Makale

DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. YAVUZ ÜNAL: "Emin insanlardan oluşan bir toplum insanlık için en güvenilir toplumdur."

SÖYLEŞİ

DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. YAVUZ ÜNAL:
"Emin insanlardan oluşan bir toplum insanlık için en güvenilir toplumdur."

Dr. Faruk Görgülü

Hocam, Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle belli bir tema tespit edip bu tema etrafında toplumda bir farkındalık oluşturmaya gayret ediyor. Bu çerçevede Başkanlığımız bu yıl Kutlu Doğum Haftası’nın ana temasını “Hz. Peygamber ve Güven Toplumu” olarak belirledi. Bu temanın seçilmesinin sebebini ve bu temayla topluma verilmek istenen mesajın ne olduğunu bizlerle paylaşır mısınız?
Yaşadığımız dünyada en ciddi sorunlardan biri aslında güven sorunudur. Bireysel anlamda sorumluluk bilinciyle oluşturulan karakterler bir başkası için asla tehdit oluşturmaz. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslümanı tanımlarken, “El-müslimü men selime’l-muslimûne min lisânihî ve yedihî (Buhari, İman, 4, no: 10.); el-Müslimü men selime’n-nâsu min lisânihî ve yedihî” (Nesai, İman ve Şeraiuhû, 8, no: 4998.) ifadelerini kullanır. Yani öyle bir tanım ki; “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.” Başka bir rivayette aynı ifadeyi “komşusu” için kullanıyor. Yani “Komşusu kötülüklerinden emin olmayan bizden değildir.” veya “iman etmemiştir” gibi vurgu yapıyor. Burada oluşturulan Müslüman şahsiyeti bütün olarak düşünüldüğünde önce kendine güvenen, kendi iç çatışmalarını bitiren, arkasından yaşadığı dünyadaki bütün varlıklar için teminata dönüşen bir kişi hâline geliyor. Hatta Mü’minûn suresinde, dünya ve ahiret saadetine ermiş müminlerin özelliklerinden bahsedilirken, “Onlar ahitlerine ve emanetlerine riayet ederler.” (Mu’minûn, 23/8.) vurgusu yapılır. Yani onlar verdikleri sözü yerine getirmişlerdir. ‘Söz vermek’ deyince aslında halkımızın aklına “elest bezmi” gelir. Allah Teala’nın “Ben Rabbiniz değil miyim?” (Arâf, 7/172.) sorusuna, ruhlar âleminde verilen bir cevaptan bahsediyoruz. İnsanoğlu dünyaya geldiğinde bu vurgunun, bu sözün tekrarlandığını görüyoruz. Aslında iman etmek demek, o ahdin yenilenmesi demektir. İnsan, bu dünyada yaptığı ya da yapması gerekirken yapmadığı her şeyden bir şekilde sorumlu olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de kıyamet sahnesi anlatılırken insanın önüne yaptıklarının konulacağı anlatılır. Bu sahnede hiçbir güvenceniz yoktur. İnsanın güvendiği, teminat olarak gördüğü evi, malı mülkü, çoluğu çocuğu, fayda vermeyecek ve önünde sadece dünyada yapıp ettiklerine dair yazılan bir kitapla/amel defteriyle baş başa kalacaktır. Buradaki temel şey ise sizin haksızlık yapıp yapmadığınız, zulmedip etmediğiniz, iftira atıp atmadığınız, yalan söyleyip söylemediğiniz. Yine Rabbimize karşı ibadet sorumluluklarımız var. Bunun yanında bir de kullarla olan ilişkilerimiz var. İbadetlerdeki eksik ve kusurlarımızla ilgili olan hususlar Rabbimizin merhametine bir şekilde daha açık iken, kul hakkı hesaplaşması helalleşmeye bağlanıyor. Yani biri size zarar verirse bu dünyada belki hukuktan kaçabilir. Ama bilinçli bir Müslüman bundan sorgulanacağını bilir. Ahirette mutlaka hesabının olacağını, orada hiçbir şeyin geçer akçe olmadığını bildiği için eliyle, diliyle yani bütün azalarıyla güvenli olan biri hâline gelir.
Bu senenin Kutlu Doğum Haftası’nın teması; “Hz. Peygamber ve Güven Toplumu.” olarak belirlendi. Çünkü modern zamanlarda birey ve toplumların güven duygusunun ağır yara aldığı bir gerçektir. Güven duygusunun yaralanması, güven toplumunu inşa eden samimiyet, sadakat, emanet bilinci, ahde vefa, sevgi, saygı, merhamet ve yardımlaşma gibi değerlerin de zedelenmesini beraberinde getirmiştir. Ne yazık ki yaşadığımız dünyada adı konulsun veya konulmasın en ciddi sorun güven sorunudur. Bunu söyle düşünmemek gerekiyor; hâkim güçler ya da askerî anlamda ya da ekonomik anlamda güçlü olan ülkeler aslında güven içerisinde, fakat zulmedilen, toprağı, onuru, namusu, mülkü, zenginlikleri en azından sömürülen ve telef edilen -burada telef edilmesi, sömürülmesi kadar önemli bir şey- bu topluluklar güvensizdir. Zira bu güçlü ve hâkim toplumların güven içerisinde olduğunu söylemek hakikatle örtüşmez. Eğer kişi zulmediyorsa kıpırdayan her yaprağı veya hareket eden her canlıyı bir risk olarak algılayacaktır. Evet, bugün küresel ölçekte bütün dünya için geçerli olan bir güvenlik sorunu vardır. Bu nedenle bu seneki Kutlu Doğum Haftası’na ilişkin tema son derece önemlidir. Ümit ediyorum insanlığa yeni bir ufuk, yeni bir ümit kapısı açacaktır, bir ışık olacaktır.
Malumunuz iman ve güven arasında yakın bir ilişki var. İman, mümin, eman ve emniyet kavramları aynı kökten gelir. İman-güven ilişkisi hususunda neler söylersiniz?
Evet, güven konusu doğrudan imanla alakalıdır. Çünkü İslam, barış ve güveni, eman ve huzuru, kısacası güven toplumunu inşa için gelmiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.s.) de iman ile eman; mümin ile güvenilir olmak arasında sımsıkı bir bağ kurmuştur. Ayet-i kerimelere göre “mümin kimdir?” dediğinizde, mümin yaptığını ahirette hesabını vereceği bilinciyle yapan, eğer hata yaptıysa da yine ahirette bunun hesabını verme endişesiyle geriye dönüp hatasını düzeltip Rabbinden özür dileyen, tövbe eden kişidir. Mümin dediğiniz böyle bir profildir. Yani emindir, güvenilendir, eman sahibidir. Güveni zedeleyen her şey bir tehdittir. Ancak böyle eman sahibi bir insanın tehdit oluşturmasını asla bekleyemezsiniz. Bu eman, böyle bir bilinç böyle bir yapıyla toplumuna ve hatta kendisine yönelik tehditleri, şahsına yönelik saldırıları en güzel şekilde savuşturur. Mümin kendisi tehdit oluşturmadığı gibi özellikle hakka, hukuka yani zarurat-ı hamse diye isimlendirdiğimiz, özellikle insanlığının varlığını sağlayan unsurları tehdit eden hiçbir şeye müsaade etmeyecek, hiçbir şeye taraf olmayacaktır. Emin olan insanlardan oluşan bir toplum insanlık için en hayırlı toplumdur. Bu toplumdaki insanlardan bir tehdit ortaya çıkamaz asla. Ancak bu şekildeki bir sosyal bünyenin bireyleri, insanlara yönelik tehditlerin emr-i bi’l-maruf kapsamında ortadan kaldırılması noktasında tavır gösterir. İşte bu hayırlı topluluğun böyle bir vasfı vardır.
Muhterem hocam, güven duymak, huzur ve emniyet içerisinde yaşamak en temel ihtiyaçlarımızın başında geliyor. Peki, bugün bu duyguyu zedeleyen unsurlar nelerdir?
Bu soruyu şöyle cevaplamak gerekiyor; mesela benim güvensizliğim, bana sizin güvenmemenizdir. Bu benimle alakalıdır. Mesela söz veriyorum, sözümde durmuyorum. Sizden borç alıyorum, bunu ödemiyorum ya da yalan söylüyorum ya da biraz daha ileriye gitmek suretiyle iftira atıyorum, dedikodu yapıyorum. Yani ben sizin dedikodunuzu yapıyorum. Bu aslında küçük gibi gözüküyor, ama güveni çözen bir zincir halkası olarak düşünürseniz, organik bir yapı olarak düşünürseniz, bunlar güvenliği bozan unsurlar, güveni imha eden şeyler. Güven sorunu dışarıdan gelen tehdit nedeniyle çok zor ortaya çıkan bir şeydir. Yani mesela dışarıdan bir askeri müdahale oldu ya da saldırı ihtimali var. Dolayısıyla toplum güvenli değil. Bu aslında geçici olan ve karşılanabilir güven sorunudur, bir şekilde tolere edilebilir. Ancak biz birbirimize olan güveni yitirdiysek, toplumun asla güven içerisinde olması mümkün değil. Bu nedenle güvenilirliği sağlayan unsurlar ile tersinden baktığınızda güvenilirliği yok eden unsurları birlikte düşünmek gerekiyor. Müslüman olarak düşündüğümüzde güvenilirlik vasfı nasıl kazanabiliriz? Şimdi kazanmanın birinci derecede yolu önce sözünüze sahip olacaksınız, sözünüzün ardında duracaksınız. Çünkü ağızdan çıkan söz bir şekilde sizi temsil ediyor. Bu ne demek, ağzınızdan çıkan söze dikkat edeceksiniz. İkincisi söz verdiyseniz ahdinize dikkat edeceksiniz. Başka bir ifadeyle söz verdiyseniz, ne olursa olsun ne pahasına olursa olsun bu sözün arkasında durmanız gerekiyor. Bu çok basit bir şey de olabilir, çok ciddi bir şey de olabilir. Ya da çok bedelleri olan ekonomik karşılığı olan veya hukuki karşılığı olan şeyler de olabilir. Otobüs durağında bir saatte arkadaşınızla buluşmayı belirlemek gibi çok basit gördüğünüz bir şey de olabilir. Ama her ikisinin de sizin üzerinizde bir etki gücü var. Burada sözünde durmak, ahdine vefa göstermek, akdini dikkate almak önemli bir noktadır. Hikmetli konuşan, sözüne dikkat eden, söz verdiğinde sözünün mutlaka ardında duran, vefa gösteren bir insan tipolojisi. Ne yazık ki, insanların arasında en kalıcı güvensizlik ortamının oluşması, çok alışkın olduğu en basit nedenledir: o da dedikodudur. Yani siz arkadaşınızın yüzüne çok güzel konuşuyorsunuz ama arkasından onun dedikodusunu yapıyorsunuz. Bu bir defa arkadaşınıza zarar verebilir. Verebilir diyorum bakın verir demiyorum, ama asıl zararı size verir, ki ayet-i kerimede bu nedenle çok ağır bir metafor kullanılır; o da ‘ölü kardeşinin etini yemek’. Aslında bunun ne kadar vahim bir hata olduğunu görüyoruz.
Güveni zedeleyen diğer bir husus, iftiradır. Fakat iftira attığınızda artık siz bilinçli hatta bilinçlinin ötesinde, kasıtlı bir eylem gerçekleştiriyorsunuz. Artık bir ihanetten bahsediyoruz. Buna yalan söylemeyi ekleyebiliriz. Dedikodu yapmak, yalan söylemek, iftira atmak, dikkat ederseniz sözünü ettiğimiz unsurların tamamı söz ile alakalı olan şeylerdir. Bununla aslında toplumun değil, bireyin karakterimin şekillenmesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla bireyin güvenilirliğimi sağlayan, ya da onu güvenilmez kılan unsurlar tamamen kendisinden sadır oluyor. Şahsı dışında hiç kimse kişiyi güvenilmez ilan edemez. Mesela siz dışarıya çıktığınızda, Hazreti Peygamber’in sadaka olarak zikrettiği “insanlara tebessüm etme eylemini” gerçekleştiriyorsanız, bu durumda insanlar sizi bir tehdit olarak görmezler, sizden bir zararın geleceğini düşünmezler. Hatta siz öyle bir enerji, öyle bir sinerji oluşturursunuz ki hiç tanımadığınız insan bile size muhabbet duymaya başlar. Hatta morali bozuk bir insan, sizi gördüğünde kendisine bir moral yüklendiğini görecek, sıkıntısı olduğunda yanınıza gelecek veya derdi olduğunda size anlatacaktır. Bir çözüm gerektiriyorsa sizin görüşünüzü önemseyecektir. Ama bütün bunlar emin olmakla alakalı olan şeylerdir. Emin olduğunuzda bu toplumda yaşayan herkes bir şekilde eman bulacaktır. Yani siz eğer emin olursanız, sizinle beraber yaşayan, çocuğunuz, eşiniz, komşunuz, akrabanız, mahallenizdeki insanlar, aynı coğrafyayı paylaştığınız insanlar, -millet varlığından bahsediyorum- herkes eman bulacaktır.
Toplumda güven duygusunun tahribata uğradığını söyleyebiliriz. Özellikle 15 Temmuz ihaneti ve bu ihanetin 40 yıl boyunca takiyyelerle işlenmiş olması, toplumsal güven duygusunun daha fazla zedelenmesine yol açtı. Bunu merkeze alarak söyleyecek olursak toplumsal güvene çıkış yolunun temel parametreleri nelerdir?
Aslında 15 Temmuz sadece güven üzerinden konuşulacaksa üzerinde çok konuşulabilecek bir olgu, yani bir araçtır. Tarihin bir dönemidir, yani bundan yaklaşık olarak bir asır geriye gittiğinizde Çanakkale ile birbirine çok benziyor. Birçok açıdan benziyor. Gerçekten işgal edilen, artık bütün varlıkları istila edilmek istenen bir ülkenin kendisine güvenen evlatları tarafından, medeniyetin, milletin evlatları tarafından nasıl korunduğunu, işgalin nasıl püskürtüldüğünü görüyorsunuz. Aynı şey aslında Çanakkale’de çok net yaşanmış. Çanakkale’yi sadece rivayetler üzerinden biliyoruz. Ancak 15 Temmuz’da milletimiz kendisine olan güveni, özgüveni yani ‘ben varım’ dediğinde ‘bu haktır’ dediğinde neler yapabileceğini, yani özgüveninden kaynaklanan, Rabbine olan imanından kaynaklanan bir sonucu ortaya koydu. Bir istismar vardı ortada. Yani din ve değerler kullanılmak suretiyle oluşturulan bir sanal güven ortamı vardı. Ve bu güven üzerinden insanlara ulaşılması, ya da kurumlara ulaşılması kolaylaşmıştı.
Ancak ‘ortaya çıkan bu güven/güvensizlik sorununun çözümü nedir?’ dediğinizde, eğer gerçekten güvenilecek olan yere, Hâlık-ı Mutlak’a, gerçek güç sahibine değil de sanal güçlere veya sanal birtakım şeylere güvenirseniz, bunun sonunun hüsran olması kaçınılmaz. İnsanlara kul olmak sizi güvenlikli yapmaz. Yani haklı-haksız, zalim-mazlum ayırımı yapmaksızın herkesle dost olmak size bir şey sağlamıyor. Toplumda güveliği sağlamıyor. Tam aksine güvenilmez bir profil ortaya çıkartıyor. Burada asıl güven Hâlık-ı Mutlak’a, yani O’na tevekkül etmek, O’na güvenmek, O’na sığınmak ve yardımı O’ndan beklemekle olur. Bunun anlamı aslında her halükarda Hakk’ın yanında olmak demektir. Bu da bireysel olarak kendi gelişimini yani Müslümanların kimlik inşasında asli değerlerini öne çıkarmasıyla ve temel unsurları yani inancına ait vasıfları gerçekleştirme çabası içerisine girmesiyle mümkündür. Evet, iman etmek, kelime-i şehadet getirmek; bu bir başlangıçtır. Bu bir kimliğe sahip olmaktır. Zira bu kimliğin gerekleri yerine getirilmeye başlandığında, aslında bireyi mutlu eden asıl süreç başlayacaktır. Yani ben Rabbime güveniyorum ve O’nun hesabını hiç kimse bozamaz. O yardım etti ise bütün dünya bir araya gelse de kimse bir şey yapamaz bilinci.
15 Temmuz’u böyle görmek gerekiyor. Yani ortaya çıkan sanal güvenceler biraz sonra hakikat sahneye çıktığında kayboluyor; gerçek güç sahibinin, gerçek güvenilecek merciin ortaya çıkardığı, dayandığı, desteklediği güçlerin hâkim olduğunu görüyorsunuz. Yani siz ne isterseniz, ne yaparsanız yapın, mutlaka sonuçta O’nun istediği ortaya çıkıyor. Belki bunun en güzel örneği Bedir’dir. Çanakkale’yi örnek verdim. Merhum Âkif, Bedir’le Çanakkale şehitleri arasında bir ilişki kurar, benzerlik oluşturur. Yani 15 Temmuz’u bu anlamda düşünün. Düşünün tankın üzerine yürüyor. F-16’lar ateş püskürüyor, ateş açıldığı anda yere yatıyor. Burada normal insandan beklenen şey kalkıp kaçması veya sinmesidir. Çünkü tanka bir bedenin dayanması hiçbir şekilde mümkün değil. Ama ölüm sanki burada arzu edilen, cennet arzu edilen tek şey oluveriyor. Öylesine bir özgüven oluşuyor ki, hiçbir tehdit bunu engelleyemiyor. Bunu anlamak gerçekten çok zor bir durum. Sanki bir bilimkurgu filmi veya çizgi film gibi geliyor. Tank üzerine sürülüyor, tankın altında bacağını kaybetmiş ya da tankın altında can veriyor. Bunu sadece Rabbine olan güveni, itimadı sağlıyor. Bu cesareti buradan aldığı özgüvene, buradan aldığı bir teminata, emana ve imana bağlamak gerekiyor. Çünkü sonunda cenneti görüyor. Yani gideceği yeri görüyor. Veya sonunda, mesela ben öleceğim ama benim çocuklarım, benim değerlerim, benim milletim özgür olacak, diyor. Bu aslında oradaki psikolojiyi ortaya koyan, üzerinde ciddi anlamda tahliller yapılması gereken bir süreç. Henüz bizim bile zihinlerimizde tahlilini yapamadığımız, sadece inandığımız için kolay çözdüğümüz, yani kolay izah ettiğimiz bir durum. Çünkü geçmişte bunun çok örneği var. Kur’an-ı Kerim’de meleklerle desteklenen bir ordudan bahsediliyor. Görünmeyen varlıklar bunlar. Ama çok güçlü orduların ne olduğunu nereye gittiğini görüyoruz. Bu da Müslümana farklı bir kimlik, farklı bir duruş, farklı bir güven temin ediyor.
İlk dönem İslam tarihinde, özellikle Medine döneminde toplumda güven ve huzuru zedeleyen fitnelere karşı etkin mücadele görürüz. Güven toplumunun inşası noktasında Hz. Peygamber’in uygulamaları bize nasıl bir fikir ve yol haritası veriyor?
Bu önemli bir noktadır. Hz. Peygamber, güven dediğimiz şeyi sadece söylem olarak ortaya koymuyor. Yani onun nezdinde güven söz olarak ortaya çıkan bir şey değil. Zira Allah Rasulü, güvenilir olmayı, insanlara güven aşılamayı, güven içinde yaşamayı hem sözleriyle, hem de uygulamalarıyla bizlere göstermiştir. O, Mekke’de temellerini attığı güven toplumunu, Medine’de inşa etmiştir. Birbirleriyle savaşmaktan yılmayan, gözünü kırpmadan birbirinin canına kasteden ve güvenden yoksun bedevi bir kalabalığı, birbirlerinin saygınlığını kendi saygınlığı, birbirlerinin yaşama hakkını kendi yaşama hakkı gören örnek bir toplum hâline getirmiştir. Yesrip’i, medeniyet merkezi olan Medine’ye; bilgi, hikmet, adalet, güven ve kardeşlik yurduna dönüştürmüştür. Risaletinden çok önce “Muhammedü’l-Emin” olarak anılan Hz. Peygamber, hayatının her döneminde güvenilir bir insan modeli sergilemiştir. Öyle ki kendisiyle amansız bir mücadeleye girişenler dahi onun dürüstlük ve güvenilirliğini kabul etmiştir. O nedenle “Muhammedü’l-Emin” vasfını veya “Hılfu’l-Fudul”u burada özel olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Örneğin, Mekke’de Ebu Cehil, bir esnafın malına el koyuyor, daha doğrusu, satın aldığı malın bedelini ödemiyor. Dalga geçmek için adamı Hz. Peygamber’e gönderiyorlar. ‘Senin işini çözse çözse Muhammed (s.a.s.) çözer’ diyorlar. Çünkü sonuçta Hz. Muhammet (s.a.s.) orda güvenilen birisi, “Hilfu’l-Fudul” azası. Adam gidiyor durumunu anlatıyor. El konulan malından bahsediyor. Hz. Peygamber kalkıyor Ebu Cehil’in zaten komşusu, kapısına dikiliyor. Öyle bir ortamda bu kadar büyük bir gücün karşısına dikilmesi tek başına Ebu Cehil’i titreten bir şey. Hemen malın bedelini ödüyor. Hz. Peygamber’in arkasındaki ordudan korkmuyor aslında. Bunu teslim etmek lazım. Mekke’nin hâkim güçleri olmalarına rağmen, Efendimiz’in beni hapsederler, alıkoyalar diye bir endişesi de yok. Fakat bu onurlu duruşun kendisi, Ebu Cehil tarafından anlamlandırılamıyor. Tehdit olarak görülüyor. Bakıyorsunuz ayaklarının bağı çözülüyor. Güvenilir olmak sadece söz olarak çıkmıyor ondan. Güvenilir olursanız toplum size güvenir. Güvenirseniz davetiniz yayılır, dininiz yayılır. Davanız neşvünema bulur. Hz. Peygamber’in ısrarla vurgusu bireyin güvenilir bir kimlik inşasıyla alakalıdır. Karakteri inşa edilen birey, toplumda ister istemez bir doğal ortam oluşturuyor. Doğal ortam dediğimiz ortam da ‘güven toplumu’. Doğal bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Mesela ayet-i kerimedeki “inkümtüm mü’minîn” (Âl-i İmran, 3/139.), “şayet inanıyorsanız” vurgusu, yani hesabını vereceğinizi düşünüyorsanız veya hadis-i şerifteki, “Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız.” (Buhari, Nikâh, 81, no: 5185.) suretindeki vurgu mümine her hâlükârda kendisine dikkat etmesini, çekidüzen vermesini bir şekilde hatırlatan, hatta hatırlatmanın ötesinde ona bizzat çekidüzen veren bir buyruk. Allah’a inanıyorum, inandığım Allah beni görüyor. Benim yaptıklarımı biliyor. Gizli açık her şeyi biliyor. Üstüne üstlük meleklerine yazdırıyor. Daha da ileri, hesap gününde benim dilim kapatılıyor ve ben bu işi kimle yaptıysam ya da hangi azamla yaptıysam azalarım konuşuyor... Böyle bir şeyi düşünün. Allah her şeyi biliyor. Allah her şeyi görüyor. Allah görevlendirdiği meleklere yazdırıyor. ‘Yaptım, ama niye yaptım?’ gibi bir söylemle kendisini aklayabilecek bir imkânın hiç olmadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bir hesap ortamından bahsediyoruz. Mesela, bir insanın malına, canına, kastetme ya da aldatma; inanan bir müminin, bilinçli farkındalık içerisinde olan bir Müslümanın böyle bir şeye tevessül etmesi düşünülebilir mi? Elbette hayır. Hz. Peygamber, söylem üzerinden gitmiyor. Kendisi zaten varoluş itibarıyla çocukluğundan bu yana ortaya çıkan bir karakter ve henüz ortada din yok iken “Muhammedü’l-Emin” diye tanınan, anılan bir şahsiyet var. Yani herkesin gıpta ettiği bir şahsiyet. Hz. Peygamber (s.a.s.) vahiy gelmeye başladığı andan itibaren aslında bireye çalışılıyor. Bireyin İslam’ına çalışıyor. Bireyin İslam’ı ise o bireylerinden oluşan fertlerde ve dolayısıyla toplumda, doğal olarak bir güven ortamı oluşturuyor. Bunun güzel bir aşaması vardır, altının çizilmesi gereken bir husus bu: Mesela ‘Mekke’de ne oldu?’ diye baktığımızda, görürüz ki Mekke’de bireylere çalışılıyor. Aynı karaktere aynı bilgiye ve hassasiyete aynı ideale sahip insanlar bu toplumda yaşama şansı bulamadığında, bu insanlar hep birlikte başka bir topluma yöneliyor. Fakat burada kendileri bir kent kurmuyorlar. Hiç kimsenin olmadığı bir ortamda, yeni bir ortam oluşturmuyorlar. Gittikleri yer, Yahudilerin yaşadığı, kısmen Hristiyanların bulunduğu, ehlikitabın egemen olduğu bir toplum. Kendisine inanan insanlar var, kendileri gibi inanan, ibadet edenler var, ama sonuçta karma bir toplum ortaya çıkıyor. Hatta bunun içerisinde münafık dediğimiz bir tip üremeye başlıyor. Mekke’de bu tip yok.
Peygamber Efendimiz’in Medine’de inşa etmiş olduğu toplum modeli, sadece Müslümanlar için değil, aynı zamanda farklı inanç mensupları için de bir huzur ve güven timsali olmuştur. Nitekim burada bir “Medine Sözleşmesi” ortaya çıkıyor. Bu aslında bireylerin doğal olarak oluşturduğu birlikteliğin dışına çıkıldığında, farklı unsurların bir şekilde baş göstermeye çalıştığı toplumda, bu sefer bir metinle, bir akitle yine güveni temin etmeye çalışılıyor. Herkesin nerede duracağı, haklarının neler olduğu, neye uyacağı net olmayan ve içsel olarak, imani olarak, vicdani olarak bireyleri kontrol edilemeyen bir toplumda ikinci aşamada bir vesika, bir akit üzerinden teminat oluşmaya başlıyor. Bakıyorsunuz “Medine Anayasası” diye bugün telaffuz etiğimiz, hâlâ geriye döndüğümüzde tarihin en güzel metni olarak; toplumda huzur, barış, güven temin eden metin olarak görülen “Medine Vesikası”. “Medine Anayasası” İslam toplumunda aslında bir anda bir araya gelen birçok unsurun birlikte huzur içinde yaşamasını sağlayan bir vesikaya dönüşüyor. Bir ortam oluşturuyor. Siz benden farklısınız, farklı bir dine inanıyorsunuz, farklı inançlarınız var, ibadetiniz var. Ama bir hukuka üst bir metne boyun eğdiğimiz sürece bu hukuk, bu toplumsal güven, her halükarda sağlanacaktır. Bunun bir sonraki aşamasında, anlaşma belirli bir süre Medine’de hâkim olmasına rağmen; özellikle anlaşmaya taraf olan Yahudilerin ihanetiyle, yeni bir durum ortaya çıkıyor. Burada ahdi bozan kesinlikle Müslümanlar değil. Hatta yapılan ihanet belirli bir noktaya kadar tolere ediliyor, bunu da söyleyeyim. Yani ihanet etti, söz verdi bunu bir gerekçe olarak bahane olarak kullanalım, haydi gidelim biz şimdi güçlendik onların mallarını, kalelerini, canlarını, alalım, askerlerini kılıçtan geçirelim, ganimetlerine konalım; böyle bir düşünce ortaya çıkmıyor. Tam aksine kendi varlıkları için bir tehdit oluşturduğunu gördükleri anda bu tehdidi bertaraf etmek için Müslümanlar tarafından bir hareket geliştiriliyor. Bu da aslında dünya tarihinde güven açısından yeni bir dönemi ortaya çıkarıyor. Bundan sonra da siz farklı bir inanca sahip olabilirsiniz, farklı bir coğrafyada farklı kabulleriniz olabilir, ibadetiniz farklı olabilir; fakat Hz. Peygamber’in tesis ettiği bu devlette tehdit oluşturmadığınız takdirde, belirli bir hukuk içerisinde, emanla yani imanla, o akitle sağlanan güvenceyle orada kalabilirsiniz. Öte yandan Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettiğinde kendisini Mekke’den kovan insanlardan hesap sormak yerine, ‘Kâbe’ye sığınan güvendedir, Ebu Süfyan’ın evine sığınan güvendedir, biraz daha ileri gidiyor, evinin kapısını kapayan güvendedir’ diyor. (Ebu Davud, Harac, 24, 25, no: 3022.) Israrla burada kan dökülmemesi için, yani cana bir halel gelmemesi için olabilecek en üst düzeyde bir güvenlik sağlıyor.
Ümmet coğrafyasında yaşananlar maalesef en güvensiz bölgelerin İslam beldeleri olduğu izlenimini ortaya koyuyor. Çatışmalar, savaşlar, iç karışıklıklar ve ayrılıkçı hareketler bu güvensizlik ortamını körüklüyor. Müslümanlar toplumlar bu güvensizlik imajını nasıl aşacaklar?
Özellikle İslam coğrafyasının bugün bir güven sorunu ortaya çıktı. Maalesef bunu yaşıyoruz. Belki ülkemiz 15 Temmuz’u atlatmak suretiyle, Rabbim lütfetti, en azından bir güvenlik içerisindeyiz. Ancak biz Müslümanız. Dünyanın herhangi bir yerinde Müslüman zulme uğradığında, bir beden gibi olduğumuz için bizim de canımız yanar. -Hz. Peygamber’in beden metaforunu düşünürsek- nasıl ki, sizin tırnağınız ağrıyorsa veya ayağınıza diken battıysa, bütün bedeniniz bundan bir şekilde etkilenecektir. Dolayısıyla bu sözünü ettiğiniz şeyi ortadan kaldırabilmek için, ümmet coğrafyasını birlikte düşünmek gerekiyor. İkincisi biraz önce söylediğimiz güven inşasında takip edilen süreçte biz hata yaptık. Yani güveni kaybettik, kendimize güveni, özgüveni kaybettik. Özgüveni kaybetmek aslında özgürlüğü kaybetmek anlamına geliyor, her şeyi kaybetmek anlamına geliyor. Bir diğeri kültürel anlamda bir istila yaşandı. Belki fiziki, askerî, coğrafi anlamda istiladan bahsetmiyoruz. Fakat bir kültürel işgal söz konusuysa burada o kültürün hoşuna gitmeyecek karakterlerin her halükarda dışlanacağını bilmek gerekiyor. Yani kültürel atmosfer olarak düşünürsek, kültürel istilayı hesaba katmayan münevver insanlar, İslam toplumundaki güven sorununu çözemeyecekler. Mesela bir oyundaki karakterlerden bahsediyorsunuz. 8-10 yaşındaki çocuk oyunu oynuyor bir eş seçiyor kendisine. Aradan zaman geçiyor ‘sıkıldıysan eşinden, değiştir’ deniliyor. Bu 8 yaşındaki dimağa işlenen bir figür ve algıdır. Bunun sonrasının ne olacağı çok açık. Ve diğer şeyler için de geçerli, bu sözünü ettiğimiz. Burada birincisi kültürel anlamda bu işgalin bir şekilde yani kendi kültür iklimimizin oluşturulmasına dönüşmesi gerekiyor. Bireysel olarak da Hz. Peygamber nereden nasıl başladıysa oradan başlamak, yani emanla/emin olmakla, iman sahibi olmanın eş değer, eş zamanlı olduğunu bilmek gerekiyor.
Hocam, 140.000’ini aşan personeliyle Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bu çerçevede bize düşen nedir?
Biz bu toplumun en emin insanları olmak zorundayız, en güvenilir insanları olmak zorundayız. Özellikle eğer din görevlisi isek, yani din hizmetinde çalışan insanlar isek, bu durum daha hassas bir hale dönüşüyor. Evet, Rabbim bize lütfetti, layıktık veya değildik buna bir şey diyemem, ama Rabbim bize bunu lütfetti, bunu şöyle okumak gerekiyor, ‘benim imtihanım burada, bununla ben imtihan oluyorum’ demek gerekiyor. Sizin bu görevde bulunmanız, bir garanti olarak görülmemeli, cennetin, imanın diğer şeylerin garantisi olarak görülmemeli. Bu nedenle her kardeşimiz sorumluluk bilinciyle hareket etmelidir. İlk olarak bulunduğu pozisyonun sorumluluğunun farkına varmak. İkincisi ise belki asıl olan değerlerin sorumluluğu. Eğer yalan söylemenin ‘haram’ olduğunu veya gıybet etmenin ‘ölü kardeşin etini yemek’ olduğunu biliyorsak bu, sadece benim dışımdaki insanlar için değil, öncelikle benimle alakalı olan bir hükümdür. Bu aslında süreci ters yüz edecek olan bir şeydir. Bu yapının yeniden inşasına dönmeli. İslam, küfür tarafından tehdit olarak görüldüğü için, her Müslüman doğal olarak tehdit gibi algılanacaktır. Bu nedenle bunun kurtuluşu, çözümü, birincisi kültürel iklimin bize ait değerlerle yeniden inşasıdır. Bunun için de birey olarak her birimiz toplumdaki güvenirliliğimizi yeniden kazanmak zorundayız. Bedeli ne olursa olsun, ne yapılması gerekiyorsa gereksin. 15 Temmuz’da yaşadığımız gibi birtakım sahte figürlerin ortaya çıkmasını engellemek için, asli unsurların ortaya çıkması, görünürlüğünün artması gerekiyor. İkincisi ise toplum açısından, kardeşlerimiz açısından baktığımızda, bizim mesleğin, imtihan içerisinde olduğumuz alanı burası ve ağır bedelleri olan, ama çok çok güzel mükâfatları olan bir noktada Rabbimiz bize nasip etti. Bunu bir hak olarak görmemek gerekiyor, bunu hatta biraz mütevazı davranıp, bunu liyakat olarak da görmemek gerekiyor. Rabbim bana nasip etti, ben layıktım-değildim bunu bilmiyorum, ama beni bununla imtihan ediyor, olaya böyle bakmak ve buna göre de toparla(n)mak gerekiyor. Değerli hocam, vakit ayırdığınız ve kıymetli fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.