Makale

DİN VE HAYAT / Değerlerin Değersizleşmesi ve NİHİLİZM

DİN VE HAYAT

Değerlerin Değersizleşmesi ve NİHİLİZM

Doç. Dr. Kasım KÜÇÜKALP
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

AVRUPA nihilizmine yönelik değerlendirmeleri bağlamında, Nietzsche nihilizmi, “en yüksek değerlerin kendi kendilerini değersizleştirmesi, amacın kaybolması ve niçin sorusunun ise cevapsız kalması” olarak tanımlar. Söz konusu değer, anlam ve amaç kaybının kaynağında aklın kategorilerine duyulan radikal güvenin ve buna bağlı olarak inşa edilen metafiziksel dünya görüşlerinin bulunduğunu düşünen Nietzsche’ye göre, modern zamanlarda zuhur eden nihilizm de, kurgusal bir varlık ve değer anlayışlarına vücut vermiş olması nedeniyle, daha başlangıcından itibaren nihilizme yazgılı olan düşünme ve yaşama biçiminin açık bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Rasyonel olan ile varlık arasında var olduğu düşünülen özdeşlik bütün bir Batı metafizik geleneği boyunca hakikat ve anlamın da rasyonel bir mahiyete sahip olduğu, dolayısıyla hakikat ve anlamın gerekli rasyonel enstrümanlar yoluyla bilinebileceği düşüncesini de beraberinde getirmiştir. Modern zamanlarda zuhur eden son derece seküler ve pozitivist dünya görüşünün yanı sıra, insanın bilgi güçlerinin de radikal bir eleştiri süzgecinden geçmesiyle birlikte aklın kategorilerine duyulan güven sarsılmış, mekanist bir dünya vizyonu ekseninde bilgide değerin yerini fayda almaya başlamıştır. Bilimsel bilginin teknolojiye vücut vermesi, aklın söz konusu araçsallaşma sürecini hızlandırmış, düşünce metafizik hakikatler yerine, sonuca endeksli çözümler üretmeye memur bir pozisyon almak durumunda kalmıştır. İnsan ise artık bütünlüklü varlık nosyonlarının yitirildiği, ne dahl-i ilahînin ne de dahl-i şeytaninin aklın köşesinden dahi geçmediği, her şeyin doğal nedenlerle izahının yapılmaya çalışıldığı bir evrenin yegâne hâkimi statüsüne taşınmıştır.
Başlangıçta doğa üzerinde elde ettiği hâkimiyetin keyfiyle büyülenen insan, zamanla söz konusu hâkimiyetin nesnesi haline gelmeye başlamıştır. Rasyonalizmin son kalesi olan Aydınlanma düşüncesinin optimistik vizyonunun, bürokratik ve araçsal bir rasyonalizmin zuhuru, ortaya çıkan savaşlar, bilimin vücut verdiği nükleer ve ekolojik tehditlerle birlikte yıkılması, eşzamanlı olarak büyük anlatılara duyulan güven kaybını da beraberinde getirmiştir. Kuşkusuz bu sürecin temel sebeplerinden bir diğeri de, bilimi de yedeğine almak suretiyle nihayetinde tüketim kültürüne evirilecek olan kapitalizm olmuştur. Bilim ve bilgi de dâhil olmak üzere, her şeyi bir ticarî meta haline getiren kapitalist yaşam pratiğiyle birlikte, bir bütün olarak insanlık, küreselleşmenin de etkisiyle, gerçeklikle olan son bağlarını, imajinatif bir varlık düzleminde kaybetmeye yazgılı hâle getirilmiştir. Öyle görünüyor ki çağdaş dünyanın nihilizmi de insanın tüketim kültürüne bağlı olarak maruz kaldığı imaj dünyasının bir semptomu olmak durumundadır.
Nihilizmin, çağımızda âdeta bir varlık ve değer çoğalması olarak tecrübe edildiği söylenebilir. Televizyon ve sinemanın devrim niteliğindeki zuhuruyla birlikte, simülasyon dünyasına maruz kalan bellekler, etkileme-etkilenme diyalektiğinin bir parçası hâline gelip, bir yandan parçalayıp diğer yandan da çoğaltmaya başlamıştır varlık ve değerlerini. İnsan soğurulmak suretiyle içine çekildiği simülasyon dünyasında, eşzamanlı olarak herkes olabildiği gibi, aynı zamanda hiç kimsedir de. Her değere eşit mesafede konumlanmış varlığıyla insan, kitle içerisinde anonim bir kendilik halini almış ve gri alana çekilivermiştir tüm varlığıyla. Varoluşsal hiçbir bedel ödemeden elde ettiği hazları, acıları, aşkları, hüzünleri ve daha envai türden duyguları vardır simülasyon içinde insanın. Birbirinden bütünüyle farklı duyguları fasılasız bir biçimde yaşayabilmenin imkânı ise, yalnızca gerekli maddi karşılığın ödenmesinden geçmektedir. Tam da istediği her şeye sahip olduğunu, her şeyi anlayıp, hakikati elde ettiğini düşündüğü an, yitirivermiştir varlık ve değerlerini insan. Ziyadesiyle etkili görüntü ve duyguya öylesine maruz kalmıştır ki insan, duygularına ve varlığına yabancılaştığı yerde, nihayetinde varlık ve değerlerine olan inancını da yitirivermiştir.
Gri rengin tüm varlık katmanlarına sirayet ettiği çağdaş dünya, yalnızca akıl varlığı olarak insanı değil, arzuları, tutkuları, duyguları ve irrasyonel olarak addedilebilecek tüm yönleriyle insanı merkeze alan yeni bir hümanizme vücut vermiştir. Bu yeni hümanizmden yalnızca varlık ve değerler değil, kutsal ve din de nasibini almıştır. Giden ile dönenlerin bir olmadığı ve din tanırların geri dönüşü olarak alkışlanan bu durumla birlikte zuhur eden yeni dinler de, beşerî varoluşun irrasyonel yönlerini maneviyat olarak tatmin eden bir pozisyon almak durumunda bırakılmış, vahdet fikri terk edilmiş ve çokluk içerisinde tezahür eden yeni bir paganizm vücuda gelmiştir.
Öyle bir varlık deneyimidir ki bu, âdeta mümkünler dünyası tüm imkânlarıyla imkândan fiile geçmiş ve her şeyin mümkün olduğu bir dünya varlığa gelmiştir. Herkesin eşzamanlı olarak iyi ve kötü olduğu bu dünyaya herkes bir estet gözüyle bakmakta, bu yüzden her şey aynı anda hem güzel hem de çirkin olabilmektedir. Gerçeklik yerine ikame edilen taklitler, ne hayal kırıklığına uğratmakta insanı ne de üzmekte. Öyle ya, cehalet mutluluk iken, kim talip olur kazanılması büyük bedeller ödemeyi gerektiren hakikatlere.
İmajinatif bir varlık düzleminde, var olmanın ölçütü olarak, Descartes’in “düşünüyorum o hâlde varım” düsturunun yerini “görünüyorum, o hâlde varım” düsturu almıştır. Cafeler, restaurantlar ve avmler, insanlara var olma hissiyatı aşılayan imaj ticarethaneleri olup çıkmıştır. Ayna karşısındaki insanın, kendi varlığını dahi göremediği, kendini başkalarının bakışları ile görme telaşına düştüğü imaj dünyasında, bakışların insafına bırakılmış varlıklar, bakışlarla varlık kazanıp, bakışlarla varlık yitimine uğrar hâle gelmişlerdir. Kendi varlığından neşet eden bir değeri olmayan insanın değeri ise, imaj değeri olan marka ve mekânlarla yalnızca hissiyattan ibaret olarak tesis edilmek durumundadır.
Arzularla arzu nesnelerinin eşzamanlı üretildiği bu dünyada, herkes olanca farklılıklarıyla birlikte, kendi renklerine boyanmış aynı arzu nesnelerine koşmaktadır bir telaş içinde. Büyük kapitalistler, yani postmodern Mevlanalar, “ne olursanız olun gelin” diyen hümanist tüccarlarıdır tüketim kültürünün. Müslümana yeşil, komüniste kızıl, hip-hopcuya siyah renge boyanmış aynı arzu nesnesi servis edilmektedir. Herkesin aynı şeyleri arzuladığı ve gerçekte kimsenin olmadığı kitle içinde ise, farklılıklar yitip gitmiş, kişi kendisi olma imkânını büsbütün kaybetmiştir.
Artık insan, insan kokusunu bastıran kokular icat etme derdi içinde, parfümüyle başkalarından farklılaşmak durumundadır. Varlığın sesini duyup, hakikatine açılmamızın yegâne imkânı olan iç sıkıntısının adı dahi, bir anda depresyon ve stres adıyla yaftalanmış ve varlığa açılan son kapı da kapanmıştır yüzümüze. Ve insan varlığın anlamını unuttuğu gibi, unuttuğunu da unutmuştur, hızla akıp giden ve her şeye geç bırakan zaman içinde. Dile düşen her şeyin anlam yitimine uğraması, yok etmenin, çağımıza özgü formu olan çoğaltma yoluyla gerçekleşmektedir. Bilginin enformasyon formuna bürünmesi, büyük varoluşsal bedeller ödenmesi gereken hakikatleri, kitlelerce çabucak tüketilmesi mümkün bir tüketim nesnesi hâline getirmiştir. Etki dozajı son derece kuvvetli olmakla birlikte, yalnızca anlık duygulara yol açan hikmetli sözler, söz konusu hikmete vücut veren varoluşsal düzlemlerden koparılıp, çoğaltılarak, gerçeklikten büsbütün kopuk simülasyon dünyasında, etkileme-etkilenme diyalektiği içerisindeki kitlelerin tüketimine bırakılmıştır.