Makale

MÜCAHİT KÜÇÜKYILMAZ: "Fıtrat sanal çağın üstesinden gelecek."

SÖYLEŞİ

MÜCAHİT KÜÇÜKYILMAZ:
"Fıtrat sanal çağın üstesinden gelecek."

Dr. Lamia LEVENT ABUL-M. EMİN GÜRDAMUR


İnternetin yaygınlık kazanmasıyla beraber son on beş-yirmi yıl içinde alışkanlıklarımızı altüst eden bambaşka toplumsal süreçlerle karşılaştık. Kelimenin tam anlamıyla bir sanal çağa uyandık. Sanal dünyayı hayatımıza getirdikleri ve götürdükleri açısından değerlendirecek olursanız neler söylersiniz?
Medya ilk insanın varoluşundan beri başvurduğu araçların adı. Sesimiz dâhil, kullandığımız her türlü iletişim aracı birer medya. Latince medyumdan geliyor; ortadaki, aradaki, araç anlamında. Zaten medyumlara da metafizik âlemden haber verdiklerini, fizik ve metafizik âlem arasında aracı olduklarını iddia ettikleri için bu ad veriliyor.
Cenab-ı Hakk’ın insana bahşettiği ses, kelimeler, yazı... Söz ile başlıyor her şey, önce söz vardı. Sözlü kültürden yazılı kültüre, oradan görüntülü kültüre geçtik. Şimdi bunların hepsini bünyesinde toplayan komplike bir iletişim ortamındayız. Araçlar etrafımızı kuşatmış durumda. Bizim inancımıza göre araç, yani nesne insanın emrine musahhar kılınmış. Biz ise Kur’an’ın ifadesiyle yeryüzünün halifesiyiz. İnsanın buradaki vaziyeti aslında özne konumunu teşkil ediyor. İnsanın etrafında nesneler var. İnsan ile eşya arasında, nesneyle özne arasında bir hiyerarşi var. Varlıklar penceresinden baktığımız zaman bu ontolojik hiyerarşiyi görürüz; burada insan, eşyadan üstündür. Çünkü her şeyden evvel Cenab-ı Hak bunu böyle tayin ediyor. İletişim bilimi ya da geçen yüzyılda yaygın olan sibernetik açısından baktığımız zaman da böyledir. Ancak modern dönemde eşya insanın hayatında çok öne çıktı. Mal eşyadır ve Kur’an’da insanın malın kölesi olmaması gerektiği vurgulanır. “Malı biriktirmeyi ne de çok seviyorsunuz” ifadesi de esasen buna matuftur. Mallar ve evlatların dünya hayatının süsü olduğunu ve aynı zamanda fitne olduğunu beyan eder ayetler… Bu neye göre belirleniyor? İşte o, eşya karşısında özne olan insanın özneliğini bilmesi ve kullandığı eşyanın da nesne olduğunu idrak edebilmesi gerekiyor. Yani eşyanın ve kendimizin ontolojik yerini bulmamız gerekiyor. İletişim araçları da adı üstünde araç, yani bu çerçeveden bakılınca eşya kategorisinde.
Bozulan özne-nesne ilişkisini yeniden düzenleyecek, insanı eski mevkiine koyacak yeni bir ahlak anlayışı nasıl ve ne şekilde gelişecek?
İnsan ile onun ilk defa ilişki kurduğu nesneler arasında birtakım sorunlar doğabiliyor. İşte o sorunların çözümü için etik var, ahlak var ve bunlar ilk evvel devreye giriyor. Daha sonra genellikle hukuk devreye giriyor. İnsan eşya ile her daim bir münasebet içinde. Bir iletişim aracının ilk kez ortaya çıkışı sırasında -bizim bir insan olarak, birey olarak yaşımız, eğitimimiz çok önemli değil- o eşyaya, o nesneye, o iletişim aracına karşı biz aslında reşit değiliz. Temel sorun buradan çıkıyor. Neden? Çünkü onu tanımıyoruz. Belki icat eden, üreten kültürler onun neye yarayacağını da tayin ettikleri için onu tanıyorlar. Mesela televizyonun niçin kullanılacağını Batılılar daha iyi biliyorlardı, çünkü onu üretenler onlar. Radyonun orada bir hikâyesi var. Gazetenin bir hikâyesi var. Başlangıçları orada. Fakat onunla ilişki kurma konusunda, onu üretmemiş, icat etmemiş diğer toplumlar o araca karşı reşit olmakta zorlanıyorlar ve vakit kaybediyorlar. Yani o rüştün ortaya çıkması birtakım sıkıntıların da yaşanmasından sonra oluyor. Daha açık konuşmak gerekirse; mesela bundan yirmi otuz sene önce televizyona ne denirdi? Aptal kutusu. Çocuklar on saat televizyon izliyor, televizyon çocuklar için çok zararlı, denirdi. Hakikaten de öyleydi. Veya “göz cikleti” denirdi televizyon için. Fransız sosyolog iletişimci Ignacio Ramonet’nin “Le chewing-gum des yeux”, yani ‘Göz Cikleti’ diye bir kitabı var. Yani insanlar şuursuz bir şekilde, bazen tadı kaybolsa da ciklet çiğner gibi televizyon izliyorlar. Televizyon seyretmek de öyle bir eylem. Gözleriniz aktif ama şuursuz bir şekilde onu algılamaya, oradaki algıya maruz kalmaya devam ediyor.
Fakat bugün biz televizyon için bu kadar tehlikeli tabirler kullanmıyoruz. Birincisi televizyon ile kurduğumuz ilişki normalleşmeye başladı. Artık günde 10 saat televizyon izleyen çocuklar yok. Yetişkinler de yok. İkincisi daha önemli. Televizyonun yerini dolduran yeni iletişim araçları ikame edildi. Artık tabletler, telefonlar var. Cep telefonuyla insanın kurduğu ilişkiyi hatırlayın. Türkiye’ye ilk telefon girdiğinde sokakta birbirine çarpa çarpa sürekli konuşan insanlar vardı ve kabarık faturalar… O alete müptela olmak durumu vardı. Zamanla ne oldu? Artık cep telefonu bizim muhabbet edeceğimiz bir araç değil, onun yerine işimizi göreceğimiz bir araç oldu, maslahat konusunda işimizi görecek bir noktaya gelmeye başladı. Zamanı, sağlığı alıyor, dostlarınızla kurduğunuz ilişkinin samimiyetini zedeliyor. Aynı ortamda bulunduğunuz insanlarla muhabbet edemiyorsunuz, zira telefonla meşgulsünüz.
Peki, televizyon ve telefon örneğinde sözünü ettiğiniz normalleşme veya sizin ifadenizle reşit olma durumunun internette de gerçekleşeceğini düşünüyor musunuz?
Bugüne kadarki eşyanın tabiatı bize şunu gösteriyor; bu reşit hâle gelme, normalleşme, eşyayla insanın ilişkisinin yerine oturması iki temel faktör üzerinden oluyor. Birincisi biz hakikaten ona karşı bilinç kazanıyoruz, yerini tespit ediyoruz. Tayin ediyoruz. Hayatımızda ona belirli, kısıtlı yer ayırıyoruz. Hayatta yapacak daha önemli şeyler var, diyor ya İsmet Özel, bunu fark ediyor ve ona göre pozisyonumuzu alıyoruz. İkincisi, başka bir şey icat ediliyor onun yerine, başka bir eşya; o eşyayla kurduğumuz münasebet daha oyalayıcı hale geliyor bizim için. İnternet yavaş yavaş başka bir şeye dönüşüyor. Ama internetin şöyle bir niteliği var. İnternet entegre bir iletişim mecrası. Adı üstünde, mecra, çoklu ortam. İçerisinde pek çok unsuru barındırıyor. İletişim araçları temel olarak ya sese dayalıdır, ya görüntüye dayalıdır. Ya kulağa ya göze hitap eder. Kokuya, dokunmaya dayalı da olabilir elbette. Fakat temelde işitme ve görme duyuları üzerine oturuyor. İnternette bunların hepsi var. İşitme var, duyma var, görme var, yazma var, görüntünün alt formu olarak yazı var, bir taraftan ses var, renk var, hareket ve durağan görüntü var, çoklu ortam dediğimiz şey karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla onunla insan fıtratının düzenli bir ilişki kurabilmesi çok kolay değil.
Televizyona göre daha komplike bir olgu. Dolayısıyla insan burada kendisini nasıl konumlandıracak? Belki daha da çeşitlenerek devam edecek bir süreç. Belki hayatımıza etkisi öncekilerden daha uzun sürecek gibi.
Tabii ve kendi formlarını üretiyor. Sosyal medya diye bir şey var. Önceden sadece web sayfası vardı. Web 1.0 döneminde tek yönlü kurulan bir ilişki vardı. Daha sonra çift yönlü ilişki, interaktivite dönemi ortaya çıktı. Şimdi web 3.0 döneminde biz nesnelerin internetinden bahsediyoruz. En başta özne-nesne arasındaki hiyerarşinin tersyüz edilmesinden bahsetmiştik. Şimdi nesneler size hükmedecek şekilde bu ortamda var olmaya başlıyor, üretiliyor. Doktor Frankenstein’ın kara ütopyası, bir anlamda distopyası gerçekleşiyor. Kendi ürettiğimiz nesne bize hükmetmeye başlayacak mı? Böyle bir risk var. Fakat orada her şeyden önce Cenab-ı Hakk’ın yarattığı insanın fıtratına bizim güvenmemiz gerekiyor. Çünkü insan o kadar güçlü bir öznelliğe sahip ki, bir süre sonra özne oluşunun gereğini yapmaya çalışıyor ve mücadeleye de girişiyor. Ne yapıyoruz, eğitim sistemimizi dönüştürüyoruz ona göre. Uyarıcı sosyal sorumluluk projeleri başlatıyoruz. Boş durmuyoruz, bir taraftan mücadele eden kamusal ve özel sektör söz konusu. İnsan burada bir tehlike olduğunu fark ettiği zaman önlemlerini de almaya başlıyor. Bunun sevki ilahî ile ilgili yönü de var. Tedbirimizi alıyoruz. Ne oluyor sonra, etik ve hukuk, yani yaptırımlar devreye giriyor.
Sosyal medya üzerinden gidecek olursak, sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle birlikte tamamen farklı bir mecrayla karşılaştı insanlar. Her şeyde olduğu gibi buna da hazırlıksız yakalandılar. Siz burada da bir etiğin olması gerektiğinden bahsediyorsunuz ki, bu da çok yeni bir kavram. Sosyal medya etiğinden söz eder misiniz?
Etik eski Türk filmlerindeki Türk polisi gibi. Vaka olduktan sonra olay yerine intikal eder ya. Şaka bir yana, etik, doğal olarak biraz geriden geliyor, sorun ortaya çıktıktan sonra devreye giriyor. Çünkü ister istemez bir mevzuda ahlaki bir sorun olmadığını anlamak için önce o sorunu yaşamak ve tespit edebilmek gerekiyor. Önceden kestirdiğiniz bazı şeyleri, hani kızı suya göndermeden önce terbiye etmek gibi, engelleme imkânınız yok. O, Nasreddin Hoca fıkralarında mümkün ama gerçek hayatta mümkün değil. Kendi çocuğunuzu terbiye ederken bile, mesela “Bu sıcak, buna yaklaşma!” demenize rağmen, sizin demenizle değil dokununca, canı yanınca öğrenir. Onun küçük bir hasar ile o badireyi atlatmış olmasına şükredersiniz. Etik de sorun çıkınca devreye giriyor. Ne oluyor? Sosyal medyada anonim hesaplar, çoğu zaman etik bir sorun doğurur mesela. Çünkü anonim hesaplar insanın gerçekte söyleyemeyeceği şeyleri söylemesine, yazamayacağı şeyleri yazmasına yarıyorsa eğer, burada bir riyakârlık, ikiyüzlülük söz konusudur. Ve etik sorun vardır ama siz bu etik soruna karşı bir yaptırım uygulayamazsınız. O anonim hesaplarda bir suç unsuru oluştuğu zaman hukuk ise devreye girer. Hukuk ise yaptırım uygulayabilir. Çünkü etik yazısız, yaptırımsız kurallardır. Etik dışı davranan biri kınanır, ayıplanır veya en fazla mahalle baskısıyla karşılaşır. Ama bir yerde kriminal bir unsur belirmişse, mesela sosyal medya mecrasında, o zaman hukuk devreye girer, girmeli.
Ama hukuk devreye girdiği zaman, karşısında bugüne kadar tanımlanmamış bir yapı buluyor. Niye? Amerika’da, Kaliforniya’da, Silikon Vadisi’nde bir şirketle karşılaşıyorsunuz. Şirket size diyor ki, ben Amerika’dayım. Benim merkezim burası, dolayısıyla senin ülkene karşı sorumluluğum yok. Siz diyorsunuz ki, ama senin müşteri olarak hizmet verdiğin kişi senin hizmet mecraında suç işledi. O suç benim ülkemi ilgilendiriyor. O mecra hangi coğrafyaya ait? Adını koyalım, Twitter, Youtube, Facebook hangi coğrafyaya ait? Mekân üstü veya mekân dışı bir şeyden bahsediyoruz. Coğrafyayla sınırlı değil. Orada sanal ortam olduğunu anlıyoruz. Sanal ortamda bir suç işlendiği zaman bunun coğrafyası, mekânı nedir, nereye aittir. Burada bir tartışma var. Ben senin ülkende ofis açmak zorunda değilim, diyor çünkü açarsa biliyor ki vergi kanunlarına tabi olacak. Açmazsa herhangi bir yaptırım yok. Kapitalizm size diyor ki, serbest teşebbüstür, hürdür, dolayısıyla başka topraklarda bir ürün ortaya koymuş. Onu sizin vatandaşınız satın almış, bu ilişkiye ancak müşteri ile satıcı arasındaki ilişki çerçevesinden bakabilirsiniz. Hukuki açıdan bakmak isterseniz, size, devletin ve kamunun bir fonksiyonu yok, diyorlar. Ama biz biliyoruz ki o sosyal medya mecrasının arkasında bir ideolojik tasavvur var, bir dünya görüşü var, bir devlet aklı var. Ama o bilinç, tasavvur, devlet aklı bizim devletimize ait bir akıl değil. Ama sonuçları bizi etkiliyor. Bu sınır aşan suçlar çerçevesinde değerlendiriliyor, işte basın suçları çerçevesinde değerlendiriliyor fakat aslında tam olarak hiçbirine de sokulamıyor. Yani buradan neyi anlıyoruz? Etik devreye girmeye çalışıyor, hukuk bir taraftan devreye girmeye çalışıyor ama yeni nesil bir nesneyle karşılaşmış durumdayız. Bu konuda mevzuat bina etmesi gereken hukukçular genelde de orta yaşın üzerinde. O araçla gerçek anlamda bir ilişkiye girmiş değiller. Pek çoğu, onu torunlarından veya çocuklarından tanıdıkları kadar biliyorlar. Etiğin ve hukukun devreye girmesi konusundaki temel sıkıntı da insanın o nesneye karşı henüz reşit olamamasıyla ilgili bir durum. Bir süre sonra toplumlar bilinç kazandığı zaman, sivil toplum bunun yan etkileriyle yüzleşmeye başladığı zaman bir kolektif şuur gelişiyor. Bu da ister istemez hukuku, o konuda önlemler almaya zorlayıcı bir etki yapacak. Burada her zaman ezeli tartışmayı, sansür ve düşünce hürriyeti ikilemini yaşayacağız.
Biraz önce insan fıtratının kendi yolunu bulabileceğini, Cenab-ı Allah’ın insanı bu donanımla yarattığını söylediniz. Baktığımızda internetin hayatımıza girmesiyle birtakım bağımlılıkların, hastalıkların, fobilerin, internetsiz yapamamaların yaşandığını görüyoruz. Bunları nasıl aşabilecek insanoğlu?
Bu az evvel ifade ettiğim sosyal bilinçlenmeyle olacak bir şey. Zararlarıyla insanlar yüzleştikçe, bunu görmeye başlayacak. Somutlaştıracak olursak; mahremiyet kavramı ile yaşadığımız ilişki. On dört, on beş yaşlarında bir insanın mahremiyet kavramına bakışı ile kırk-ellili yaşlarda bir insanın bakışı arasında ciddi fark vardır. Dolayısıyla mahremiyet kavramı da yaşla ve zamanla dönüşebilen bir şey. Daha katılaşabilir veya gevşeyebilir. Ama genelde gençler sosyal medyada yaptıkları işlerin sonuçlarını aldıktan sonra bununla yüzleşmeye başlarlar. Yani siz bir süre sonra, on yıl sonra yirmi yıl sonra iş hayatına atıldığınızda, öğrenciyken edindiğiniz mahremiyet anlayışınız aynı kalmayacak. Hele bir de sosyal sorumluluk veya kamusal sorumluk üstlendiğinizde, bir yöneticilik veya benzeri bir statüye sahip olduğunuzda mahremiyet anlayışınız biraz daha sıkılaşacak ister istemez. Ve o zaman bu aygıtların, araçların, sosyal medya gibi ortamların yapısını sorgulamaya da başlayacaksınız. Maalesef burada arada kayıplar olacak, yani hasarlar, zayiatlar yaşanacak. Bu kaçınılmaz bir süreç ama ben uzun vadede iyimserim. İnsan tabiatının mutlaka eşyaya galip geleceğine inanıyorum. Eşyanın kölesi olamaz insan son tahlilde.
Mahremiyet konusu üzerinde biraz daha duralım isterseniz. Aslında hiçbir şeyimizin gizli olmadığını görüyoruz. Kişisel hesaplarımızdan satın aldığımız ürünlere, beğenilerimize kadar pek çok şeyimiz bir yerlerde depolanıyor, birileri tarafından listelenip belki de piyasaya sürülecek ürünler için bir veriye dönüştürülüyor. Bu açıdan ne kadar güvendeyiz?
İnsanın ontolojik güvenlik arayışının yanında bir de ontolojik özgürlük arayışı var. Uçak metaforuyla anlatılır; uçarken özgürsünüzdür, ama aynı oranda güvenliksizsiniz de… Burada da insanın kendi mahremiyetinin sınırlarının çizilmesine müsaade etmesi biraz o özgürlük ve güvenlik ihtiyacı ile bağlantılı. Mesela güvenlik ihtiyacımız arttığı zaman bizi izleyen kameraları biraz daha hoşgörüyle karşılamaya başlarız. Ama güvenlik ihtiyacı azalınca bu sefer özgürlüğü hatırlarız. O zaman bizi gözetleyen aygıtlara tepki göstermeye başlarız. Bu biraz ontolojik güvenlik algımızın konjonktürel durumuyla ilgili. Karşımızda yapay zekâya sahip nesneler var. Mesela siz, İnstagrama girdiniz ve birkaç kere tekrar edecek şekilde otomobillere baktınız, size bir süre sonra otomobillerle ilgili bildirimler gelmeye başlıyor. Siz zannediyorsunuz ki çok özgür bir şekilde, kendi isteğimle internette dolaşıyorum, sosyal ağlarda dolaşıyorum; siz birkaç sporcuyu takip ettiniz, size aynı kategoride hemen yeni sporcu önerileri geliyor. Demek ki bir beyin sizi bir tür ticari pazarlama nesnesi olarak sürekli gözetliyor. Çoklu multimedya ortamında bir yapay zekâ ile karşı karşıyasınız. Bu ciddiye alınması gereken bir şey. İnsan tabiatı açısından da risk oluşturuyor. Ama insan akıllı bir varlık ve bu riski fark ettiği andan itibaren yavaş yavaş buna uygun önlemleri de almaya başlıyor. Mesela bu gün internet bundan on yıl önceki kadar serbestlik içinde, her bilginin, her görüntünün at koşturduğu bir ortam değil. Neden? Biraz daha denetim mekanizmaları artmış durumda. İnsanlar kendileri için olmasa bile çocukları için endişelenmeye başlıyorlar. Çünkü herkesin, her yaş, cinsiyet ve kültürel seviyenin aynı şekilde tepki vereceği bir ortamla karşı karşıya değiliz. Farklı seviyelerde farklı eğitim kültür ve yaş cinsiyet seviyelerindeki insanlara farklı etkilerde bulunacak daha komplike bir ortamla karşı karşıyayız. O yüzden onun yavaş yavaş bir hukuku oluşuyor. Bu da aslında bir normalleşme süreci doğuruyor. Bugün sosyal medya hukukundan bahsediliyor. Nasıl olacak bunun parametreleri? Bunun geleneksel medya hukukundan epey farklı bir ruhu olacak. Geleneksel medyada mesela sizinle ilgili olumsuz, yanlış, yalan bir haber çıktığı zaman yapacağınız şeyler bellidir. Kötü bir şeydir ama bununla mücadele edebileceğiniz araç ve yöntemler oluşmuş durumdadır. Ne yaparsınız, noterden tekzip metni gönderirsiniz ya da avukatınızla gönderirsiniz, tekzip yayınlanmadığı zaman mahkemeye gidersiniz, yazı işleri müdürüyle veya muhabirle bir şekilde hukuken hesaplaşırsınız, haklıysanız geç de olsa sizin lehinize bir karar çıkar ve düzeltme yayınlanır. O düzeltme haber kadar büyük olmaz. Manşet pabuç kadarsa düzeltme kartvizit kadar olur ama neticede sizin kendinizi ifade etme yöntemleriniz hukuki açıdan mevcuttur. Sosyal medyaya geldiğiniz zaman muhatap bulamıyorsunuz karşınızda. Fakat bu on sene öncesine kadar daha kötü durumda değil, daha iyi durumda. Oradaki ortam çeşitleniyor, sosyal medyadaki öngörülemez riskler artıyor belki ama mücadele konusundaki bilinç, irade ve yöntemler de gelişiyor.
Modern insan, sesini duyurmayı amaç edindiği bir iletişim dünyası var etti. Çok seslilik, çok renklilik için yola çıkıldı fakat süreç sadece kendi sesini duymaya dönük bir bencilliğe evrildi. İnsanlar artık başkalarını dinlemekten ziyade kendine hayran, kendine kulak kesilmiş durumda. Bunu narsistik emareler diye yorumlayan sosyal bilimciler bile var. Siz bu çok seslilik hakkında ne düşünüyorsunuz?
Andy Warhol’un “Bir gün herkes on beş dakikalığına şöhret olacak” diye bir ifadesi var. Bugün her insanın medyası var. Bu kişiselleştirilmiş medya araçlarının ilk ortaya çıktığı dönemleri hatırlarsanız, insanlar etrafı fotoğraflarlardı, çevrelerini, güzel manzaraları paylaşırlardı. Şimdi kendilerini yayınlıyorlar. İlginçtir, bu daha çok beğeni alıyor. Siz muhteşem bir tabloyu paylaşınca bunun alacağı reyting kendi fotoğrafınızdan daha düşük oluyor. Böyle garip bir durum var. Bu, suya bakarken kendi aksini seyrederken göle düşen Narkisos’un Yunan mitolojisindeki hâlini anlatıyor. Herkes aynadaki aksini seyretmeye meyilli. Bu insan fıtratında da olan bir şey. Kendini beğenme ileri dereceye vardığı zaman bir hastalık olarak kodlanır. Mesela birkaç sene öncesine kadar kendi fotoğrafımızı çekmek ayıp sayılırdı. Kazaen kendisini fotoğraflardı belki insan. Selfie diye, özçekim diye bir şey çıktı ve kendini çekmek birden muteber hâle geldi. İnsanlar kendilerini gülünç hâle düşürecek şeyleri de paylaşmaya başladı.
Sosyal medyanın bir demokratikleşme imkânı olduğu kısmen doğru ama o demokratikleşmenin aynı zamanda bir kakofoni yani karmaşık sesler korosu doğurduğunu unutmamak lazım. Bu kakofoni daha ifrata gittiği zaman bir anarşiye de yol açabiliyor. Biz anarşi ile demokrasi arasında ince çizgide yürüyoruz sosyal medya ortamında. Düşünsenize, önceden klasik medya ortamında kitle iletişim araçları vardı. Bunlar da pratikte iletişim değil iletim aracıydılar. Bir televizyonla iletişim kuramazsınız; zira televizyon söyler, siz dinlersiniz; gösterir, izlersiniz. Cevap verme gibi bir imkânınız yok. Ama sosyal medyada öyle değil, sürekli bir karşılıklılık var. Bir interaktivite, etkileşim söz konusu. Ama bu etkileşim klasik medya araçlarında, sözgelişi telefonda olduğu gibi değil. Telefonda avizenin bir tarafında siz, diğer tarafında başka biri var, ikiniz interaktif diyalog gerçekleştirirsiniz. Bu klasik iletişim sürecini de aslında tam ifade eden bir durum. Klasik temel iletişim süreci neydi? Bir tarafta kaynak vardır, diğer tarafta da hedef... Kaynak hedefe mesaj gönderir onu kodlayarak, hedef o kodu açar ve algılar. Daha sonra tekrar kodlayarak cevap gönderir. Daha önce kaynak olan şimdi ise hedefe dönüşen adres, o cevabî mesajın kodunu açar ve burada temel iletişim böyle işler. Sosyal medyada kaynak hedefe doğru bir mesaj gönderiyor. Fakat daha o mesaj hedefine varmadan hesaplanmamış başka bir hedefe ulaşıyor. Sizin mesajınız hedefine gitmeden, anlamını bulmadan başka birisi onu görmüş oluyor ve yanlış anlıyor veya bilerek kasıtlı olarak manipüle ediliyor, oradan başka bir iletişim doğuyor. Onun aldığı veya algıladığı cevap size ulaşmadan bu sefer yine başka birisine ulaşmış oluyor ve aynı anda milyonlarca hedef ve kaynak birbirine giriyor. İşte bu demokrasi midir, anarşizm midir, yoksa hani daha apolitik bir kavram koyacak olursak kakofoni midir, siz karar verin.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Son olarak, özellikle insanın neslini muhafaza arzusunun çok kuvvetli bir arzu olduğunu düşünüyorum. Hele belli bir yaştan sonra başlar bu kuvvetli duygu. İnsan, kendinden vazgeçer, çocukları için yaşamaya başlar. Yaradan’ın insana verdiği önemli hususiyetlerden birisidir bu. İşte bu duygu bizi kurtaracaktır, diye umuyorum. İnsanın, insanlığını ve neslini muhafaza etme arzusu, bahsettiğimiz sosyal medya ile diğer bilumum tehlike ve risk içeren araçlarla kurduğumuz ilişkinin de daha makul bir norma kavuşmasında faydalı olacaktır.