Makale

ASLI GİBİDİR

ASLI GİBİDİR

Hülya H. ERGÜN


Ne kadar çok seviyoruz yalanla oyalanmayı. Bize bu dünyanın üç günlük olduğunu hatırlatanlardan ne kadar hızlı uzaklaşıyoruz; uzaklaşıyoruz ki, mezarlar artık şehirlerarası yol mesafesinde kalıyor. Genç ve formda kalmak için üstün performans sergiliyoruz. Saçlarımızdaki beyazlarla barışık değiliz, kırışıklara tahammülümüz yok, dünya aslını bağırıp dururken bizler artık dünyadan da hızla uzaklaşıyoruz.
Çocukken gazoz kapağı toplardık. Çocuk dünyamızda bu kapaklar o kadar değerliydi ki büyüklerimize anlatamazdık. Dünyamızda ölüm yoktu, kötülük yoktu, altın ya da gümüş yoktu. O gazoz kapakları hiçbir işimize yaramazdı, karnımızı doyurmazdı ama yine de oynar, toplar ve birbirimizle yarışırdık.
Bir zamanlar dizi izlerdim. Her nasılsa insanlar birbirine ısrarla yalan söylemeye devam ediyor, dürüstlükle bir anda çözülüverecek olaylar büyüdükçe büyüyordu. Dizi izlerken yaşadığım duygular gerçekti; onlarla gülüyor, onlarla ağlıyordum. Kötü karaktere, hele ki Ceyar’a nefret besliyor, kahramana da sempati duyuyordum. Bazen, senaristlerin usta dokunuşlarıyla dün nefret ettiğim kötü karakterle bugün empati yapmaya başlıyordum. Dizi izlemeyi de bu yüzden bıraktım, dizi izlerken beynimde her şey gerçekten olup bitiyordu. Bir gün, “üzüntüden kanser olacağım” diyerek dizilere isyan ettim. O gün bugündür de dizi izlememeye gayret ediyorum.
Bundan altı yıl önce internette bir çiftliğim vardı. Her gün düzenli olarak oyuna giriyor, tarlayı suluyor, lahanalar ekip biçiyordum. Ara sıra komşuların çiftliklerini geziyor, onlarda gördüğüm villalara gıpta ile bakıyordum. Giderek daha çok param birikiyordu, çiftliği büyütüyordum. Ben de villalar aldım zamanla, kabaklar, lahanalar, koyunlar, inekler derken vakit öyle hızlı geçiyordu ki, bir oyunun başında altı saat harcadığıma kendimi inandıramıyordum. Sonra film koptu. Saatlerimi harcadığım oyunda yaşadığım duygular gerçekti; hırs yapmıştım, komşularımın çiftliklerini kıskanıyordum, daha çok param olmalıydı, daha çok süt toplamalıydım. Oyundan kazandığım parayı gerçek hayatta harcayamıyor, ektiğim lahanaları gerçek hayatta yiyemiyorsam, kendimi kaptırdığım bir oyun yahut sosyal medyadaki bir tartışma gibi zaman öldürdüğüm bu yerde ne işim vardı ve dünyadan neden kaçıyordum?
Sonra bir gün Twitter hesabım oldu. Her tartışmaya dalıyor, takipçi sayımı artırıyor, bazı twitlerim yüzünden on takipçi birden takibi bırakıyor, ben de twitlerimi beğeniye göre ayarlamaya çalışıyordum. Kendimi oyundan kurtarmışken bu sefer de sosyal medyada bir ürün olmuştum. Anlaşılan o ki, sanal âleme elimi versem kolumu kaptırıyordum.
İnternet benim için bir siyasi, kültür ve kimlik alanı idi. İnternette bilgi magazinleşmiş, basmakalıp düşünceler, görseller, bilgiler karşısında savunmasız kalmıştım. Bilgi toplumuna doğru koşmuyorduk. İstisnaları hariç tutarak söylemeliyim ki, internette paylaşılan Mevlana imzalı çoğu paylaşım Mevlana’ya ait değildi ve bunu kimse sorgulamıyordu. Bilgi kirliliği had safhaya ulaşmıştı ve yüzeysellik ön plandaydı.
Oynadığım çiftlik oyunu nasıl boş bir uğraştan ibaretse, bu dünya hayatı da tıpkı Farmville oyunu gibi bir oyalanma alanı. Bu bağlamda sanal çağ tam olarak dünyanın kendini ortaya koyduğu bir çağ olarak karşımıza çıkıyordu: Çünkü hiçbir çağ, geçiciliği, sevmenin de nefret etmenin de propaganda ile değişebildiğini, hissettiğimiz duyguların, fikirlerimizin, düşüncelerimizin birer propaganda yatağı olduğunu bu kadar net vurgulamamıştı. Dünya bu çağda kartlarını açık oynuyor, kendisinin geçiciliğinden dem vuruyor, sahici olmanın nerede ve ne zaman olduğu sorularını ısrarla soruyordu.
Batılılaşmamızdaki hızı göz önüne alırsak; yerellikten uzak diziler, filmler, televizyon yapımları bizim düşüncelerimiz, duygularımız, fikirlerimiz üzerinde küçük kaydırmalar veya uyarımlar yaparak yerel taklidi yapıyor, yerelin yerine geçiyordu. O küçük kara kutunun propaganda hususundaki marifeti, günümüzde giderek sosyal medya, Youtube gibi kanallara yayılıyor. Sosyal medya da, tıpkı dizi karakterleri gibi onlara olan kızgınlığımız ya da sempatimizle bizi ele geçiriyor. Sosyal medyaya dâhil olan her birey, diğer sosyal medya bireylerince layklanan, bir anlamda satın alınan birer ürün hâline geliyor. Televizyonun olduğu dönemde bireyler sadece alıcı iken sosyal medya ile birlikte hepimiz birer ürün haline geliyoruz. Bu da yaşadığımız çağın sanal olduğu düşüncesini perçinliyor.
“Biliniz ki, dünya hayatı, yalnızca bir oyun, bir eğlencenin, çoluk-çocuk sahibi olma zevkinin, aranızda itibar kazanma ve övünme vesilesinin, çok mal-servet ve evlat sahibi olma yarışının yapıldığı bir yerdir. Tıpkı, toprağı suya doyuran yağmurun bitirdiği, çiftçinin hoşuna giden ekinlere benzer. Sonra o ekinler coşar, gürleşir. Daha sonra onların sapsarı olduğunu görürsün. Sonra onlar tarlada çer çöp hâline gelir. Ahirette, ebedî yurtta da dehşetli bir azap vardır. Allah tarafından bağışlanma, O’nun rızası ve rızasına ulaşma mertebesi de vardır. Dünya hayatı sadece aldatıcı bir zevkten ibarettir. ” (Hadid, 57/20.)
Sanal ortam dünyanın aslı gibi ise, dünya da ahiretin aslı gibiydi. Asla asıl olan değil.
Dünyada ne varsa sanal ortamda da o vardı. Dünyada kimliklerimiz, sanal ortamda nicklerimiz, sloganlarımız, sözde kalan erdemlerimiz… Dünyada terör propaganda aracı olarak nasıl Müslümanlara yönelik sanal nefret pompalıyorsa, sanal ortamlarda da çoğu zaman teröre maruz kaldığımız oluyordu. Sanalla gerçeğin arasındaki perde giderek inceldikçe, gerçeğin yerine sanal olanın yerleştiği, asıl olanın tespitinin bilgi kirliliğinden dolayı güçleştiği günümüzde, bir zulüm çağı olarak da karşımıza çıkıyor sanal çağ. Sloganlarla saldıran, sloganlarla savunan, sloganlarla konuşan insanların bir arada olduğu sosyal medya, asıl olana kastedilen bir alan olmaya başlıyor. Çünkü ne sloganların ne de terörün empati yeteneği vardır. Sloganlar esnemez, kıvrılmaz, genleşmez ya da donmaz. Orada slogan gerçeğin yerini almış, dil yozlaşmış, hakikatin katledildiği bir ortam doğmuştur. Dindarlığımız dahi ayet ve hadis paylaşmaktan öteye gitmez olmuş, dindar tanınmak için eylem zorunluluğunun ortadan kalkmış olduğu yanılsaması, sosyal medya hesaplarının çoğunu esir almıştı.
Kur’an-ı Kerim, bireyin hayatından çok toplumun hayatı, refahı ile ilgilenir. Allah bir topluma bireyin kötülüklerinden dolayı değil, kötülüğün toplumsal olmasından dolayı felaket verir.
“İnsanın önünde ve arkasında, Allah’ın var ettiği ve koruduğu düzenin gereği olarak kendisini koruyan kanunlar, korumalar ve davranışlarını zapta geçirmek için nöbet tutan melekler vardır.
Bir millet, sahip olduğu ilahî-insani değerleri, benliğini, kendilerindeki yüksek hasletleri değiştirmedikçe, Allah o milletin elinde olan nimetleri değiştirmez, sosyal, siyasi ve ekonomik düzenlerini bozmaz. Allah toplumların başına hak ettikleri bir felâket getirmek, onları cezalandırmak istediği zaman da, artık bu felâketin, bu cezanın geri çevrilme imkânı yoktur. Onların Allah’ın dışında, kulları durumundakilerden velileri, koruyucuları, yardım edenleri de bulunmaz.” (Ra’d, 13/11.)
Sanal ortamda dilimiz giderek yozlaşırken, sanal kimlikler arası iletişimde sorumluluk hissetmezken biz nasıl sahici olacağız? Bu sorunun yanıtını Kur’an ışığında ararsak, dünyada sahici olmanın yolu nerden geçiyorsa sanal ortamda da aynı yoldan gideceğiz. İyilik yaparak sahici oluruz Kur’an’a göre, kötülükten men ederek sahici oluruz, güzel öğütte bulunarak, tahriklere kapılmayarak, nazik konuşarak, dürüst ve erdemli olmaya devam ederek hem bu dünyada hem de sanal ortamda sahici olabilir, sahici kalabiliriz. Sanal dünyadan gerçek dünyaya kalan tek şey nasıl bir tebessümse, dünyadan da ahirete kalacak olan odur.
“O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.” (Araf, 7/96.)
Dünya yürüyüp giderken, zihnimi yan komşudan yükselen bir ezgi kaplıyor: Ah yalan dünyada, yalan dünyada, / Yalandan yüzüme gülen dünyada… İşte Anadolu irfanı, vesselam…