Makale

KÂBE: DİRİLİŞ VE KIYAMIN BİR BAŞKA ADI

KÂBE: DİRİLİŞ VE KIYAMIN BİR BAŞKA ADI

Prof. Dr. İ. Hilmi KARSLI | Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Mümin, hayatın bir imtihan olduğuna inanır. Onun nazarında hayat, zorluklara, sıkıntılara göğüs germenin adıdır. Sabrederek insan kemale erer, irfan sahibi olur. (bk. Lokman, 31/31.) Bu anlamda çilelere göğüs germek bir eğitim, bir terbiye metodudur. Çile çekmeyen insanlar ham kalır ve olgunlaşamazlar. Her hâlde böyle bir hikmetle Yüce Yaratıcı bütün elçilerini çeşitli musibetlerle imtihan etmiştir.

Hac ibadeti, imtihan içinde imtihandır. Sıcak iklim şartları, aynı mekânları paylaşan milyonlarca insan, Arafat ve Müzdelife intikalleri insan tahammülünü zorlayan temel nedenlerdir. İnsan hayatta karşılaşmadığı sürpriz durumlarla burada karşılaşabilir. Hele, rahat bir hayat yaşamaya alışmış, yaşı ilerlemiş veya kronik hastalıkları olanlar için hac ciddi zorluklara gebedir.

Mümin hacda üst üste sınamalara tabi tutulabilir. Bunlara hazırlıklı olmayanlar zor durumlarla karşılaşabilir. İç dünyalarında ciddi çelişki ve çatışmalar yaşayabilirler, şeytani vesveselere kapılabilirler. Yaptıkları bu kutsal yolculuğun anlamsızlığı dahi kendilerine telkin edilebilir yahut hac ibadetinin sevabını götürecek bir takım saplantılara kapılabilirler. Çünkü meşakkat anları, şeytanın fırsat kolladığı durumlardır.

Hz. Eyüp, ağır hastalığında şeytanın kendisine ‘yorgunluk’ ve ‘azap’ verdiğini söyler. (bk. Sâd, 38/41.) Bu ifadeler, çektiği sıkıntı ve acıları kullanarak şeytanın bu yüce insanı âdeta bunalttığına işaret eder. Çünkü o, insanın güçsüz anlarını bekler. Bu anlarda onun manevi duyarlılıklarını zaafa uğratmayı ve psikolojik yönden onu çökertmeyi hedefler.

İşte hacı, çıkmış olduğu bu mukaddes yolculukta beklenmedik gelişmelere her zaman hazırlıklı, şeytani hileler karşısında daima uyanık olur. Zorluklara maruz kaldığında niyetinden, kararlılığından hiçbir şey kaybetmez. İnançla, azimle yoluna devam eder. Sabırla Rabbine olan yolculuğunu sürdürür. Çünkü sabrın bizatihi kendisinin filli bir dua olduğunu kabul eder. (bk. Bakara, 2/153.) Zorluk ve meşakkatler karşısında sabır ve tahammülün olgunlaştırıcılığına inanır.

İnsan, âdeta hayat ağacının dalındaki bir meyve gibidir. Eninde sonunda buradan düşecektir. Bu, herkes için mukadder bir sondur. Ama kimisi bu ağaçtan çürüyerek düşer, hayatına yazık eder. Kimisi bu ağaçtan ham olarak düşer, Allah’ın verdiği hayat nimetini değerlendiremez. Kimisi de hayat ağacından olgunlaşarak düşer. İşte samimi müminler bunun peşindedir.

Mümin, hayatın her yönüyle bir olgunlaşma serüveni olduğuna inanır. Yaptığı bütün ibadetlere, sergilediği bütün fedakârlıklara Allah’ın hiçbir ihtiyacı olmadığını bilir. Aksine ibadetler, müminin günahlardan arınması, olgunlaşması ve kıvama ermesi için değişik vesilelerdir. Dolayısıyla kutsal yolculukta hacı, tavafta, namazda, duada, tilavette, zikirde, tefekkürde gevşeklik göstermez. Aksine bu ibadetlere yoğunlaşmayı ele geçirilmiş bir fırsat olarak görür ve en iyi şekilde bunları değerlendirmeye çalışır.

Hacı, Medine’de Allah Rasulünün kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Bu, onu hayatında ziyaret etmek gibidir. Çünkü kabri ve evi aynı mekândadır. Dolayısıyla adeta onun evinde misafir olur ve ona biat edip bağlılık sözü verir. Akabe’de Allah Rasulüne biat edenler, onu koruyup kayıracaklarına dair söz vermişlerdi. Hacı da, onun getirdiği manevi mirası koruyacağına ve yaşayıp yaşatacağına dair söz verir.

Hacı, Allah Rasulü’nün cennet bahçelerinden bir bahçe olduğunu söylediği Ravza’da iki rekât namaz kılar. Ama şunu hiç unutmaz: Asıl ravza, sonsuz saadet ve esenlik diyarındadır. Allah Rasulü (s.a.s.) bu benzetmesiyle oraya işaret etmektedir. Esas kurtuluş buna nail olmaktır. Bunun da olmazsa olmaz bir şartı vardır. O da, gönülden Allah Teala’ya bağlanmak ve hayat boyu amel-i salih işlemeye devam etmektir.

Hacı adayı, hacla ilgili ayetlerin inceliklerini kavramaya çalışırken, bir husus dikkatini çeker. O da, Kâbe’nin diğer özellikleri yanında insanlar için bir ‘kıyam’ yeri oluşudur. (bk. Maide, 5/97.) Bu özelliği ile hem dinî hem de dünyevi konularda bir diriliş ve ayağa kalkış yeridir orası.

Hacı adayı bu ayeti okuyunca, ümmetin içerisinden geçtiği üzücü durumu düşünür. Bu ümmetin, Kâbe’de ibadette, duyguda düşüncede muazzam bir birlik ortaya koyduğunu bizzat görür. Ancak neden bunu siyasi platformlara taşıyamamaktadır? Neden bölük pörçük bir durumda bulunmakta hatta iç çatışmalarla kendini tüketmektedir? Bir zamanlar dünyanın gidişatında belirleyici konumunda bulunan İslam milleti, şimdilerde neden pasif bir konuma düşmüştür? Ümmetin yeniden onur ve saygınlığını kazanması için ne yapmak gerekir?

Bu sorular hacı adayını düşündürür. Müslümanların içerisinde bulunduğu olumsuz şartlar onu üzüntüye sevk eder. Elbette ki bütün bu badireler, sosyal çalkantılar bir tesadüf değildir. Bir yerlerde mutlaka ciddi hatalar yapılmıştır. Muhakkak İslam’ın dünya görüşünü anlama ve uygulamada önemli ihmaller olmuştur.

Kâbe’nin bir ‘kıyam’ yeri olması için, öncelikle ümmetin kendini burada bir özeleştiriye tabi tutması gerekir. Ümmet artık kendisiyle yüzleşmeli ve müzmin problemlerini istişareye açmalıdır. Bu da, ümmetin bütün parçalarıyla bir araya geldiği hacda en iyi şekilde gerçekleştirilebilir.

Artık ümmet, hem ferdi planda hem de Müslüman milletler planında kendini aklamaktan vazgeçmelidir. Bu, kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Türklerin Müslümanlığı iyi, Arapların Müslümanlığı zayıf vb. yaklaşımları bırakıp Müslümanlar kendilerini sorgulamalıdır.

Kendini tezkiye etmek, aslında ehlikitabın içinde düştüğü bir hastalıktı. (bk. Bakara, 2/111; Nisa, 4/49; Maide, 5/18.) İsrailoğulları kendilerini hep seçilmiş kavim olarak gördü, hep kendilerini aklama yoluna gittiler.

Ne yazık ki, bugün Müslümanlar da aynı hastalığa yakalanmış görünmektedir. Her grup, her millet kendini diğerlerine göre üstün görmektedir. ‘Hakiki Müslümanlığı hiç kimse bir başkasına bırakmamaktadır. Bu durum da ister istemez şu soruyu akla getirmektedir: Her kesim ideal Müslümanlığı temsil ediyorsa, İslam dünyası neden bu hâle geldi?

Şu hâlde, avamıyla aydınıyla, yöneticisi ile yönetileni ile ümmetin her kesimi kendini ciddi bir kritiğe tabi tutmalıdır. Yediden yetmişe herkes ‘Biz neden bu duruma düştük, benim buradaki sorumluluğum nedir, ben ne yapmalıyım?’ diyerek yaşanan bu acı tablodan kendine dersler çıkarmalıdır.

Kısaca, ümmetin sömürünün, adaletsizliğin, tahakkümün, taassubun, tefrikanın, cehaletin ve fakirliğin kıskacına düşmesinin ve onursuz bir duruma sürüklenmesinin nedenleri tam bir içtenlikle tartışılmalıdır. İşte Kâbe’nin bir canlanma ve ayağa kalkış yeri olması, öncelikle böyle bir iç sorgulama ile başlatılmalıdır.

Hacı, ülkesindeki durumu düşünür. Yeni kuşakların manevi ve ahlaki yönden yozlaşmalarından endişeye kapılır. Bu gidişat nereye? Böyle devam ederse, elli sene, yüz sene sonraki neslin durumu ne olacaktır? Milletin gidişatı nereye varacaktır? Maddi yönden zengin olsa da maneviyattan yoksun bir neslin kime faydası olur?

İşte hacı bunları düşündükçe, nesli konusunda sorumluluğunu gerektiği şekilde yerine getirememenin ezikliğini yaşar. Çocuklarının maddi geleceklerine verdiği önemi, manevi geleceklerine verememenin ıstırabını duyar.

Hacı, bütün bunları düşünürken Hz. İbrahim’i hatırlar. O da, nesli üzerine titreyen bir peygamberdi. Onların manevi geleceğini dert edinmişti. Kulluktan uzak bir hayat sürmelerini düşünmek dahi ona ağır geliyordu. (bk. Bakara, 2/132.)

O, yüce insan sadece Kâbe’yi inşa etmemişti. Aynı zamanda Kâbe’yi kıble edinen bir nesil inşa etmek için de çok çalışmıştı. Çünkü Kâbe’ye doğrularak namaz kılan olmadığı müddetçe, bu kutsal mabedin ne anlamı olabilirdi ki?

Hacı, Hz. İbrahim’in, oğulları İsmail ve İshak için yaptığı duaları hatırlar. Neslinin ibadetten kopmasının büyük bir hüsran olduğunu düşünür. ‘Bu durum, nesli kesik olmaktan daha vahim bir kayıptır’ diye içinden geçirir. Hz. İbrahim’in yalvarmasından ilham alır ve kendi nesli için dua eder. ‘Ya Rabbi, neslime teslimiyet şuuru nasip eyle, ya Rabbi, neslimi namaza devam edenlerden eyle’ diye yalvarır, yakarır. (bk. İbrahim, 14/40.)

Sa’y, kelime manası itibarıyla gayrettir, çaba sarf etmektir. Hacer validemiz, oğlu İsmail’in susuzluğunu gidermek için koşmuş, çaba sarf etmiştir. Hacı kendisini onun yerine koyar ve gelecek nesiller için koşuşturur. Onların susuzluğunu gidermek ve İslam’ın onlara abıhayat olması için gayret eder. Hayat boyu bu manevi kaynaktan kana kana içmelerini sağlayacak imkân ve fırsatlar oluşturur.

Hacı, Safa ile Merve tepeleri arasında yürürken, asıl mesanın bütün bir hayat olduğunu düşünür. Hayat da doğumdan ölüme devam eden, inişleri çıkışları olan bir yürüyüştür. Kimi zaman normal seyrinde devam eder, kimi zaman da hızlanır. Kimi zaman tevazudur, kimi zaman da hak ve hakikat düşmanlarına karşı onurlu bir duruştur.

Hayat sa’yında tek bir amaç vardır. O da, Allah Teala’ya olan yürüyüştür. O’nun yolunda ceht ve gayret etmektir. Hayat boyu yüce idealler, tevhit, adalet, esenlik, merhamet, kardeşlik uğruna çaba sarf etmektir. (bk. İsra, 17/19.) Rahata, rehavete kapılmadan bu uğurda canla başla çalışmak ve nefes tüketmektir.

Hacı, bayram günlerinde düzenli olarak şeytanı taşlamaya gider. Ancak cemerata (şeytan taşlanan mekân) yöneldiği o uzun yolda şapır şapır ter döker. Çünkü yorucu bir yokuşu tırmanmaktadır. Bu yokuşu aşabilenler ancak şeytanı taşlayabilirler. Dolayısıyla sabırla, azimle şer düşünce ve saptırmaları aşamayanların şeytanı taşlamaktan bahsetmeleri mümkün değildir.

Hacı, cemerat yokuşunda yorulur. Şeytanla mücadelenin de insanı böyle terlettiğini düşünür. Evet, şeytan hacda dahi insanın peşini bırakmaz. Harem’de, tavafta, Arafat’ta, evet o hiç eksik olmaz. Taktikleri çok çeşitli ve sinsidir. Kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı saptırmalarda bulunur. Doğru yoldan çıkarmak için atlı ve yaya askerleri ile müminlere hücum eder. (bk. İsra, 17/64.)

Şeytanın hücumları karşısında Müslüman yılmaz bir savaşçıdır. Onun saldırılarına karşı her daim mevzidedir. Tuzaklarını yerle bir etmek için hayat boyu tetiktedir. Çünkü bilir ki, onu kurşunlayamazsa, o kendisini kurşunlayacak, maneviyatını delik deşik edecektir. Bu savaşta müminin zırhı gönülden Allah’a bağlanmak, kalkanı da O’na dayanmak, O’na tevekkül etmektir. (bk. Nahl, 16/99.)