Makale

ASHAB-I SUFFA’DAN ENDERUN’A SİSTEM KURANLARI YETİŞTİRME STRATEJİSİ

ASHAB-I SUFFA’DAN ENDERUN’A
SİSTEM KURANLARI YETİŞTİRME STRATEJİSİ

Hasan Eren ULU

Günümüzde her ne kadar dünyanın “kaptan köşkü”nde oturan Batı dünyası ile ilişkileri yürütmek için miladi takvim kullanıyorsa da; İslam âlemi için mukaddes olan gün ve geceleri, bayramları belirlemede ay hesabına dayalı hicri takvim kullanılması zorunluluktur.
Miladi takvim ile hicri takvim arasında bulunan 11 gün fark, hicri takvimin her sene miladi takvime göre farklı günlere denk gelmesine yol açıyor.
Bu yüzden ramazan ayı, bayramlar, kandil geceleri; 365 günü, dört mevsimi dolaşıyor…
Bunlardan birisi de Peygamber Efendimiz’in doğum tarihinin miladi takvime göre her sene farklı tarihlere denk gelmesiyle karşımıza çıkıyor.
Hz. Peygamber hicri takvime göre Rebiu’l-evvel ayının 12. gecesi dünyayı teşrif etmiştir. Bu tarih; miladi takvime göre 20 Nisan 571’e denk düşmektedir…
İslam âlemi işte bu yüzden Peygamber Efendimiz’in doğum gününü hem hicri takvime göre hem de miladi takvime göre kutlamaktadır.
20 Nisan tarihinin “Kutlu Doğum” olarak belirlenmesi de buna dayanmaktadır.
Hazret-i Peygamber’in doğum gününe dair bugüne kadar epeyce yazıldı, çizildi…
Ben burada Peygamber Efendimiz’in inşa ettiği sistemin özellikle Osmanlı Devleti tarafından uygulanıp dünyanın dört bir yanına İslâm’ın sesini nasıl ulaştırdığına yönelik bilgi vermeye çalışacağım.
Hepimizin bildiği üzere; Peygamber Efendimiz Mekke’de dünyaya gelmiş ve kendisine verilen peygamberlik vazifesini Mekke’de yerine getirmeye çalışmıştır.
Tebliğdir bu görev…
Mekkeliler Hz. Peygamber’in mesajına ne yazık ki kulaklarını tıkayınca, o da Medine’ye hicret etmiştir.
İşte burada Müslümanlar sistemli bir çalışma içine girmişlerdir.
Peygamber Efendimiz, Medine’de, Mescid-i Nebevi’yi inşa ederken burada yoksul sahabelerin kalması için “Ashab-ı Suffa”yı da yaptırmıştır. Başlangıçta fakir sahabelerin kaldığı bu ocak, zamanla bir eğitim öğretim yuvasına dönüşmüştür. Öyle ki Ebu Hureyre gibi Hz. Peygamber’den çok sayıda hadis-i şerif rivayet eden sahabeler “Ashab-ı Suffa”da yetişenler olmuştur. (Mustafa Baktir, “Suffe”, DİA, cilt 37, s. 469-470, İstanbul 2009.)

Burada yaşayanlar günün büyük bölümünü Peygamber Efendimiz ile birlikte geçirdikleri için İslamiyet’i en ince noktasına kadar öğrenmişlerdir. Hz. Peygamber’in Medine’de geçirdiği sekiz sene içinde bu ocakta yetişen birçok sahabe, daha sonra dünyanın dört bir yanına yayılarak İslamiyet’i anlatmış, tebliğ vazifesini yerine getirmiştir.
Osmanlı Devleti’nin de dünyanın dört bir yanına yayılmasının özünü işte bu teşkil eder. Osman Gazi’nin kurduğu küçücük beylik, I. Murad döneminde çıkarılan “pençik kanunu” vasıtasıyla, içinde savaş esirlerinin de olduğu büyük bir orduya sahip olmuş; ardından da II. Murad döneminde çıkarılan “devşirme kanunu” sayesinde devleti yönetecek yetenekli çocukları, devletin merkezinde yetiştirme imkânına kavuşmuştur. (Abdülkadir Özcan, “Devşirme”, DİA, cilt 9, s. 254-257, İstanbul 1994.)
Bu iki adım, devletin merkezîleşmesi ve devlet kurumlarının yerleştirilmesi için çok önemliydi.
Topkapı Sarayı denilince akla ilk gelen yer harem oluyor. Aslında kapalı kapılar ardında olduğu için merak uyandırması da garipsenmemeli… Fakat aynı gizliliğin olduğu bir diğer bölüm ise “enderun”dur ve bizim enderuna dair ne yazık ki yeterli bilgi birikimimiz de yok…
Enderun; bir bakıma Hz. Peygamber’in mesajının dünyanın dört bir yanına ulaştırılmasını sağlayan “ashab-ı suffa”nın işlevini görmüştür.
II. Murad’ın enderunu kurduğunu yukarıda söylemiştik; bu ocağın esas teşkilatlanması da Fatih Sultan Mehmet döneminde olmuştur.
Fatih; Doğu ile Batı kültürüne vâkıf, öğrenmeye doymayan bir padişah portresi çizmiştir. Onun zamanında Osmanlı Devleti tam anlamıyla devletleşmiştir. ‘İstanbul’u fetheden güzel kumandan hazırladığı “Kanunname” ile Osmanlı Devleti’ne tam anlamıyla şekil vermiştir.
Ufku açık padişah devletin uzun ömürlü olması için de enderuna gereken önemi vermiştir. Enderunun esas fonksiyonu; devlete sadık, padişaha sımsıkı bağlı, devrin politik atmosferine vâkıf, yönetme becerisi ile dolu gençleri yetiştirmektir.
Peki, bu gençlerin yolu enderun ile nasıl kesişiyordu?
Padişahın çıkardığı ferman ile yola çıkan ve adına “Turnacıbaşı” denilen Osmanlı askerî teşkilatında görevli rütbeli bir yeniçeri, önceden belirlenen yerlere giderek Hristiyan ailelerin çocuklarını inceler ve onlardan “gözünde ışık parlayanları” seçip İstanbul’a doğru gönderir.
Elbette bu seçim süreci, son derece sıkı kurallara bağlıdır. Misal vermek gerekirse; ailenin tek çocuğu varsa, ne kadar zeki olursa olsun alınamaz; bir beldede ancak 40 haneden birinden çocuk seçilir. (Abdülkadir Özcan, “Devşirme”, DİA, cilt 9, s. 254-257, İstanbul 1994.)
Turnayı gözünden vurmak diye bir deyim vardır ya; “Turnacıbaşı” da çocukların gözlerine, mimiklerine, boylarına, konuşmalarına, hareketlerine bakarak onların kalitesini kolayca anlayacak donanıma sahiptir. (Abdülkadir Özcan, “Turnacıbaşı”, DİA, cilt 41, s. 428, İstanbul 2012.)
Eskilerin ‘ilm-i kıyafet’ dedikleri, günümüzdekilerin fizyonomi ile açıkladıkları bir şey bu… Nitekim XVIII. yüzyılda yaşayan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname başlıklı eserinde bu konudan bahsedilen bir bölüm de bulunmaktadır.
Turnacıbaşı’nın seçtiği çocuklar ve gençler, gruplar hâlinde İstanbul’a kadar getirilir. Bunlar özellikle “yeniçeri ağası”nın gözetimi altında tekrar incelenir ve içlerinden en keskin zekâlıları Topkapı Sarayı’na, yetişmesi gerekenler ise enderunun hazırlık sınıfı sayılabilecek diğer saraylara gönderilirler.
Topkapı Sarayı’na, Ayasofya’ya bakan meydandan girdikten sonra ulaşılan üçüncü kapı “Babü’s-Saade”dir ve bu kapının ardındaki avlu enderun olarak isimlendirilir.
Günümüzde enderunda en üst rütbelilerinin kaldığı odayı, Kutsal Emanetler Dairesi olarak biliyoruz. Osmanlı döneminde enderundaki bu dairenin adı “has oda” idi; has olması ise diğer odaları başarıyla geçip de padişaha en yakın olanların bu odada kalmasından ileri geliyordu.
Enderun eğitim sisteminde yedi oda bulunmaktadır. Bunlar; “küçük oda, büyük oda, doğancı koğuşu, seferli koğuşu, kiler odası, hazine odası, has oda”dır. Odaların sıralaması da yazıldığı şekildedir. (İsmail Hakkı Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul Fethi Derneği Yayınları, İstanbul 1953.)
Enderuna gelenler ilk önce küçük oda ile büyük odada temel öğrenimlerini görüp ardından sırasıyla diğer odalara terfi ederlerdi.
Bu odalarda; Kur’an-ı Kerim, hadis, tefsir, fıkıh, Arapça, Farsça, tarih, coğrafya, matematik gibi derslerin yanı sıra öğrencilerin ahlaki gelişimlerini tamamlayacak Kelile ve Dimne, Bostan ve Gülistan gibi eserler de okutulurdu.
Enderun ocağında yetişenlerin zihinsel gelişimlerinin yanı sıra güçlü bünyeye sahip olmaları amaçlandığından dolayı; spor yapmalarına, güçlenmelerine de dikkat edilmiştir. Bu yüzden enderunda yetişenler ata binmeyi, ok atmayı, ağırlık kaldırmayı, kılıç kullanmayı çok iyi şekilde öğrenirlerdi. (Hâfız Hızır İlyas, Târih-i Enderun Letâif-i Enderun 1812-1830, Güneş Yayınları, İstanbul 1987.)
Her bir odada farklı alanlarda uzmanlaşan gençler; her biri devletin yönetim merkezinde devlet adabını, devlet adamı olmanın inceliklerini öğrenirlerdi. Her şeyden önce; padişah, gündelik hayatını enderunda geçirdiği için burada kalanlar padişahın gündelik hayatını takip etme imkânına sahip oluyorlardı.
Has odaya kadar yükselenler, buradan önemli devlet görevlerine tayin edilerek saraydan çıkarılıyordu. Enderun öğrencilerinin evlenmeleri yasak olduğu için bu yüksek görevlere tayin edilenlerin çoğunun, haremdeki hanımefendiler ile evlendirilmeleri söz konusu oluyordu. Hatta “has oda”da padişahın yakınında olanların, sultanın kızları ya da kız kardeşleri ile evlendirilmeleri bile söz konusu oluyordu ki Kanuni Sultan Süleyman’ın en yakınındaki isim olan Pargalı İbrahim Paşa’nın padişahın kız kardeşi Hatice Sultan ile evlendirilmesi ya da Lâle Devri’nin padişahı III. Ahmet’in sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa’nın padişahın kızı Fatma Sultan ile evlendirilmesi bu örneklerdendir.
Elbette enderundan yetişen herkes vezir ya da sadrazam olamıyordu; fakat enderundan çıkanların büyük bir bölümü vali, beylerbeyi, kaptan-ı derya, yeniçeri ağası gibi önemli görevlere getiriliyordu.
Bu yüksek görevlere nazaran daha alt seviyedeki görevlere tayin edilenlerin bir bölümü de, haremdeki hanımefendiler ile evlendiriliyordu. (Murat Kocaaslan, IV. Mehmed Saltanatında Topkapı Sarayı Haremi İktidar, Sınırlar ve Mimari, Kitap Yayınevi, İstanbul 2014.) Harem; Osmanlı Devleti’nde dişi karakteri, enderun ise erkek karakteri temsil ediyordu. Her ikisinde yetiştirilenler evlendirilerek, görev yerlerine İstanbul’un rengini, aydınlığını götürüyorlardı. Böylece Osmanlı Devleti’nin üç kıtaya yayıldığı süreçte, dört bir yana “İstanbul merkezli Osmanlı kültür ve medeniyeti” ihraç edilmişti.
Elbette sistemin XVII. yüzyıldan başlayarak bozulması, XVIII. ve XIX. yüzyılda gerileyip yozlaşması, Osmanlı medeniyetinin yayılmasını oldukça yavaşlatmıştır. Fakat unutulmaması gereken bir nokta var ki; devletin en zor günlerinde dahi “İstanbul görgüsü, nezaketi; İstanbul merkezli Osmanlı kültür ve medeniyeti” üç kıtada dillendirilmiştir.