Makale

HAK DUYARLILIĞI

HAK DUYARLILIĞI

Doç. Dr. Hasan DAM | Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Allah, kâinatta sayısız denebilecek çeşitlilikte varlık türü yaratmıştır. Ancak bu varlık türleri arasında insanın yeri başkadır. İnsan ruh ve beden kabiliyetleri ile Allah’ın yarattığı en mükemmel ve en üstün varlıktır. (bkz. İsra, 17/70.) Bazı yönleriyle diğer varlıklarla ortak özellikler göstermekle birlikte, insanı diğer varlıklardan ayıran pek çok nitelikleri vardır. İnsan, yalnızca kendisine kulluk etsin diye (Zâriyât, 51/56.), Allah’ın yeryüzünde kendine halife olarak (Bakara, 2/30.) en güzel bir biçimde (Tin, 95/4.) yarattığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine verdiği (Lokman, 31/20.), dağların ve yerlerin taşıyamadığı emaneti yüklenen (Ahzab, 33/72.) şerefli ve onurlu bir varlıktır. Dağların ve yerin taşıyamadığı emaneti taşımayı kabul eden insanın, bu emaneti taşımaya ehil hâle gelebilmesi için Allah (c.c.), ona akıl, şuur, irade, mülkiyet vb. bahşetmiştir. Bu nedenle insan sırf yaradılış gayesi ve özellikleriyle her türlü hürmete ve saygıya layıktır. Yunus Emre, “yaratılanı severim yaratandan ötürü” sözüyle bu durumu veciz bir şekilde ifade etmektedir. İşte bu nedenle, her insan, kendi onuruyla ve kendisine bahşedilen özgürlükler çerçevesinde, en iyi şekilde yaşama hakkında sahiptir. İnsan olmak, insan haklarının ve sorumluluklarının temelidir. Bu durum İslam hukukunda, “el-‘İsmetü bi’l-Ademiyye” ilkesiyle ifadesini bulmaktadır. Yani her insan, yaratılışları ve yaratılışlarından gelen cinsiyet, din, dil, renk ve ırk gibi hususlarda farklılıklar da olsa, insan olması itibariyle dokunulmazdır (Recep Şentürk, “Önsöz”, Medeniyet ve Değerler, ed.: Recep Şentürk, İstanbul: İTO, 2013, s. 26.) ve dokunulamaz haklara sahiptir.
Modern zamanların bir kavramı olarak ön plana çıkan ve yanlış bir şekilde Batı merkezli bir anlayışa dayandırılan temel insan hakları, en geniş ve gerçekçi bir şekilde anlamını İslam’da bulmaktadır. Nitekim modern Batı hukuk sistemleri içerisinde insan hakları, hakların sayısının artması ve haklardan yararlanacak kesimlerin genişlemesi gibi alanlarda bir tekâmül geçirerek ilerlemiştir. Ancak İslam’da insan hakları anlayışı evrenseldir ve böyle bir evrimden geçmemiştir. İnsana insan olduğu için hak tanıyan ilk hukuk sistemini Kur’an ve sünnetten hareketle Müslümanlar ortaya koymuşlardır. (Şentürk, İnsan Hakları ve İslam, İstanbul: Etkileşim Yay., 2006, ss.120,123.)
Hz. Peygamber’in Medine’de farklı inanç mensupları ve etnik gruplarla yaptığı Medine Sözleşmesi başta olmak üzere, hayatı boyunca etrafındaki insanlara karşı davranışları, farklı inanç gruplarıyla ve toplumsal sınıflara mensup insanlarla ilişkileri ve bu konudaki tavsiyeleri, insan hakları açısından büyük öneme sahip olan belge ve uygulama örnekleri olmakla birlikte, onun risaleti boyunca ortaya koyduğu uygulamaların hasılı ve teorik çerçevesi mahiyetinde olan Veda Hutbesi, insan hakları açısından en önemli belgedir. (bkz. Şentürk, “İnsan Hakları” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, c. 22, s. 328.)
Veda Hutbesi, -müstakil bir insan hakları beyannamesi olarak nitelendirilmese de- bütün insanlara yönelik olarak temel insan haklarını içeren evrensel mesajların verildiği bir vesikadır. Bu anlamda, temel insan hakları düşüncesinin oluşmasında ve benimsenmesinde önemli bir adım olmuştur.
Veda Hutbesi’nde temel insan hakları
Temel hak ve hürriyetler; insan için vazgeçilemez olan, insanın insan olması hasebiyle sahip olduğu ve istifade edebileceği haklardır. Bu haklar, kişinin maddi ve manevi varlığı ile birinci derecede ilgilidir. Ayrıca bu grupta yer alan haklar, diğer hak ve hürriyetlerin kullanımı için de zorunlu olan haklardır. (Servet Armağan, İslam hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara: D.İ.B. Yay., 2006, s. 97.)
1. Yaşama hakkı
Her bireyin yaşama hakkı vardır. Doğuştan sahip olunan haklardan biri olan hayatın dokunulmazlığı ve yaşama hakkı tüm insanlar için zorunlu bir haktır. Zira yaşama hakkı elinden alınan bir kişinin başka haklara sahip olması söz konusu değildir. İslam da, insanlar arasında din ayrımı yapmaksızın bu konuda kurallar oluşturmuştur. Veda Hutbesi’nde bu durum “Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, tahk. Komisyon, Müessesetü’r-Risâle, 2001, XXXIV, 299; Muhammed Fuad Abdulbaki, Müttefekun Aleyh Hadisler, (çev. Abdullah Feyzi Kocaer), Hüner Yayınları, Konya, s. 450.) şeklinde ifadesini bulmuştur. Bu cümlelerden hayatın dokunulmazlığı prensibinin olduğu sonucuna varılır. Kur’an-ı Kerim’de “Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram (yasak) kıldığı cana kıymayın…” (İsra, 17/33.) buyrulmaktadır. Yani birtakım hukuki sebepler dışında insanların canları dokunulmazdır. Zaten bu hukuki yetki de tamamen devlete verilmiştir. Kişilerin böyle bir ceza vermesi mümkün değildir.
Bireyin doğuştan sahip olduğu haklardan biri belki de en önemlisi yaşam hakkıdır. Irkı, rengi, dili, cinsiyeti ne olursa olsun tüm insanların hayat hakkının olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3. Maddesinde de vurgulanmaktadır. Tüm insanların hayatı kendi hayatımız gibi kutsal ve dokunulmazdır.
2. Mülkiyet hakkı
Mülkiyet, insanın bir mala, bir nesneye ve bir eşyaya sahip olmasını ifade eder. Mülkiyet hakkı ise insanın sahip olduğu şeyleri kullanma yetkisi ve sorumluluğudur. (İsmail Doğan, Modern Toplumda Vatandaşlık Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara: PegemA, 2007, s.70.) İslam özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını, helal kazanç, hibe, miras gibi meşru yollardan elde edilmiş olmak şartıyla caiz görmüş ve mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Mal edinme ve muhafaza da en önemli haklardan biridir. Hz. Peygamber de Veda Hutbesi’nde “…mallarınız... öylece mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” buyurarak insanın mülkiyet hakkına sahip olduğunu, meşru ölçüler içerisinde dilediği gibi mal edinme ve bu malı tasarruf etme hakkına sahip olduğunu ve haksız yere elinden alınamayacağını vurgulamaktadır. Mülkiyet, İslam dininin caiz gördüğü çalışma, miras ve ticaret gibi meşru bir yoldan edinilmiş olmalıdır. Bu nedenle, hırsızlık, kumar, rüşvet, ihtikâr ve tefecilik gibi İslam’ın meşru saymadığı yollardan mülk edinmek caiz değildir. (Armağan, İslam hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, s.178.) İslam’da hırsızlığın yasaklanması ve buna verilen cezalar da aslında malın korunmasına yönelik tedbirlerdir. Nitekim Kur’an’da; “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla (haram yollarla) değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin.” (Nisa, 4/29.) diye buyrularak mülkiyet hakkı garanti altına alınmış ve kişinin mülkiyet hakkına tecavüz yasaklanmıştır.
3. İffet/namus dokunulmazlığı
Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde vurguladığı “…namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” ifadesi ile ırz ve namusun dokunulmaz olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
İnsanların sahip olduğu dokunulmazlıklardan biri de ırz ve namus kavramlarıdır. Irz, başkaları tarafından saygı gösterilmesi gereken iffet ve şeref; namus ise edep, hayâ ve iffet şeklinde tanımlanmaktadır. (Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: İz Yayıncılık, 1996, ss. 510, 831.) Kişinin özel hayatı ile ilgili tecessüs, gizli hallerinin araştırılması, aile içi ilişkileri ve aile hayatına ilişkin sırların ifşa edilmesi gibi hususlar haram kılınmış ve yasaklanmıştır. Hz. Peygamber konuyla alakalı bir hadis-i şerifinde; “Kim malını, canını, dinini, ırz ve namusunu korumak için mücadele ederken öldürülürse o şehittir.” (Buhari, Mezalim, 33.) buyurarak, bunları koruma noktasında aile bireylerine meşru müdafaa hakkı tanımıştır. Bu açıklama, can, mal, ırz ve namus gibi hususiyetlerin insan için ne kadar önemli ve dokunulmaz olduklarının bir göstergesidir.
4. Eşitlik hakkı
Eşitlik, insan onuruna yaraşan ve bireylere mutlaka sağlanması gereken bir nimettir ve en önemli haktır. Bu hakka insanlar ancak asırlar süren kan ve gözyaşlarıyla dolu mücadelelerden sonra kavuşabilmiştir. İlk Çağ tamamen, Orta Çağ ise, büyük kısmı itibarıyla eşitliğin değil, eşitsizliğin hâkim olduğu devirlerdir. Hatta XX. asrın başlarında Amerika gibi uygar devletlerde bile ırk ayrımı, yani siyah-beyaz ayrımı yapılmıştır ve pek çok ülkede hâlâ devam etmektedir. (Armağan, İslam hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, s. 33.)
Genel manada eşitlik, insanlar arasında ırk, dil, renk, cinsiyet, düşünce ve din sebebiyle ayırım yapmamaktır.
İslam’da tüm insanlar, insan olmaları hasebiyle eşittir. Hiç kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük konusunda tek ölçüt takvadır. Bu durum Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13.)
“Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah katından en değerli olanınız, O’na en çok saygı gösterip, emirlerine uyanınızdır. Arap’ın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. (Eğer varsa) bu, ancak takva iledir...” Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde ifade ettiği bu veciz sözler, bütün insanların yaratılış itibarıyla ve insan olmaları hasebiyle birbirlerine eşit olduklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine Hz. Peygamber’in, bir başka hadisinde; “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler.” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, Hadis no: 2847.) buyurması, bu yargıyı perçinlemektedir.
İnsanlar aynı zamanda kanun önünde de eşittirler. Bundan maksat, insanların hukuki münasebetlerde, yani haklardan istifade ve yükümlülükleri ifada eşit olduklarını kabul etmektir. Yani renk, dil, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç sebebiyle insanlar arasında ayırım yapılamaz. Nitekim Kureyş’ten asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bu durum ailesine ağır gelmiş ve cezasını affettirmek için bir yol arıyorlardı. Sonunda Rasulüllah’ın dostu Üsame’yi elçi olarak gönderdiler. O, durumu arz ettikten sonra, Hz. Peygamber bundan hoşlanmamış ve “Sizden önceki milletlerin helak olmalarının sebebi şudur ki; içlerinden şerefli birisi hırsızlık edince onu bırakır, cezalandırmazlar; zayıf birisi hırsızlık edince ona el kesme cezası uygularlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık etse, şüphesiz onun da elini keserdim.” (Müslim, Hudud, 8.) buyurmak suretiyle herkesin kanun önünde de eşit olduğunu ifade etmiştir.
Allah (c.c.) insanı şerefli ve üstün bir varlık olarak yaratmış ve ona insanca yaşayabilmesi için her türlü hak ve sorumluluğu kendisine tanımıştır. Veda Hutbesi, hem insanın kendisinin sahip olduğu temel hak ve hürriyetleri, hem de başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması ve hak tecavüzü yapılmaması için insanlara yol gösteren muhteşem bir manifestodur. Veda Hutbesi’nde, bu yazının kısıtlı çerçevesi içerisinde ancak birkaçını sunabildiğimiz temel insan hak ve hürriyetlerinin dışında çok daha fazlasını bulmak mümkündür.