Makale

KIYGI

KIYGI
Sevilay MERALER

Şirret uyanmamıştı henüz. Henüz, kanın o tiksindiren dokusunu tatmamıştı dünya. Ne göğün renginde is ne yağmurunda asit ne de rüzgârında zehir vardı. Hırsın kökleri, toprağa salınmamıştı.
Gökyüzündeki her yıldız, ait olduğu yere nasıl sabitlenmişse, yeryüzünde de her şey ait olduğu renge, en güzel yüzüyle, öyle sabitlenmişti.
Gün şaibesiz doğup, şaibesiz batıyordu. Toprak münezzehti, denizler safi...
Kışın soğuğundan, baharın sıcağına göçen leylekler, henüz, zulmün soğuğundan, acının sıcağına göçen mazlumlara rastlamamıştı. Kargalar, hiçbir caniyle karşılaşmamış ve kazdıkları hiçbir mezarda çıyan görmemişti. Pırıl pırıl nehirler, meyveli ağaçlar, değerli madenler ve renk cümbüşü çiçekler herkesindi. Hudut, tapu, antlaşma gibi kelimeler, henüz yeryüzüne düşmemişti. Henüz kimse ‘benim!’ dememişti. Âdem’in elleri, denizden çıkmış beyaz bir balık gibiydi, kalbi de...
İblis kulağına fısıldayalı, çamura/kendisine düşüp kirlenen kalbi, yeni yeni aklanmıştı. Ektiği bütün tohumlar kısa bir süre sonra filizlenip, buğdaya dönüştükçe ve bütün buğdayların tadı aynı olunca, ümitle bakmıştı dünyaya. Âdem, İblis’ten arınık kalbi ve dingin ruhu ile kendini, bu dünyaya, bir ceylanın yüzüne bir kaç damla yağmur serpiştirmeye veya bir kumruyu güneşle uyandırmaya gelmiş gibi hissediyordu. Bir gülibrişimle bitmez tükenmez hasbihâllere dalarken, dünyanın, az ötede duran o yasemin gibi daima halis kalacağını düşünüyordu.
İnsandı Âdem. Rahman’ın nefesi tüm benliğine işlemiş, latif bir varlıktı.
Vade dolana dek, varlığındaki bu derin güzelliğin, bu nefaset ve insicamda süreceğini sanıyordu. Bu sürur içinde yaşayabileceği düşüncesi ile bütün yorgunluğunu taşlara emanet edip, büyük bir metanetle serin bir vakte sığındı.
Fakat uzun sürmedi bu kutlu merasim.
Bir gün, tarlasının, o saf buğdayından yediği ekmeğin, kekremsi tadıyla gerildi.
Dudağının kenarında, bir şebnem tanesi gibi kalan tebessümü yere düştü. O şebnem buralı değilmiş, anladı.
Sonra bir saika düştü dünyaya, bir vaveyla ruhlara ve bir ağıt rüzgâra...
Taşlar çatladı, sular küflendi, ekinler çürüdü.
Hep doğumlara şahit olan Âdem, Kabil’i gördü, elinde Habil’in ölümü...
Kabil, kalbini, İblis’in sözleriyle cilalamıştı. Bu sebep ile gönlü isliydi.
Yaradan’ı ve yaratılanı, nefsinin adıyla okumuştu. O da İblis gibi ‘ben!’ demişti.
Yeryüzüne miras kalacak o hırs dolu soluk, hışım dolu bakış, garaz dolu yumruk ve haset dolu ant, onda vücut bulmuştu.
Gökyüzünde ilk defa İblis’in hissesine düşen haset, yeryüzünde de ilk defa Kabil’ in hissesine düşmüştü ve bu düşüş, sonsuza dek devam etti. İblis’i huzurdan kovduran hırs, Kabil’i bir caniye çevirdi. İblis Âdem’i kıskandı, Kabil Habil’i… Bu hasetle, insana ait ne varsa cayır cayır yandı. Sonra, erdeme ait ne varsa küle döndü ve bu küllerden bir daha hiçbir fazilet doğmadı.
Kabil’in, hasetten kara bir zehir topuna dönüşen kalbi, bütün duyularını köreltti. Baktığı her şeyde İblis’in çizdiği resimleri gördü. Duyduğu her tınıda, İblis’in şarkılarını dinledi. Diline düşen İblis ise en şerli olanıydı. Kurduğu her cümle, yeryüzünü dikenli bir sarmaşık gibi sardı ve bütün çocukların düşlerini kanattı. Bundan dolayı diline vurulan mühür yüzünden Kabil, varlığının güzelliğine hiçbir zaman ulaşamadı.
İblis’in sözleri, toprağa biraz sonra tutuşacak bir saman yığını gibi dağıldı. Kabil, bu sözlerden, kendini Habil’e götürecek bir yol çizdi. Attığı her adımla yangına dönen bu yol, vardığı yerde, Kabil’in her iki dünyasını da yaktı.
Habil, inananlardandı. İnanan her kula nasip olan o vakar, O’nda da vardı. Kabil’in bu düşük tavrı karşısında duruşunu bozmadı. O âlemlerin Rabbinin verdiği müjdeyi duymuştu. Zahirde görülen acının, batındaki huzurundan haberdardı. Faniyi bakiye değişmedi. Ruhunu cesede teslim etmedi. Zalimlerden olmadı.
Kabil kardeşini öldürüp, cesediyle baş başa kalınca, derin bir pişmanlığa düştü. Bu pişmanlıkta kendini teselli edecek cümleler duymak istedi fakat İblis, ağına düşürdüğü herkes gibi onu da ateşe attıktan sonra terk etti. Çünkü İblis’in fıtrata müdahalesinde, vicdana dokunma izni yoktu. Kabil bir ateşten çıkıp başka bir ateşe düşmeni pişmanlığında öylece bekledi.
Kardeşini gömmeyi bir kargadan öğrenen Kabil, merhametini gömmeyi de İblis’ten öğrenmişti.
Pişmandı. Fakat heyhat! Çok geç kalmıştı.
Âdem geldi sonra. Habil’e baktı. Oğlunun ellerinde nur, gönlünde sürur gördü.
Cennette selamlanan bir kul, nasıl baktıysa nurdan saraylara, Habil de öyle baktı babasına.
Âdem geldi sonra. Kabile baktı. Oğlunun ellerinde kan, ayaklarında katran gördü.
Kefene sarılmış bir ceset nasıl baktıysa dünyaya, Kabil de öyle baktı babasına.
Âdem’in Kabil’e olan öfkesi, Habil’e duyduğu keder ile harmanlandı. Kabil’e şöyle seslendi:
Ey aynı sancıların çocuğu! Aynı ayrılığın feryadı, aynı sütün fakiri! Kanının rengi aynı olan ey!
Söylesene! Hangi halvet çeldi aklını, hangi şeytanın gölgesi düştü üzerine? Kıvrılıp yatarken zebanilerin koynunda, hangi ara öğrendi ruhun keyif almayı? Hakikatin yazgısını kanla yazmayı marifetten sayarken, cenneti hak görmeyi, hangi körlüğün ocağında körükledin?
Bu kibir, bu haset nedendi? Seni Habil’den ayıran neydi? Hücrelerinin sayısı mı farklıydı, yoksa ciğerinin çeperi mi daha genişti? Gamı nakşederken dünyanın ellerine, nasıl bir narkoz aldın da kardeşini deşip geçti? İblis iğneleri gözlerine nasıl batırabildi?
Ey kâbesi kara, sermayesi yara, durağı muamma! Ey aynı taşın konuğu, aynı toprağın ölüsü! Aynı sorunun, aynı karşılığı! Ey unutan, unutan, unutan... Unutma! İnsan unutandır, Sırat hatırlatan!
Gözlerinden sicim sicim akan gözyaşlarıyla Âdem, iki büyük acıyı kalbine yüklenerek ayrıldı. Kabil kaçtı.
Bu dünyada hissedilen her an, yaşanılan her dakika ve geçen her gün hızla akarken, geleceğin vakitlerine de kendinden bir parça taşıyarak akar. Kabil’in kardeşini öldürdüğü o gün de bugüne, kendinden bir parça taşıdı. O gün dünyanın duvağı açıldı. Müminlerin yazgısı o gün düştü toprağa. O gün başladı dünyanın kemliği. İnsanın, merhamete tutunan bağı, o gün kesildi ve salt bu sebep ile bir ömür dinmedi gözündeki yaşlar.
Zekeriya’yı kesecek eller o gün saklandı o ağacın kavuğuna. Yahya’nın celladı o gün biledi kılıcını. İsa’nın çarmıhı o gün çivilendi. O gün katıldı zehir Hasan’ın bardağına. Hüseyin’den o gün kaçtı nehirler. Kerbela’nın toprağına zehirler o gün serpildi. O gün yaraladı Ali’yi hançerler.
O gün yandı Halep. Srebrenitsa’da katliamlar o gün yapıldı. Arakan’da müminler o gün yakıldı. O gün vurdu Aylan’nın cesedi kıyıya. Aynı gün tasarlandı Meryem’e iftiralar, Ferhunde o gün taşlandı.
Ve bir bela sardı dünyayı. Hem de inananların yakasını hiç bırakmamacasına.
Bizleri Kabil’in kavminden koru Rabbim!