Makale

İHTİLAF AHLAKI VEYA SÖZ VE İŞ BİRLİĞİNİN ESASI ÜZERİNE

İHTİLAF AHLAKI VEYA SÖZ VE İŞ BİRLİĞİNİN ESASI ÜZERİNE

Prof. Dr. Tahsin Görgün | İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi

İslam ümmetinin/toplumunun varlık esası, Hz. Peygamber’e ittibadır. Hz. Peygamber başından itibaren insanların kendisine ittiba ederek Müslüman olduğu asli merci olmuştur. Hz. Peygamber’e ittiba eden insanlar arasında, insan olmak bakımından ittifak olmakla birlikte, başta yaş, meslek ve bilgi olmak üzere, farklı cihetlerden farklar hep buluna gelmiştir. İnsanlar bu farklarını muhafaza ederek, Hz. Peygamber’e ittiba noktasında ittifak etmişler; başından bu güne kadar bu temel ilkede hiçbir değişme olmamıştır. Bugün de Müslüman olmak demek, İslam’ın ilk tebliğ edilmeye başladığı andaki gibi, Hz. Peygamber’e ittiba etmek demektir.
Bilindiği gibi peygamberlerin mirası maddi servet değil, ilimdir; ilim hem tikel manası ile, yani bilgi olarak hem de tümel manası ile, yani bir yönteme bağlı olarak tasnif ve tedvin edilmiş bilgiler manzumesi olarak, insani varoluşun mütemmim cüzüdür. İnsan hayatını ilim ile sürdürür. Buradaki “ile” bir taraftan “dayanarak” demek olduğu gibi, diğer taraftan “hiç ayrılmadan, birlikte” demektir. Her insan hayatını bilgileri ile sürdürür. Müslümanın Müslüman olarak var olmasının bir yüzü fiillerdir, diğer yüzü bu fiillerin bilgileridir. Farkında olunarak, bir niyetle gerçekleştirilmiş olan fiile, amel deriz ve ameller bilgisiz gerçekleşmez.
İnsanların bilgileri, ilgilerinden bağımsız değildir. İnsanlar, hayatlarını sürdürebilmek için kendilerini ilgilendiren şeyleri bilmek zorundadırlar; bebeklik döneminden itibaren insanlar hayatlarını sürdürmek için ihtiyaç hissettikleri her şeyi, hayatlarının devamı için sahip olduğu konumuna bağlı olarak, zaruri, haci ve tahsini olarak, öğrenirler. İnsan hayatı dediğimizde sadece biyolojik “canlılık” kastedilmez; esas hayat, insanın insan olarak varlığını sürdürmesi ve bunu sürdürürken mevcudata kattığı mana düzenini ifade eder. Bu mana düzeni bir taraftan var olan şeylerin varlığının hikmeti ile alakalı iken, diğer taraftan insanın sahip olduğu her türlü imkâna denk düşen vazifelerle alakalıdır. Var olan şeylerin varlığının hikmeti insan ile irtibatı içinde zuhur ederken, insanın sahip olduğu imkânların vazifelerle irtibatlandırılması, yani “teklif” insana yepyeni varoluş imkânları açar. Hz. Peygamber’in tebliği, getirdiği teklif ile insanları mükellef kılarken, onu ubudiyeti içinde muhafaza ederek, ilk hulkunu ikmal ederek Rabbine yaklaşmayı (tekarrub ilallah) mümkün kılan ikinci bir “hulk”, yani ahlak sağlar. İşte bu ahlak, insanları farklılıkları içinde muhafaza ederek, üst bir rabıta ile irtibatlandırarak, birleştirir.
İnsanları birleştiren en önemli esas ubudiyettir. Bütün insanlar, kadın olsun erkek olsun; bebek olsun, genç veya yaşlı olsun; fakir olsun, zengin olsun; -sözü uzatmamak için- hangi meşrepten ve meslekten olursa olsun fark etmez, ubudiyette buluşurlar. Bu ubudiyetin farkında olarak, kendilerine verilmiş olan imkânları, Hz. Peygamber’in tebliğindeki teklif ile irtibatlandırarak, kendisini bu teklife muhatap kabul edip, teklifi kabul edenler, buna uygun yaşadıkları zaman Cenab-ı Hak onların yaşadığı hayatı kabul eder ve onlar “kullarımın arasına katılarak, cennetime gir” hitabının mazharı olurlar.
İnsanların her birisi farklı farklı varlıklardır; her bir insan biriciktir. Cenab-ı Hak her bir insanı biricik olarak yaratmıştır; hiçbir insan başka birisini ikame edemez. Aynı şekilde hiçbir insan diğerinin sorumluluğunu taşımaz; her bir insan kendi kararlarının ve amellerinin sorumluluğunu taşır. Ancak daha “insan” derken de anlaşılacağı gibi, bütün insanlar insan olmak bakımından ortak bir “payda”ya sahiptirler. Bu ortak payda, farklı farklı insanları birleştirir. Düşünce tarihinde tümellerin/küllilerin mahiyeti hakkındaki bitmeyen tartışmalara girmeden şunu söyleyebiliriz ki, insanlar sadece insanlık cihetinden değil, daha alt tümeller cihetinden de itibari olarak şümulü daha dar vahdetler oluştururlar: Biraz yukarda ifade ettiğimiz kadınlar, erkekler, bebekler, gençler, yaşlılar ve meslekleri burada hatırlayabiliriz. Bütün bu alt gruplar, insan olmak bakımından ortak olmakla birlikte, bir cihetten diğerlerinden ayrılırlar; aralarında bir fark ortaya çıkarak, bu farklılıkla tefrik olunurlar. Bu farklılık ve tefrike dayalı ihtilaf ferdiyete kadar ulaşır.
Her birisi ayrı bir fert olan insanlar Hz. Peygamber’e ittiba cihetinden bir vahdet teşkil ederek, Müslüman hâline gelirler. Müslümanlar meşrepleri ve mesleklerine bağlı farklılıklardan kaynaklanan ilgi ve bilgileri ile diğerlerinden kısmen ayrıldıkları gibi, kısmen de birleşirler. Ticaretle uğraşanlar kendi aralarında tacir olmak cihetinden birleşirlerken, zanaatkârlar kendi aralarında zanaatkâr olmak cihetinden birleşmekte; bu birlik ciheti onların insan ve kul olarak varoluş ilgilerinin ötesinden, kendilerini farklılaştıran varoluş şeklinin taşıyıcısı olan ilgilerinin de esasını teşkil etmektedir. İnsanlar arasındaki ihtilaf, yani meslekler ve meşreplerdeki farka dayalı farklı varoluş şekilleri, insanların yeryüzündeki hayatını ve varoluş şartlarını kolaylaştırarak, onların sahip oldukları varoluş imkânlarını arttırmaktadır. Varlıktaki ve varoluştaki imkânları biz kısaca “rahmet” olarak biliyoruz. Ve buradan baktığımızda hem Hz. Peygamber’in “âlemlere rahmet” olmasını, hem de “ümmetin ihtilafının rahmet” olmasını daha iyi anlayabiliriz.
Farkların ve farklara dayalı ihtilafın rahmet olabilmesinin ön şartı, farklılıkların birbirinin aleyhine bir durum ve konum sahibi olmayıp, birbirini teyit ve takyit ederek, takviye etmesidir. Farklılıkların birbirini teyit ve takviye etmesi durumuna kısaca “salah” dediğimiz gibi, farklılıkların birbirinin aleyhine etkin olduğu duruma “fesat” denilmektedir. Farklı meşrep ve meslekler, birbirini nefyetmeye yöneldiklerinde, varlıkta bir daralma, varoluş imkânlarında bir eksilme gerçekleşir ki, buna fesat deriz. Fesat insanın bedeninde olabildiği gibi bireysel ve toplumsal hayatta da zuhur edebilir. Fesada düşmemenin ön şartı farklılıkların birbirini teyit ederek takviye etmesinin usulünü keşfederek, geliştirmek ve bu usule riayet ederek salahı muhafaza etmektir.
Müslümanlık ilim ile mümkündür; ilimsiz Müslümanlık olmaz. İlim, klasik tasnifte ifade edildiği gibi, ya her bir Müslümanın Müslüman olması ile alakalı en temel, vazgeçilmez, olmazsa olmaz bilgileri içeriyordur; bu gibi bilgilere sahip olmak ile Müslüman olmak özdeştir: Allah’ın bir olduğu ve ondan başka ilah olmadığı, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu; imanın şartlarını, İslam’ın şartlarını bilmek gibi. Bu bilgiler, kısaca “farz-ı ayn” olarak isimlendirilirler. İlmihal veya 54 farz gibi tasnifler bu bilgileri içerir. Ya da bilgisi ihtisası gerektiren konular vardır ki, bunları bilmek herkesin yapabileceği bir şey değildir. Ancak mutlaka bilinmesi gerekir. Bu bilgiler fert olarak Müslümanların Müslüman olarak var olması ile alakalı olmayıp, kısmen bir mesleğin icrasının ahlaki cihetine denk düşerken, kısmen de ümmetin varlığı ve varlığının devamı için zorunludur. Fıkıh, hadis, kelam ilimleri yanında zanaatlar ve toplumsal hayatta ortaya çıkan ihtilafları çözecek bilgi ve beceriye sahip insanların bu bilgi ve becerilerini etkin kılacakları bir “adalet sistemi”, ümmetin sahip olduğu bilgi birikimini muhafaza ederek, geliştirecek; sorunları tespit ederek, onları mahiyetlerine uygun bir şekille halledecek insanları yetiştirecek bir “eğitim sistemi”nin oluşturulması gibi hususlar bunun örnekleridir. Ümmetin varlığının devamı için gerekli bilgi ve becerilerin özelliği, bunların herkes tarafından aynı şekilde bilinmesinin mümkün olmamasıdır. Bu sebeple bu bilgi alanı, kısaca “farz-ı kifaye” olarak isimlendirilir. Herkesin terzi, herkesin fırıncı, herkesin öğretmen, herkesin yönetici, herkesin hâkim vs. olması mümkün değildir. Ancak yeterli sayıda insanın, bu alanlarda ehliyet sahibi olarak yetiştirilmesi ve ihtisas gerektiren vazifelerin sadece ehil olanlara tevdi edilmesi, toplumsal alanda salahın ön şartı olduğu gibi; toplumsal alanda fesadın en önemli sebebi işlerin ehil olmayanlara tevdi edilmesidir.
İslam uleması başından itibaren bunun farkındadır. İmam Şafii, ilmin iki kısma ayrıldığını; bunlardan birincisinin icma, ikincisinin ise ihtilaf olduğunu tespit ederken, olması gereken bir şeyi değil, olanı dile getirir. İcma olmadan ihtilaf olamayacağı açık olduğu gibi, ihtilaf olmadan da icma zuhur edemez. Farkların teşekkülü ve zuhuru için müşterek bir varlık zemini zorunlu olduğu gibi ilgi farklarından kaynaklanan bilgi ve fikir farklarının dile getirilmesi ile ortaya çıkan ihtilafın ön şartı da icmadır. Diğer taraftan icma ihtilafın ufkunu teşkil eder; her türlü ihtilaf, kendinde amaç olmayıp, en azından son ucu bilkuvve icma olan bir haldir; icmaya matuf olarak zuhur eder.
Yukarıda ifade ettiğimiz farklı mesleklerle iştigal şehir dediğimiz varoluş şeklinin temel kategorilerini teşkil eder ve Ragıp el-Isfahani’nin insanın varoluşunun üç temel gayesinden birisi olarak belirlediği yeryüzünün imarı bu yolla, yani işbölümü, işler ve mesleklerdeki ihtilaf ile gerçekleşmektedir. Farklı işlerde çalışan ve farklı mesleklere mensup olan insanların hem meslektaşları ile hem de diğer mesleklerin mensupları ile aralarında nasıl bir ilişkileri olacağı, öncelikli olarak ahlaki bir meseledir. Bu durum bir taraftan fütüvvetnamelerde, diğer taraftan da farklı türden ahlak eserlerinde enine boyuna müzakere edilmiştir. Bu ihtilafın, ahlakına riayet edildiği zaman varlıkta bir genişleme, insanların hayatlarındaki imkânların genişlemesini içerdiği dikkate alındığı zaman, bir “rahmet” olduğu açıkça görülebilir.
Bilgi ve görüşler alanında ortaya çıkan ihtilaflar da, meslek ve meşrep alanında olduğu gibi, eğer birbirlerini güçlendirerek, teyit ve tahkike imkân sağlamayıp, birbirini inkâr ve nefye yönelirse, fesat ortaya çıkar. Halbuki insanlar eksik varlıklardır ve hata yapabilirler. İnsanın daha az hata yapmasının ön şartı, diğer insanların görüşlerine müracaat etmesi onlarla görüşlerini karşılaştırmasıdır. “Görüşlerin veya fikirlerin karşılaşması” tabirini klasik dilimizde ifade etmek istersek, bunu “münazara” olarak ifade ederiz. İşte tam da bu noktada “adabü’l-bahs ve’l-münazara” adıyla bir ilim geliştirildiğini görüyoruz. İslam medeniyetinde, özellikle Osmanlı döneminde farklı fikir ve görüşlerin karşılaşarak, müzakere edilmesi kendi başına bir ilim mevzuu hâline getirilerek, bunun makul yolu araştırılmış; eğitim sürecinde de, öğrencilerin müfredatının bir parçası hâline getirilmiştir. (DİA’nın “münazara” ve “hilaf” maddeleri bu konuda, ana hatları ile yeterince malumat taşımaktadır.)
İhtilaf ahlakının esası, tek tek insanları aşan bir doğrunun, bir hakikatin olduğu inancıdır. Fikirden gaye hakikate ulaşmak olmalıdır. Eğer hakikate ulaşmak gibi bir gaye yoksa, yapılana münazara değil cedel denir. Cedel, hakikat amacı olmaksızın, muhatabı susturmak veya alt etmek için her şeyin kullanıldığı, yani “suistimalin” stratejik bir yol olarak kullanılabildiği, mücadeleye denir. Bu konuda sözü uzatmamak için temsil gücü yüksek bazı iktibaslar yapmak yeterli olacaktır.
İlk iktibasımız 18. yüzyılın büyük düşünürü İsmail Gelenbevi’den:
“Malum olsun ki, bahs ve münazara elfaz-ı müteradifeden olub zuhur-ı hakk için mütehasımeynin kelamda müdafaasından yani kendi kelamının tashihiyle hasmının kelamını def’ eylemesinden ibarettir. Zira ıstılah-ı fennde müdafaa-i şahseyn beyninde kelam-ı mütereddid olarak her birisi kendi kavlini tashih ve hasmının kelamını ibtal eylemekdir. Ve müdafaa-i tarafeyn zuhur-i hakk için olmasıyla takyidi cedelden ihtirâzdır.” (Terceme-i Adab-ı Gelenbevi, Terc: Ramazanzade Abdunnafi, İstanbul 1306, s. 5.)
İkinci iktibasımız 19. yüzyılın önemli âlimlerinden Ahmet Cevdet Paşa’dan:
“Ama münazırın maksadı mücerred hakk ve savabı izhar etmektir. Hakk ve savabın gerek kendi yedinde zahir olsun ve gerek hasmı yedinde zahir olsun behemehal savabın kendi yedinde zuhurunu iltizam etmez. Hele selef-i salihin hazmen li’n-nefs ve def’an li-hazz-ı’n-nefs savabın yed-i hasımda zuhurunu isterlerdi.”
Bu hususu en güzel ifade edenlerden birisi, 15. yüzyıl müelliflerinden Eşref bin Ahmet’tir:
“Pes gerekdür her süali sorıcak
Maksadı olmak gerek ol sözde Hakk
Maksadın Hakk olmasa oldun helak
Gönlüne göre olur onda cezâk
Çün muhalif geldi arzuna cevab
Şükre gel, zira hatan oldu sevab
Ger sana hoş gelmezise ol hilaf
Batıl ehli oldun urma Hakk’a laf”
(Ahmed Cevdet Paşa, Adâb-ı Sedâd, s. 3/ latinize edilmiş neşri, s. 111.)
İslam toplumunun en önemli özelliği ihtilafları daha üst bir mertebede telif etmenin yollarını keşfedip, inkişaf ettirerek varlığını sürdürmesidir. Büyük âlimlerin, kendilerine daha sonraki dönemlerde “müceddit” adı verilen allamelerin, alamet-i farikası ihtilafları telif edebilen bir üst söylem geliştirebilmiş olmalarıdır. Meselenin sadece fikirlerle alakalı olmadığını, bunun mevcudattaki kesret ve varoluş şekilleri ile de alakalı olduğunu yukarıda ifade etmeye çalıştık. İnsanlar bir kesret oluşturmakla birlikte, hep vahdete matuf bir varoluş sürdürürler; önemli olan farkları ve farklılıkları yok etmeden vahdetin tahakkukunun makul yollarını geliştirerek, varlığı muhafaza etmektir. Günümüzde Müslümanların karşı karşıya kaldıkları birçok temel meselenin çözümü, ihtilafları telif edecek bir dili ve söylemi geliştiren büyük tecrübeyi esas alarak, günümüzde de bunu başaracak bir hâle getirmelerine bağlı gözükmektedir.