Makale

ÇOK KALABALIK AMA FAZLA YALNIZ SİBER ÂLEMDE İNSAN

ÇOK KALABALIK AMA FAZLA YALNIZ SİBER ÂLEMDE İNSAN


Prof. Dr. Kemal Sayar


Yalnızız ama yakınlıktan da korkuyoruz. Bir arkadaşlığın bizden istedikleri olmaksızın yoldaşlık duygusu verebilecek teknolojiler istiyoruz. Siber âlem bir kaçış yeri, bir inziva mekânı. Orada hakikati istediğimiz kadar eğip bükebilir, kendimizi kılıktan kılığa sokabilir ve denetimi elimizde tutarız. Bedenlerinin egzersiz, gün ışığı, sağlıklı gıda ve insani temas ihtiyacını yok sayan birçok genç, artık hayatlarını ekran karşısında geçiriyor ve gerçek dostlukların yerine sanal olanları koyuyor. Gece yaşayan bu gençlerin en sevdikleri roman kahramanlarının vampirler, hayaletler ve başka gece yaratıkları olmasına şaşmayalım. Japonya’da hikikimori olarak bilinen bir durum var: Ergenler kendi odalarında yıllarca münzevi yaşıyor, bütün gün bilgisayar oyunu oynuyor ve sadece kapılarına kadar getirilen yemek için mola veriyor. Uzun yıllar sürebilen bu durum anne babayı âdeta çocuğun kölesi hâline getiriyor. Onunla ne iletişim kurabiliyor, ne de onu dışarı çıkarabiliyorlar. Ekran köleliğinin ete kemiğe bürünmüş hâli.
Siber âlem pek çok geleneksel sınırı ters yüz ediyor. İş ve oyun, ciddi söylem ve eğlence, erişkinlik ve çocukluk, kamusal ve mahrem arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor. Cep telefonu aramaları ve sesli mesaj bildirimleri, her birimizin özel alanına arsızca giriyor. Duymak istemediğimiz ses ve kelimeler ruhun ancak sessizlikle onarılan kuytuluklarına çarparak uğultuya dönüşüyor. Kişisel bilgilerimiz sosyal paylaşım ağlarında teşhir ediliyor. Narsistik teşhirciliğin teşvik edildiği bir dünya sahnesi hâline geliyor internet. Teşhirciliğin diğer ucunda dikizcilik var. Bir gözetleme kulesi olarak internet. Çevrimiçi araştırma zahmetine giren bir kimse, kolaylıkla her birimiz hakkında pek çok malumata ulaşabilir. Bu da giderek görünmez veya namevcut olmayı zorlaştırıyor.
Neil Postman, Teknopoli adlı kitabında yeni teknolojik araç gerecin hayata dair önceliklerimizi değiştireceğini, kültürün o derin anlamından koparılarak sadece araçlarla ilişkilendirileceğini yazmıştı. Bir tıkla bize bilgi sunan protez belleğimizin yapı taşlarından biri de Google. Ancak hayatın “google”laştırıldığı bir zamanda, arama motoru bizim neyi, ne kadar bilmemize müsaade ediyorsa o kadarını biliyoruz. Biz Google’ın müşterileri değil, ürünleriyiz: Eğilim, merak ve tercihleri reklam verene satılan ürünleriz. Biz onu kullandığımızı sanırken, o bizi kaydeder ve hakkımızda profil oluşturur. Biz onun hakkında pek az şey bilsek de o bizim hakkımızda çok şey bilir. Bu yönüyle panoptikonu da aşan bir gözetim mekanizmasıdır. Başka bir örneği sosyal paylaşım ağı Facebook üzerinden verebiliriz: Facebook ütopik bir ihtimali ayakta tutar. Geçmişte kaybedilen şimdi bulunacaktır. Bu gezegenin sakinleri, canları hangi yüzlerini sunmak istiyorlarsa, dünyaya onu sunarlar. Bukalemun benlikler. Facebook giderek bir hafıza silici olarak işlev gösterir. Sınırsız yüzümüzün olması, bağlanma gücünde bir azalmayı ve insan yaşamında bir daralmayı ifade eder. Sosyal medyada sahte kimlik ve sınırsız yüz üretilebilmesi, kişiyi hem kendini tanımaktan, hem de sosyal yaşamın içine girebilmekten uzaklaştırır. Medya doygunluğu çağında birey hayatını bir bütün olarak değil, parçalar ve epizotlar toplamı olarak yaşamaktadır. Tamamlanamayan, kırık dökük, paramparça hayatlar.
Teknolojideki değişimler kişiler arası iletişimin doğasını değiştiriyor, kendiliğinden gelişen toplumsal etkileşimler azalırken, elektronik etkileşimler artıyor. Böylece kişiler arası iletişim hünerlerimiz kayıplara karışıyor. Uzlaşma, konuşma başlatma, beden dilini ve yüze dair ipuçlarını okuma gibi beceriler bize yeni dostlar edinmek ve var olanları derinleştirebilmek için rehberlik eder. Bunlar öğrenilmediğinde içine kapanan birey, sığınak olarak internette teselli arıyor. Dış dünya, bilgisayar odasına büzüşüyor. Yüz yüze etkileşimin azalması empati duygusunu da köreltiyor. Birinin duygularını incitir ama tepkisini görmezseniz yaptığınızın neye yol açtığını anlamaz ve bunu telafi çabası içine girmezsiniz. Aşırı internet kullanımıyla duygusal zekâmız azalıyor ve yüz ifadelerini anlamakta zorluk yaşayabiliyoruz.
Siber âlem, meçhule attığımız kement. Onu avucumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında merhamet yoktur. Teknolojinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatıyor. Kısa dönem hafızamız zedeleniyor. Eskiden ahenk içinde çalışan beyin parçalarımız arasında iletişim bozuklukları oluşuyor. Merhamet, zihnimizin bir bütün olarak ve dingin bir şekilde çalışabilmesiyle mümkünken bu değişimin bizi merhametten uzaklaştırmaması mümkün olabilir mi? ‘İnsan meçhulün kahramanıdır’ demişti Peyami Safa. Bir karadelik gibi insanı öğüten modern teknolojilere bakınca, bir kahramanın zafer çığlıklarından çok, bir kurbanın iniltileri duyuluyor.
Dünya son yıllarda büyük bir hızla değişiyor, öylesine yeni araç ve teknolojiler geliştiriyoruz ki her an sanki geçmişe bir dönüp bakmamız, geçmişte neyin iyi olduğunu hatırlayarak ona bugünde bir yer ayırmamız gerekiyor. Bu yeni teknolojiler son on beş yılda hayatımıza o kadar nüfuz etti ve onu öylesine derinden değiştirdi ki; öğrendiklerimiz, bilgi edinme biçimlerimiz, iş kurma şekillerimiz, oynadığımız oyunlar ve iletişim kurma yöntemlerimiz geçmiş çağlardan farklılaştı. Bu hızlı dönüşüm çağında, iyiliğimiz için esas ve hayati olan bir şeyi kaçırıp kaçırmadığımız sorusunu daha çok sormalıyız. Dijital hayatlarımız asıl hayatımızı örtmemeli. Teknoloji bizim insan olarak altımızı oymak yerine bizi insan kılan, değer verdiğimiz şeylere hizmet etmeli. Mahrem hayatlarımıza ve iş ortamımıza artık iyiden iyiye sızmış olan teknoloji, ruhsal sorunların şekillenmesinde de bire bir rol oynayabiliyor. Sohbet odalarında veya sosyal ağlarda tanışan; çöpçatan sitelerinde evlenen; siber zorbalığa maruz kalmış; kimlik hırsızlığına uğramış; Skype üzerinden okyanus ötesi bir aşkı harlı tutmaya çalışan; hiç bilmediği coğrafyalarda, sosyal ağlar üzerinden kendisine sevgili arayan; e-posta yazışmalarında veya mesajlarda söyledikleri yanlış anlaşılmış, sanal dünyayı bırakamayan, ekrana bakmadan duramayan yüzbinlerce insan psikoterapi veya psikiyatrik yardım alma ihtiyacı duyuyor. Çünkü ilişki elle tutulur olmasa bile uyandırdığı duygu ve hayal kırıklığı gerçek ve yakıcı. O hâlde teknolojinin bizim için ne yaptığını incelediğimiz kadar, onun bize ne yaptığını da incelemeliyiz.
Bilgisayar, günümüzde egonun bazı veçhelerini yüklenmiş durumda. Pek çok bilişsel işlevi olan bir uydu ego gibi: Tutuyor, çevreliyor, bilgi ve hatıra depoluyor, duygulanımı kontrol ediyor, rahatlatıp teskin ediyor veya uyarıyor. Kimileri bilgisayar ekranıyla bu denli yoğun bir biçimde hemhal olmamızın iletişim becerilerimizi düşürdüğünü, dikkat süremizin ve soyut düşünce yeteneğimizin azaldığını söylüyor. İnsan kimliğinin büyük bir krizle karşı karşıya olduğu dile getiriliyor.
Özellikle ergenlik çağındaki gençlerle ebeveynleri arasındaki uçurum, geçmiş nesillere oranla bugün daha fazla. Bugünün gençleri “dijital yerliler” olarak isimlendiriliyor. Onlar hayatlarının eğitimden eğlenceye, oradan sosyal ilişkilere dek hemen her alanının dijital teknolojiler tarafından biçimlendirildiği bir çağın çocukları. Genç insanlar internet dünyasının dil, görenek ve kültürünü yakından tanıyor. Bunun aksine, ebeveynleri “dijital göçmen”dir, yabancı bir kültürü öğrenmeleri gerekmiştir ve pek azı bu dili akıcı bir biçimde konuşabilmektedir. Günümüzde, ergenliğe ve oradan yetişkinliğe geçişin sıradan törenleri dijital alana kaymıştır; pek çok ergen kendilerini bu mekânda öğrenip sınamaktadır. Oyunlarla kimlik deneyi yapar, çevrimiçi pornografi üzerinden cinselliği araştırır ve savaş oyunlarıyla içlerindeki saldırganlığı boşaltırlar.
Suçluluk/ahlaki endişe hissi bizi tahripkâr dürtülerden koruyan bir tür ruhsal deri gibidir. Siber alanın görünürdeki anonimliği, sınır konulmamış, suçluluk hissi uyandırmayan “serbest” davranışları artırıyor. İnternette oyun ve fantezi âlemine gark olan bir kişi bir süre sonra gerçeği tam olarak gerçek hissedemiyor. Sanal karakterlerin sanal dünyası giderek daha önemli hâle geliyor. 2010 yılında yaşanan trajik bir olayda, Güney Koreli bir çift sanal dünyada sanal bir bebeği büyütmeye çalışırlarken, kendi gerçek bebeklerini açlıktan öldürmüşlerdi.
Herkesin önündeki ekrana baktığı bir dünyada kimse kimsenin yüzüne bakmıyor demektir. Yüze bakarak konuşmak, muhatabını ciddiye almaktır. İnsan karşısındaki insanın hâline dikkat kesilerek, mimiklerini ve ses tonunu izleyerek onun kalbinin haritasını okuyabilir. Kalbe giden yolları bulamadığımız insanlarla oturduğumuzda, ekrana bakarız. Bu bazen bizi kendi kalbimize götüren yolları bilmediğimizde de olur. Söyleyecek bir sözümüz yoktur, ekrana bakarız. Kendimizden sıkılır bakarız, dünyadan sıkılır bakarız. Böylece karşılıklı konuşma yerini mesajlaşmaya bırakır. Konuşmanın sonu.
Zihnimizi etrafımızdaki insanlardan ve şeylerden aldığımızda kendi düşüncelerimizle ilgili daha iyi muhasebe yapabiliriz. Bu herkesin yapabileceği bir şeydir. Sürekli “bağlantıda” olduğumuz bir hayatın içinde ise bu yeteneğimizi kaybederiz. İlginç bir durum yaşıyoruz günümüzde, dijital ortama bağlanmadığımızda huzursuz oluyoruz. Bağlantısızlık endişesi. İnsanlar zamanın içinde, zamanla tek başlarına ne yapacaklarını bilemeyebiliyor. Yoğunlaşamıyor, sıkılıyor, hemen akıllı telefonları açıyor, mesaj yazıyor veya oyun oynuyorlar. Bir şeyin parçası olmak istiyorlar. Birinin kapsama alanında olmak istiyoruz. Oysa sıkıntıdan kaçarak değil ancak ona katlanabilmekle içe döner ve ruhsal manada gelişiriz.
Nasıl geliştirmeli tek başınalık yeteneğini? Dikkat ve saygılı konuşmayla elbette. Çocuk, dikkatli bir ötekinin varlığında tek başınalık yeteneğini geliştirir. Kendimizle arkadaşlık etmeyi öğreniriz tek başınalıkta, kendimizi dinleyebilmeyi öğreniriz. Yalnızlık, yalnız kalmanın sancısı iken; tek başınalık, yalnız olmayı seçmenin zaferidir. Yalnızlık fiziksel ve duygusal olarak acı verir, onu en çok istediğimiz anda bizden uzak kalan bir yakınlığın yokluğunu belirtir. Tek başınalık ise bilinçli ve iradi bir biçimde yalnızlığı yeğlemektir. Tek başınalığın ruha verdiği tatmin hissini yaşayamayan kişi, yalnızlığın verdiği ıstırabı tadar. Tek başınalık, lazım geldiğinde o yalnızlıktan dışarı çıkabilmektir de.
Zihinlerimiz gezinmeyi sever, çevresinde en ilginç bulduğu şeye yönelir. Çocuklar ve gençler şu sıralar çevrelerindeki en ilginç şeyin telefonları olduğunu düşünüyor ve en ufak bir fırsatta elleri oraya gidiyor. Onlara iç dünyalarına da bir şans vermelerini söylemeliyiz. Evet, cihazlarımızdan eriştiğimiz her yeni bilgi kırıntısı zihinlerimizi uyarıyor ve bize bir doyum veriyor. Evet, yeni olanın zihnimizi uyarması, bize çabuk erişilebilir bir hedef sunuyor. Bizim ani doyumlara değil hayal kurmaya ihtiyacımız var oysa. Hayal kurmak, gündüz düşlerinde gezinmek sağlam bir benlik oluşumuna ve yeni çözümlere imkân tanır. O hâlde elimiz telefona uzandığı her seferinde soralım: Neden gizleniyorum ben? Hangi endişeden kaçıyorum? Çok çalışmamı isteyen iyi bir fikirden mi? Üzerinde mesai harcamamı gerektiren çetrefilli bir sorudan mı? Kendimle baş başa kaldığımda ortaya çıkabilecek gerçeklerden mi? Bu soruyu soralım ve gerçek hayata dönelim. Kendi nefislerimizi terbiye ederken çocuklarımızı da ihmal etmeyelim. Çocuklarımıza sıkılmaları için fırsat verelim ve onların boş zamanlarını tıka basa etkinlikle doldurmayalım. Çocuklarımızın sıkılmakla tek başına kalma yeteneklerini geliştirebileceklerini, sükûnet ile kendi kimliklerini bulabileceklerini unutmayalım.
Konuşma devam etmeli zira yüz yüze konuşmak bizi insan kılar. Kendi incinebilirliğimizle başımızın hoş olması, üretkenlik ve mutluluk için kaçınılmaz. Sosyal medya ise bizden ne kadar incinmez, nasıl da “vurdu mu devirir” olduğumuzu göstermemizi bekliyor. Kendi sahici benliklerimizi mi ifade edeceğiz yoksa en iyi benliklerimizi mi çevrim içi dolaşıma sokacağız? İşte bu gerilim, sosyal medyanın sık kullanılmasının neden daha çok depresyon ve toplumsal endişeye yol açtığını da anlatıyor. Bazı araştırmalar sosyal medyayı çok sık kullanan insanlarda, hem kendilerinin hem başkalarının duygularını okuma yeteneğinin azaldığını gösteriyor.
Sohbet iyileştirir. Yüz yüze konuşmak kendimize ve başkalarına daha çok saygı duymamızı, başkalarıyla daha güzel bir biçimde ilgilenmemizi mümkün kılar. Konuşmak birbirimizi işitmek ve birbirimizle ilişki kurmak için elimizdeki en büyük imkân. Gözler kalbin aynasıdır. Yüzde gördüğümüz şeyi hissederiz. Ahlak yüzde başlar, çünkü yüz “Beni öldürmeyeceksin!” der.
Şimdi elindeki o telefonu usulca yere koy ve konuşmaya başla dostum.