktır. Dün olduğu gibi bugün de âlimiyle, mürşidiyle, hocasıyla, idarecisi ile kısacası sorumluluk makamındaki herkes bu vebalin bir tarafından sorumlu olacaklardır.