Makale

DEĞERLER EĞİTİMİNDE EDEBİYATIN GÜCÜ

DEĞERLER EĞİTİMİNDE EDEBİYATIN GÜCÜ
“Ahlak olmadan asla! Ne yoksulluk biter ne zulüm. Lakin hangi ahlak?” (Mustafa KUTLU)

Doç. Dr. Alpay Doğan YILDIZ | Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi


Sevinç hikâyesi üzerinden değerlerin öğretilmesinde edebiyatın rolünü ele alacağımız Mustafa Kutlu, ahlak karşısında mütereddit değildir. “Uygarlığın tek ölçüsü vardır: Ahlak. Ahlakın tek kaynağı vardır: Din” diyen Kutlu, “Din denilince Hz. Âdem’den bu yana Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna gönderdiği tek dini” anlamamız gerektiğini söyler. (Kutlu, 2014: 41.) Ahlak’ın yerine “etik” kavramının yerleştirilmesine karşı çıkan yazar, dünyadaki meselelerin (açlık, savaşlar, gelir dağılımı…) ahlak olmadan çözülemeyeceğine inanır: “Ahlak olmadan asla! Ne yoksulluk biter ne zulüm. Lakin hangi ahlak? Allah’a, ahirete, hesap gününe inanmayan bir ahlak olabilir mi? Veya bir etik. Olursa neye yarar?” (Kutlu, 2014: 39.)
Değerlerin çocuklara nasıl kazandırılacağı konusu, yani “değerler eğitimi” üzerinde hayli emek sarf edilen bir meseledir. Edebiyat da değerleri tanıtma ve tanıtılan değerleri edindirmede önemli imkânlar sunar. Edebiyatın nasıl öğrettiği, nasıl öğretmesi gerektiği hatta öğretmesinin gerekip gerekmediği de hep tartışılmıştır. Sanatçılar bu tartışmanın değişik yerlerinde yer alabilirler. “Ahlak olmadan asla diyen” Mustafa Kutlu, edebiyatı “edep”ten, “ahlak”tan uzak tutmaz.
Sevinç bize iki simitçi çocuğun hikâyesini anlatır. Dışarıdan bakıldığında “kara-kavruk-zayıf” iki taşralı çocuk bir parkta ellerinde birer alüminyum tepsi simit satarlar. Öğle vakti acıkınca simit yemek isterler. Bir simit yeme imkânları vardır. Çocuklar, kimin tepsisinden simit yeneceğine karar vermek için çöp çekerler. Sonuçta çocuklardan birinin tepsisinden bir simit alınır. İki çocuk simidin iki ucundan tutar ve çekerler. Birine gelen simit parçası az diğerine gelen çoktur. Kendisine çok gelen arkadaşına biraz daha vermek ister. Arkadaşı kabul etmez. Önce kendi payına fazla simit düşen, sonra diğer çocuk ellerindeki simidi önlerinde biriken güvercinlere yedirirler. Güvercinler yedikçe çocukların mutlu olduklarını görürüz. Çocuklar güvercinlere dokunur. Simitler bitince güvercinler havalanırlar ve simit yiyen genç bir çiftin önüne konarlar. Çocuklar tekrar simit satmak üzere oturdukları banktan kalkarlar.
Gözle görünen yönüyle özetlediğimiz olay hikâyede acaba görünmeyen hangi yönleriyle, anlatıcıya ait hangi tercihlerle anlatılmıştır. Şimdi kısaca anlatımın bu yönüne bakalım. Hikâyede bize önce olayın yaşanacağı mekânı, olayı yaşayacak kişiler/iki simitçi çocuk gösterilir:
“Bir parkta iki simitçi çocuk.
Yan yana bir banka oturmuşlar.
Etrafta çiçekler, kelebekler; çocuklarının elinden tutmuş gezdiren anneler, kalın mercekli gözlükleri ile gazeteye dalmış ihtiyarlar, bin bir şamata ile birbirine sataşan, gülüşen mektep kaçkını öğrenciler, dilenciler, çöpçüler.
Simitçiler sekiz on yaşlarında. Kara-kavruk-zayıf. Belli ki beslenme yetersizliği ile büyümüşler. Aynı mahallenin çocukları bunlar, aynı ağızla konuşuyorlar, belli ki taşradan henüz gelmişler.
İkisi de yorgun ve aç.
Vakit öğle üzeri”(s. 7.)
Buraya kadar gösterilen ve gösterilenlere getirilen yorumlarla “Kara-kavruk zayıf, beslenme yetersizliği ile büyümüş, taşradan henüz gelmiş, yorgun ve aç” simitçi çocuklara karşı okurda “acıma, merhamet” duyguları uyandırılır. Anlatıcının şu gösterdikleri ile de okur bu çocuklara daha da bir acır, çocuklarla okur arasında duygusal bir ilişki oluşmaya başlar:
“Parkın çeşitli noktalarında bulunan büfelerden döner, sucuk kokuları geliyor. Önlerinden iri sandviçlerini ısıra ısıra kendi yaşlarında çocuklar geçiyor. Bezgin gözle etrafa bakıyor, bakmaktan usanıyorlar. Sonunda biri dayanamayıp:
- Hadi bir simit yiyelim, diyor.” (s. 7-8.)
Anlatıcının bize/okura gösterdiği üzere şehre yabancı taşralı simitçi çocuklar artık “dayanamayacak” kadar acıkmıştır. Anlıyoruz ki bu çocuklar ancak “dayanamayacak” kadar acıkınca “bir simit”i paylaşabilmektedirler. Yani birer simit yeme imkânları yoktur. Ve bu çocuklar büfelerden gelen “döner, sucuk kokularını” hissetmekte, “önlerinden iri sandviçlerini ısıra ısıra” geçen “kendi yaşlarında çocuklar”ı görmektedirler. Üstelik simit satmaları gerektiği için belki okula da gidemeyen bu “taşralı” çocuklar “bin bir şamata ile birbirine sataşan, gülüşen mektep kaçkını öğrencileri” de görmektedirler.
Anlatıcı buraya kadar anlattıklarıyla etraf ve akranları “sevinç” içindeyken tam tersi bir hâl içindeki (“kara-kavruk-zayıf, yorgun, bezgin ve aç”, şehre yabancı/taşralı) iki simitçi çocuğu bize gösterir. Çocuklara karşı içimizde uyanan merhametle onların bir an önce karınlarını doyurmalarını isteriz. Hatta o parkta olsak bu çocuklara da “kokusunu duydukları döner ve sucuk”tan, önlerinden geçen akranlarının yedikleri iri sandviçlerden ısmarlasak. Anlatıcının bize söylediğine göre bu durum olayın yaşandığı güne mahsus değil, çocukların “her zaman” yaşadıkları bir hâldir (“Her zaman yaptıkları gibi.” “Her zaman böyle yapıyorlar.”).
İşte, bize tanıtılan, içerisinde bulundukları gerçekliği dıştan ve iç dünyalarından öğrendiğimiz; durumlarını hissettiğimiz, kendilerine acıdığımız… bu taşralı çocukların yiyecekleri bir tek simidi paylaşırken yaptıkları, unuttuğumuz; fakat unutmamamız gereken (ya da bilip de uygulamadığımız) temel ahlaki değerleri gösterir bize. Bizler bu simitçi çocukların yarısı kadar ahlaklı olsak birçok meselemiz hallolmaz mı? Dünyadaki problemlerin temelinde “paylaşamama” olduğunu hatırlayarak bu taşralı çocukların bir simidi paylaşması ve sonrasında yaşananlara daha yavaş, daha yakında bakalım:
Önce, çöp çekerek kimin tepsisinden simit yeneceği belli olunca “kaybeden” yani simit verecek çocuk “tasalanmaz.” Sonra, “simidin bir ucundan biri, öbür ucundan öteki tutup” asılarak simit iki parçaya bölününce simitten “birine az ötekine çok” düşer; fakat iki çocuk da “hakkına razı” olur. Görüldüğü gibi çocuklar arasında yapılan paylaşım gerektiği gibi, kurallara uygun yapılmış, kimse kimseyi kandırmamıştır. İşte tam da burada çocukların yaptıkları unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır hepimize:
Bir şey hakkımız, bizim olabilir. Onu kuralına göre, hak yemeden biz kazanmışızdır. Onu istediğimiz gibi kullanabiliriz. Ama çocuklar, hakkımız olan bir şeyi kullanmadan/harcamadan “vicdan”a da danışılması, onun söylediklerine göre hareket edilmesi gerektiğini hatırlatır bize. Paylaşıma/şansa göre kendisine büyük parça gelen çocuğun normalde bu duruma sevinmesi gerekirken (“kazanmıştır” çünkü) aksine “canı sıkılır.” Bu can sıkıntısı vicdanın sesidir. “Olmadı” der. (“Kazanma” ahlakı odaklı günümüzde hangi kazanan sevinmez.) Yani bu çocuk “kendisi için istemediğini başkası/arkadaşı için istemez.” Diğer çocuk ise paylaşımda bir usulsüzlük/kuralsızlık olmadığı için “şans işte, boş ver” deyip “hakkına razı” olsa da “Büyük parçayı kazanan bir türlü” yiyemez. Çünkü vicdanı bu paylaşımın “Şans da olsa haksızlık” olduğunu söylemektedir. Bu nedenle “Dayanamayıp fazla parçayı” koparıp arkadaşına uzatır. Ancak, “O senin hakkın diyen arkadaşı” kabul etmez. Bu bir iki dakikalık sahnede bir şeyi daha hatırlarız taşralı çocuklardan:
“Kara-kavruk-zayıf, yorgun, bezgin ve aç” çocuklar bir simidi “adaletle, vicdanın da rahat edeceği şekilde paylaşma”ya gayret ederken önlerinde oluşan “güvercin bahçesi”ni fark ederler. Kendisine büyük parça gelen, fakat vicdanı onaylamadığı bu parçayı “yiyemeyen” çocuk fazlalık parçayı “güvercinlere doğrar.” Yanlarına gelen “uyanık” güvercinleri sevmeye, okşamaya başlayan çocuklar “kalan simitlerini de” “aç sandıkları” “yüzsüz güvercinlere” doğrarlar.
“Kendileri ihtiyaç sahibi/aç” olan çocuklar; ihtiyacın doruk noktasında ellerindekini ihtiyaç sahibi olduğunu düşündükleri bir başkasına (güvercinlere) verirler. Belki “yüzsüz” güvercinler onları kandırmıştır. “Kendisi ihtiyaç sahibi iken elindekini bir başka ihtiyaç sahibine verme” de “güzel ahlak”ın gereği değil midir? (Bu güzel davranışa/ahlaka “isar” denildiğini biliyoruz) Üstelik bu çocuklar “sevdikleri şeylerden” verirler. Yine çocuklar “severek” verirler, verdiklerini incitmezler (Güvercinleri severler). Çocuklar “güzel ahlak” gereğince işler yapınca başka bir şey olur: “Kuşlar yedikçe sanki onlar doyuyor” olurlar. Kendileri aç oldukları hâlde yiyeceklerini “severek” paylaştıkları “Güvercinlerin parlak tüylerinden geçen sevgi ve merhamet en saf hâli ile çocuk kalplerini doldurur.” Yani çocukların verdikleri bir şey azalmış, bitmiştir ama çocukların başka bir şeyi/sevinçleri çoğalmıştır.
Simitler bitince güvercinler uçar, “ileride simit yiyen genç bir çiftin önüne” konarlar. Çocuklar önce birbirlerine “sonra güvercinlere” bakarlar. Kendileri ihtiyaç sahibi/aç iken ellerindekini paylaştıkları “arsız” güvercinlerin kendilerini kandırıp kandırmadıklarını düşünmezler. Görüneni gösterirken görünmeyeni de gösteren; görünmeyenden bahseden edebiyatın anlatımıyla simitçilerin parkta şahit olduğumuz üç beş dakikalık maceraları sona ererken evde devam edecek hikâye bizim muhayyilemize bırakılır:
“İkisi de sevincini bulmuştu.
Artık ne açlık, ne tasa. Artık gidebilirler, yeniden satışa çıkabilirler.
Her birinin etrafında yüzlerce melek dolaşıyor. Elbette bütün simitlerini satacak, cepleri para dolu olarak analarına koşacak, bu güvercin hikâyesini anlatacaklar.” (s. 9-10.)
İnsanlığın kabul ettiği bazı ortak değerler, ahlak ilkeleri vardır. “Güzel ahlakın” ilkelerini Allah anlatmıştır. Bunların neler olduğunu biliriz ya da bize anlatılabilir. Güzel ahlakın anlatılması kadar “güzel anlatılması” da önemlidir. Güzel anlatmanın yollarından biri de edebiyattır. Sevinç hikâyesi, güzel olan değerlerin; güzel ahlâkın güzel anlatıldığı bir edebî metindir. Yazar, edebiyatla anlatmaya kendi edebî gücünü katarak önce bize iki çocuğun “acınacak” durumlarını göstermiş ve onlara bizi inandırmış, sonra bu acınacak durumdaki çocukların “güzel davranışlarını” göstermiş, en sonra ise güzel davranışın sonucunun ne olacağını göstermiştir.
İşte edebiyatın gücü. Edebiyat sıkmadan bizi güzel şeyleri gösteriyor, gösterdiklerine inandırıyor, gösterdiği güzel şeylerle bizde de güzellik oluşturuyor. Onun metinlerindeki güzel insanlar, onların yaptıkları güzellikler bizim de güzellik duygumuzu besliyor. Öyleyse fırsat buldukça onun güzel metinleriyle gençleri buluşturarak bizler de güzellik yapmalıyız.