Makale

RAHMET VESİLESİ OLARAK FIKHİ İHTİLAFLAR

RAHMET VESİLESİ OLARAK FIKHİ İHTİLAFLAR
Dr. Yüksel SALMAN | Dini Yayınlar Genel Müdürü

Genel olarak ihtilaf

Farklılık hayatın bir gerçeğidir. İnsanlar, fikirler, tüm canlılar, neredeyse tabiattaki her şey birbirinden farklıdır. İnsanların duyguları, tepkileri ve olaylara yaklaşım biçimi birbirinin aynı değildir. Her insanın zekâ ve kavrayış biçimi, ilim, sanat ve meslek becerisi ayrıdır. İnsanların doğuştan sahip olduğu ve hayatın devamlılığı için de gerekli olan bu durum, “tabii ihtilaf” olarak değerlendirilmiştir. (Cürcani, Seyyid Şerif, I, 25-26.) Fertler, gruplar, ilmi felsefi oluşumlar arasında çeşitli sebeplerle sonradan ortaya çıkıp gelişen farklılıklar ise “kesbi ihtilaf” olarak değerlendirilmiştir. Fıkhi ihtilafları da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu tür bir ihtilafta her bir görüş diğerini hatalı kabul etmekle birlikte, görüş ayrılığı ancak asgari müşterekleri bulunan taraflar arasında söz konusu olabilir. Bu asgari müşterek de daima farklılık noktalardan bir üst derece olarak değerlendirilmiştir. (Özen, Şükrü, İhtilaf, DİA, XXI, 565.)

Kavramsal çerçeve

İhtilaf, birinin tuttuğu yolun dışında farklı bir yol ve yöntemi benimsemektir. (Muhammet Avvame, Edebü’l-İhtilaf fi Mesaili’l-İlmi ve’d-Din, s. 8.) İhtilaf bir delile dayanır ve çoğu zaman aynı anlamı taşıdığı düşünülen “hilaf” kavramından ayrıdır. Hilaf, kitap, sünnet ve İslam müçtehitlerinin görüşüne aykırı biçimde ortaya çıkan veya içtihat konusu olmayan bir alanda cereyan eden farklılık, ihtilaf ise naslara uygun ve içtihat alanında delile dayalı ortaya çıkan farklılık şeklinde tanımlanmıştır. (İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, IV, 457.) İhtilaf, bir konuda çözüme/hükme giderken, yol-yöntemin ayrı, maksadın ise bir olmasıdır. Hilaf ise hem yolun, yöntemin hem de maksadın muhtelif olmasını ifade eder. İslam fıkhında hâkimin delile dayanmadan verdiği hüküm feshi gerektirir, bir delile istinaden verilen hüküm ise fesih sebebi değildir. Bu değerlendirmeler ışığında denilebilir ki hilaf, işin özünde ve aslındaki farklılığı, ihtilaf ise, şekil ve lafızdaki farklılığı ifade etmektedir.

Fıkıh ve ihtilaf

Toplumsal bir gerçek olarak insanların karşılaştıkları problemler sınırsız, naslar ise sınırlıdır. Müslümanlar için kıyamete kadar yol gösterici olan Kur’an ve sünnette yer alan konulara ilişkin ayrıntılı hükümlerin sayısı azdır. (Evlenilmesi yasak olanlar, evlilik sonrası kadının beklemesi gereken süre, miras hükümleri, vb. bunlar arasında sayılabilir.) Kur’an ve sünnet, çoğu kez detaylara girmeden, her zaman ve mekânda geçerli evrensel hükümler ve ilkeler koymuştur. İşte her zaman ve mekanda geçerli olan bu ilkelerin tarihsel süreçte ve coğrafyalarda nasıl işletileceği, bir başka ifade ile ilahi hitabın özündeki mesajların günümüze nasıl taşınacağı, nasıl anlaşılıp yorumlanacağı konusu farklı mezheplerin ortaya çıkışında önemli bir etken olmuştur. Gidilecek yol anlamına gelen mezhepler de fıkhi problemlere çözüm üretmedeki yaklaşımları sebebiyle bu ismi almıştır ki, her mezhebin kendine özgü bir yöntemi oluşmuştur. Tarihsel süreçte akait alanında ulemanın ortak kanaatinin oluştuğu genel esaslar ve ilkeler bazında ihtilaf doğru karşılanmazken, fıkhi konularda müçtehitler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmıştır. “Hata ihtimali ile birlikte bizim mezhebimiz doğrudur, doğru olma ihtimali ile de muhalifimizin mezhebi hatalıdır.” (Özen, Şükrü, İhtilaf, DİA, XXI, 566.) şeklinde ifade edilen bu anlayış, bazı istisnalar dışında İslam âlimlerince geniş kabul görmüştür.

Ashap döneminde ihtilaf

Ashap, Rasul-i Ekrem’in sağlığında iken karşılaştıkları problemleri Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sorarak çözüme kavuşturmuşlardır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ihtilafları ortadan kaldıracak bir merci olmadığından, İslam’ın ilk iki asrında Müslümanlar dinî problemlerini diledikleri âlime sormuş ve verilen cevaplar içinde istediklerini uygulamışlardır. Sahabe, farklı içtihatları sebebiyle birbirlerini tenkit etmiş olsa da edep ve ahlak ilkelerini aşarak muhaliflerini kınamamış ve engelleme yoluna gitmemişlerdir. El-Muvatta’yı kanun kitabı hâline getirme teşebbüsü karşısında İmam Malik’in söylediği, “Âlimlerin ihtilafı Yüce Allah’ın bu ümmete bahşettiği bir rahmettir, herkes kendince doğru olana uyar, herkes doğru yoldadır ve herkes Allah’ın rızasını aramaktadır.” sözü, o dönemde İslam toplumundaki anlayışı göstermesi açısından önemlidir.
Bu dönemde, fetihler ve çeşitli görevler sebebiyle Medine dışında bulunan sahabenin, vahyedilen bazı ayetler hakkında bilgi sahibi olmaması, yahut hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilmemiş olması ihtilaf sebeplerinden bazılarıdır. Örneğin İbn Mes’ud, bir soru üzerine mehir tayin etmeden kocası ölen kadın hakkında Rasulüllah’tan bir hüküm bilmiyorum diyerek, buna içtihadı ile cevap vermiştir. İçtihadının Rasulüllah’tan sabit bir hadise uyduğunu öğrenince de sevinmiştir. Yine Ebu Hureyre, cünüp olarak sabahlayan kimsenin oruca müsait olmadığını söylerken, Rasulüllah’ın hanımlarından birinin konuya dair hükmü haber vermesi üzerine re’yinden vazgeçmiştir.
Fıkhın gelişmesi ve ihtilaf
Sahabe döneminde fıkhi hükümlere delil ararken ulemanın başvurdukları kaynak Kur’an ve sünnet iken, tabiin devrinde sahabenin söz ve davranışları da hükümlerde belirleyici olmuştur. Etbau’t-tabiin devrinde bunlara tabiin fukahasının sözleri de eklenmiştir. Böylece fıkhın kaynakları artmış, doğal olarak ihtilaf sebepleri de çoğalmıştır.
Özellikle Abbasiler döneminde ülke sınırlarının genişlemesi ve fetihlerle birlikte yeni milletlerin Müslüman olmasıyla farklı kültürler, alışkanlıklar ve hayat tarzları ortaya çıkmıştır. Fukaha bunların bir kısmını İslam’ın ilke ve esaslarıyla uygunluk arz ettiği için kabul etmiş, uygun olmayanları ret ve ıslahı mümkün olanları da ıslah cihetine gitmiştir. Bu kapsamda Irak’ta Ebu Hanife, Suriye’de Evzai, Mısır’da Leys b. Sa’d ve Şafii, bulundukları bölgelerin fıkhi problemlerine çözüm üretmişlerdir.
Sahabe ve tabiin devrinde görülen içtihat ihtilafı bu dönemde problemlerin artması sebebiyle daha da çoğalmıştır. Kitap ve sünnette geçen bazı lafızların anlamları, sözün hakikat veya mecaza yorumlanması, birbirine zıt gibi duran ayet ve hadislerin telifi, hadisin bilinip bilinmemesi veya güvenilir bir yolla ulaşıp ulaşmaması, içtihat usulü ve çevresel faktörler gibi unsurlar başlıca ihtilaf sebebi olmuştur. (Karaman, Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, s. 172.)
Ferdi ihtilaflar dışında fıkıh mektepleri (ehl-i re’y ve ehl-i hadis) şeklinde ortaya çıkan anlayış ve yöntem farklılıkları da önemli bir ihtilaf kaynağı olmuştur. Sahabe devrinde daha çok çevre ve üstat farkına dayanan gruplaşmalar, Abbasiler dönemi ile birlikte daha çok prensip ihtilafına dönüşmüştür. (Karaman, s. 175.) Fıkhi konularda hadis ve re’yin yeri konusunda ortaya çıkan bu ihtilaf, bir takım görüş farlılıklarını da beraberinde getirmiştir.
Re’y ehl-i fakihlerinin sadece meydana gelmiş hadiselerle yetinmeyip, olması muhtemel konularla ilgili de fetva vermeleri, bir taraftan fıkhın gelişmesine katkı sağlarken, tabii olarak yeni fıkhi tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Şu var ki, fukaha arasında yaşanan bu kabil ihtilaflar, onları birbirinden uzaklaştırmamış, bir ayrışma, inatlaşma sebebi olmamıştır. Özellikle o dönemlerde yaygın olan ilmi seyahatler; fakihler arasında bilgi paylaşımına, böylelikle de ihtilaf sebeplerinin ve farklı hükümlerin daha yakından bilinmesine vesile olmuştur. Rabiatu’r-Rey Medine’den Irak’a gidip oradaki fıkhi uygulamaları öğrenip tekrar Medine’ye dönmüş, İmam Muhammed Medine’ye giderek İmam Malik’in Muvatta’ını okumuş, İmam Şafii Medine, Irak ve Mısır’a seyahatlerde bulunmuştur.
İmam Şafii, müçtehidin muhalifini dinlemekten kaçınmaması gerektiğini, onu dinlemesi hâlinde, bilmediği bazı hususları farkedip fikrini daha da sağlamlaştıracağını belirtmiştir. (Şafii, er-Risale, s. 40.) O’na göre müçtehit, muhalifinin görüş serdederken hangi delile dayandığını, itibar etmediği görüşü de neden bıraktığını anlamaya çalışmalı ve insaf sınırlarını hep korumalıdır. Bu sayede kendi dayandığı görüşün tutarlılığını anlamaya çalışmalıdır. (Şafii, er-Risale, s. 510-511.)
Başlangıçta bir zenginlik sebebi olarak daha geniş müsamaha ile karşılanan fıkhi konulardaki ihtilaf, hicri II. yüzyıldan itibaren sorgulanmaya ve meşruiyeti tartışılmaya başlamıştır. Kur’an’da ihtilaf ve tefrikadan sakındıran ayetlerdeki genel ifadeler (Âl-i İmran, 3/19; Nisa, 4/82; Şura, 42/13.) de bir gerekçe olarak ileri sürülmüştür. Bu âlimler, söz konusu ayetlerden hareketle, dinde ihtilafa yer olmadığını, aksine dinde uzlaşma ve birlik olmanın emredildiğini ifade etmişlerdir. Bununla birlikte ihtilafa karşı olanların önemli bir kısmı, içtihat neticesi farklı görüşlerin benimsenmiş olmasına değil, deliller ortaya çıktıktan sonra ihtilafın sürdürülmesine karşıdırlar. Nitekim İbn Hazm, dinde ihtilafın caiz olmadığını söylerken, bununla Allah Rasulü’nün emrine muhalefetin caiz olmadığını ve Hz. Peygamber aracılığıyla Allah’tan gelen bir konuda ihtilafa ve ulemanın ortak kanaatinin oluştuğu konularda niza ve çekişmeye girişilemeyeceğini belirtmiştir. (İbn-I Hazm, el- İhkâm, V, 70.)

Fıkhi konularda ihtilaf sebepleri

Usule dayalı ihtilaflar

Sahih bir nas bulunmaması halinde re’y, kıyas, istihsan, ıstıslah, örf gibi kaynak değeri fakihler arasında tartışmalı olan delillerin hüküm verirken esas alınıp alınmayacağı; nasların olaylarla bağlantısının kurulması bağlamında, nassın zahirini veya maksadını dikkate alarak hüküm tesis etmede yahut hukuki işlemlerin geçerliliğini zahiri şartlara veya niyete göre belirlemede yaşanan yaklaşım farklılıkları fıkhi ihtilafların oluşumunda etkili bir unsur olmuştur. Örneğin nassın zahirine göre amel etme konusunda ön plana çıkan ve bunu kendine özgü bir yöntem olarak belirleyen zahiriler bunun örneklerinden biridir. Usule ilişkin kuralların pratik olaylara tatbiki neticesinde ortaya çıkan ihtilafları da burada zikretmeliyiz.

Delile dayalı ihtilaflar

Kur’an ve sünnetin fıkhın asıl kaynakları arasında yer aldığı hususunda bir ihtilaf yoktur. Nas sübutu ve delaleti yönüyle kat’i ise, içtihada kapalıdır. Ancak sübut veya manaya delalet itibarıyla zanni olan naslardan hüküm çıkarılması konusunda fıkıh mezhepleri arasındaki yaklaşımlar da ihtilaf sebeplerindendir. (Köse, saffet, “İslam Hukuk Ekolleri ve İhtilaf Sebepleri”, İslam Hukuku, s. 98.) Ayetin mutlak ve mukayyet oluşu, hakikat veya mecaz olması, nasih, mensuh, vb. oluşu, yine nasların manaya delaleti (ibare, işaret, iktiza, delalet) ihtilaf sebepleri arasındadır. Benzer durum hadisler için de geçerlidir. Örneğin Hz. Peygamber’in kimi tasarruflarının bir peygamber olarak mı, bir devlet başkanı olarak mı, yoksa bir hâkimin hükmü olarak mı değerlendirileceği konusunda birbirinden farklı görüşler söz konudur. Öte yandan nassın illetinin belirlenmesinde usul âlimlerince konulan ilkeler ve yöntem farklılıkları da sonuçta değişik hükümlerin ortaya çıkmasında bir etken olmuştur.

Dile dayalı ihtilaflar

Arap dilinin özelliği ve kendine has kullanım tarzı da fakihler arasında bir ihtilaf sebebi olmuştur. Örneğin, kelimenin müşterek, hakikat veya mecaz oluşu, emir kipinin vücuba mı, nedbe mi yoksa ibahaya mı delalet ettiği veya nehiy kipi ile gelen bazı yasaklamaların, harama mı yoksa kerahete mi delalet ettiği yönündeki tercihler de fakihler arasında ihtilaf sebebi olmuştur.

Çevresel faktörler

Hz. Peygamber’in vefatından sonra âlim sahabilerin farklı merkezlerde yürüttükleri eğitim faaliyetleri ve bu faaliyetlerin bir okula dönüşmesi, daha sonra sahabeye tabi olan tabiinin nasları anlama, yorumlama ve olayların tahlilinde gösterdikleri yaklaşım, ameli hükümlerin elde edilmesinde değişik ekolleri beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda hicri birinci ve ikinci asırda ekoller oluşmaya başlamıştır ki, re’y ve hicaz medreseleri bunun en belirgin örnekleridir. Bu yapılanmada özellikle coğrafi yapı ve çevre faktörleri önemli bir etkiye sahip olmuştur. (Coulson, Noel J. , İslam Hukuk Biliminde İhtilaf ve Gerilimler, s. 50.) Örneğin Irak bölgesinin zengin ve dinamik bir kültürel yapıya sahip olması, farklı kültürlerin kavşak noktasında yer alması, fetihlerle ortaya çıkan yeni kültür, örf ve âdetler re’y ve kıyasın işletilmesini, dolayısıyla ağırlıklı olarak re’ye dayalı fıkıh ekolünün doğuşuna zemin hazırlamıştır. İmam Şafii’nin Irak’tan Mısır’a gittiğinde görüşlerini büyük ölçüde değiştirmesi; zamanın, coğrafyanın ve bölgesel unsurların, örf ve âdetlerin fıkhi hükümlerin zaman ve mekan bağlamında değişebildiğinin çok bariz bir örneğini teşkil etmektedir. Bu durum mecellede, “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.” (Madde, 39.) şeklinde yer almıştır.
Bütün bunların yanı sıra, müçtehitlerin bilgi, tecrübe ve anlayış farklılıklarından kaynaklanan ihtilafı da göz ardı etmemek gerekir.

İhtilaflar karşısında tutum

Sahabe ve tabiin ile sonraki dönemde gelen âlimler, ihtilafa düştükleri konularda temel bir yaklaşım olarak Kur’an’a ve sünnete başvurmuşlardır. İslam’ın ana kaynaklarıyla çelişmediği sürece, fakihler nezdinde genel kabul görmüş ilke ve kurallara ters düşmeyen, zamanın seyri ve yaşanan coğrafyanın tabii şartları içinde oluşan ve liyakat sahibi âlimler nezdinde vuku bulan görüş ayrılıkları Müslümanlar için bir rahmet, genişlik ve kolaylık sebebi sayılmıştır. Kur’an’ın sarih nassına, sahih sünnete ve icmaya aykırı olan hususlar ise kabul görmemiştir. (Avvame, s. 46.)
Mezhepler arası ihtilaflar, çoğunlukla öze ve esasa ilişkin değildir. Genelde müçtehitlerin benimsediği ilke ve usullere, yönteme dayalıdır. Fakihin yaşadığı sosyal çevreden, örf ve adetlere ve problemi çözme biçimine kadar bir dizi temele, delile dayanır. Her bir fakih, sonuçta “murad-ı ilahî”yi bulmaya, ona ulaşmaya çalışır. Bu yüzden fakih, gerekli liyakat ve bilgiye sahip olduğu süre hata etse de mazurdur ve ecir alır. (Buhari, İ’tisam, 21; Müslim, Akdiye, 15.) Çünkü vasıtalar farklı olsa da amaç birdir. Fakihlerin yüzyıllar önce serdettiği görüşler ve ulaştığı sonuçlardan o günün şartlarında tercih edilmeyenler bile bugün dünyanın değişik bölgelerinde farklı kültürel ve coğrafi bölgelerde yaşayan Müslümanlar için fıkhi problemleri çözmede çok değerli bir ufuktur. Zaruri durumlarda bir çıkış yoludur. İşte bu yönüyle ihtilaf, bir zenginlik ve rahmet vesilesi olarak telakki edilmiştir. “Doktrindeki ihtilafı anlamayan kişi, fıkhın gerçek kokusunu alamaz.” sözü bu manada oldukça anlamlıdır.
Çekişmeye, faydasız tartışmaya ve ben merkezli bir anlayışa evrilen, eleştirirken itidali ve sağduyuyu kaybeden, ifrat ve tefritten kurtulamayan, kendi görüşünün tek isabetli ve haklı olduğunu ileri süren anlayışlar ise İslam fıkhının asırları aşıp gelen geleneği ve yerleşik ilke ve esaslarıyla bağdaşmaz. (Katip Çelebi, İslam’da Tenkid ve Tartışma Usulü, s. 13.) İslam’ın ilk asırlarından itibaren âlimler topluluğunun ilkesel duruşuna ve genel kabulüne göre böyle bir anlayış kabul edilemez. Bu tür yaklaşımlar rahmet vesilesi olmak şöyle dursun, bir kaos, fitne ve tefrika sebebidir. Çıkmaz bir yoldur. Bu tefrikanın Müslümanlara verdiği zarar ise apayrı bir konudur.