Makale

İLAHÎ RİSALET ELÇİLERİNİN MİSYONU: İNSANLIĞI ÇATIŞTIRMAK DEĞİL BARIŞTIRMAKTIR

İLAHÎ RİSALET ELÇİLERİNİN MİSYONU: İNSANLIĞI ÇATIŞTIRMAK DEĞİL BARIŞTIRMAKTIR

Prof. Dr. Muammer ERBAŞ | Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin.
Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208.)

İslam, barış anlamına gelen “silm” kökünden türemiştir. Bu noktada Müslüman, başta Rabbiyle olmak üzere, kendi şahsıyla, ailesiyle, milletiyle, ümmetiyle, tüm insanlıkla ve içinde yaşadığı bütün evrenle barış ve mutluluk içinde olan; bunu hedefleyen ve misyon edinen kimsedir: “Ey inananlar! Allah’tan, sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler ancak Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmran, 3/102.)
Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre Allah Teala tarafından seçilerek insanlığa gönderilen bütün risalet elçileri Müslüman’dır: “İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmran, 3/67.)
Buna göre bütün ilahî risalet elçilerinin gönderiliş gayesi, öncelikle insanlar arasında İslam’ın; yani barış ve mutluluğun hâkim olmasını engelleyen unsurları ortadan kaldırmak, ardından da onların yerine İslam’ın teminatı olan temel inanç, ibadet ve ahlak esaslarını bildirmek suretiyle insanlığın vahdetini; yani birlik, beraberlik ve kardeşliğini sağlamaktır: “Müjdeleyici ve sakındırıcı olmak üzere peygamberler gönderdik ki insanların onlarden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/165.)
Bu bağlamda insanlığın atası Hz. Âdem (a.s.), öncelikle bizlere ilk olarak insanın hata ve günaha açık bir varlık olduğunu, dolayısıyla İslam’ın; yani barış ve mutluluğun önündeki en büyük engelin insanların elinde meydana gelen hata ve günahlar olduğunu öğretmiştir: “Âdem, Rabbinden emirler aldı; onları yerine getirdi. Rabbi de bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz o tövbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır.” (Bakara, 2/37.)
Yeryüzünde barış, ilk önce haset nedeniyle bozulmuştur. Zira Hz. Âdem’in büyük oğlu Kabil, kardeşi Habil’i sırf onu kıskandığı için suçsuz yere öldürmüştür.
Yeryüzünde barışı bozan önemli bir husus, insanların sahip oldukları güç ve servete güvenerek taşkınlık yapmalarıdır. Nitekim Hz. Hud (a.s.), yeryüzünde inşa ettikleri yüksek binalarla haksız yere büyüklük taslayarak; “Bizden daha kuvvetli kim var?” diye insanlığa meydan okuyan Ad kavmine gönderilmiş, onları Allah’a kulluktan ve adaletten ayrılmamaya davet etmiştir: “O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz? Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?” (Şuara, 26/129-130.)
Barışın önündeki bir diğer engel, insanlığı kendi icat edip uydurdukları putlara ve yıldızlara taptırmak suretiyle Hak yoldan çıkararak madden ve manen sömürmektir. İşte Hz. İbrahim (a.s.), böyle bir millete gönderilmiş, onları boş yere anlamsız şeylere değil, bilakis yegâne Yaratıcı olan Allah’a kulluğa davet etmiştir: “İbrahim gelince, ona: «Ey İbrahim, bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?» dediler. İbrahim: «Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun» dedi.” (Enbiya, 21/62-63.)
Yeryüzünü fesada boğan bir diğer husus, insanlar arasında şehevi yönden görülen sapkınlıklardır. Nitekim Hz. Lut (a.s.), cinsel sapkınlığa düşen kendi kavmine elçi olarak gönderilmiş, onları iffet, namus ve hayâ gibi insanı insan yapan temel ahlaki değerlere dönmeye davet etmiştir: “Lut’u da gönderdik, milletine «Dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz» dedi.” (A’raf, 7/80-81.)
Yeryüzündeki barışın bir diğer düşmanı, ticarete hile karıştırmak suretiyle kul hakkı yemektir. Hz. Şuayp (a.s.), yaptıkları alışverişe her türlü hileyi karıştırarak kul hakkına giren bir kavme gönderilerek onlara alın terine dayalı emeğin değer ve önemini hatırlatmaya çalışmıştır: “Ey milletim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tamamına yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız, Allah’ın geri bıraktığı helal kar sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim.” (Hud, 11/85-86.)
Yeryüzündeki barışın en büyük düşmanı, insanlık suçu olan ırkçılıktır. Nitekim Hz. Musa (a.s.) kardeşi Hz. Harun (a.s.) ile birlikte, ırkçı bir yaklaşımla İsrailoğullarını ezip sömüren ve onlara soykırım uygulayan zalim Firavun ve avanesine karşı gönderilmiş, milletini onun zulmünden kurtararak özgürlüğüne kavuşturmuştur: “Size işkence eden, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık; bu Rabbinizin büyük bir imtihanı idi. Denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun ailesini batırmıştık.” (Bakara, 2/49-50.)
İnsanlar arasındaki barışın baş düşmanı ise, cehalettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), her türlü kötülüğün kol gezdiği Arap Cahiliyesine gönderilmiştir. O, Mekke ve Medine’de başlattığı ilahî mücadeleyle bölgesini her türlü şirk unsurundan temizleyerek İslam barışını tesis etmiş ve bunu Arap’ı, Acem’i, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’iyle dalga dalga dünyanın dört bir yanına yaymıştır: “Ey Peygamber! Biz seni (insanlığa) bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak; Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab, 33/45-46.)
Bütün bu hususları göz önünde bulundurduğumuzda, Allah Teala tarafından pek çok peygamber aracılığıyla insanlığa gönderilen ilahî risalet misyonu hakkında şu önemli tespiti yapmamız gerekir: Şayet bir söz, eylem veya tutum kısa, orta ve uzun vadede insanlar arasındaki mevcut sorunları ortadan kaldırarak onları barıştırıyorsa İslam’a o ölçüde uygun, tam tersine insanlar arasındaki barış ve huzuru tehdit edip ortadan kaldırıyorsa İslam’a o ölçüde aykırıdır.
Bu noktada en büyük yanlış, ilahî risalet elçilerinin adını kullanarak insanlar arasındaki barış ve huzuru bozup ortadan kaldıran dinî çekişmeler ve kavgalar çıkarmaktır. Çünkü bütün peygamberlerin temsilcisi oldukları ilahî risaletin ortak adı, barış ve kardeşliği ifade eden İslam’dır. Ve İslam’a göre Allah katında en büyük günah, O’nun yarattığı bir cana haksız yere kastetmektir: “Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Maide, 5/32.)
Şuurlu bir Müslüman, İslam adına hiç kimseye bağırıp çağırma, aldatıp kandırma veya hakaret edip saldırma hakkı olmadığını bilmelidir. Çünkü ne iman ettiğimiz peygamberler, ne de ümmeti olduğumuz Hz. Muhammed (s.a.s.), hayatları boyunca böyle bir tutum içinde olmuştur. Aksi takdirde üzerimizde taşıdığımızı iddia ettiğimiz Müslüman kimliğimizle çelişmiş oluruz.
İnancımız odur ki Allah Teala, tarih boyunca din adına değişik ümmetler arasında haksız yere savaş çıkaran ve yüzlerce masum insanın kanına giren kimseleri asla affetmeyecektir. Ve yine Rabbimiz, İslam adına Muhammed ümmeti arasında fitne veya çatışma çıkararak Müslüman kanı ve gözyaşı akmasına sebep olan günahkâr zalimleri ebedi Cehennem yurdunda ağırlayacaktır: “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanetlemiş ve büyük azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93.)