Makale

Anadolu’ya Türkistan’dan Nefes Veren Bir Veli: AHMET YESEVİ

MÜSLÜMAN BİLGİNLER

Anadolu’ya Türkistan’dan Nefes Veren Bir Veli: AHMET YESEVİ

Tesirinin büyük bir coğrafyada hüküm sürmesi, hâlâ üzerinde konuşuluyor, ilham alınıyor oluşu da onun gönüllere ne derece nüfuz ettiğinin ve silinmez bir iz bıraktığının göstergesidir.


Kâmil BÜYÜKER


HAYATI, tesir ettiği coğrafya, ilham olduğu gönüller düşünüldüğü edebî şahsiyetinden ziyade ehlisünnet vurgusu ve tasavvuf yolunda açtığı çığırla Türkistan’dan başlayarak Anadolu’yu da kuşatan en büyük isimlerden birisi belki de en başta geleni Ahmet Yesevi. Tesirinin büyük bir coğrafyada hüküm sürmesi, hâlâ üzerinde konuşuluyor, ilham alınıyor oluşu da onun gönüllere ne derece nüfuz ettiğinin ve silinmez bir iz bıraktığının göstergesidir.
Hace Ahmet Yesevi ya da Pir-i Türkistan menkıbevi şahsiyeti tarihî şahsiyetinin yer yer önüne geçmiş olsa da Türkistan’dan başlayarak, Türk illerine, Anadolu’ya ses ve nefes vermiş şahsiyetlerden birisidir. “Ahmet Yesevi’nin Türk tarihindeki ehemmiyeti, yalnız beş-on parça yahut birkaç cilt tasavvufi manzumeler yazmış eski bir şair olmasında değil, İslamiyetin Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında ilk defa bir tasavvuf mesleki vücuda getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş olmasındadır.” (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1993, s. 114.)
Köprülü’nün bilgileri ışığında Ahmet Yesevi
Hoca Ahmet Yesevi hakkında bilgilerimiz henüz istenen düzeyde olmasa da bu alanda en tafsilatlı çalışmayı Fuat Köprülü yapmıştır. Onun bilgi ve beyanları ışığında Ahmet Yesevi’nin bugün Çin’in şarki Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu’nun kuzey doğusunda bulunan Sayram kasabasında doğduğu ve doğum tarihinin net olmamakla birlikte 5. asrın ortalarına tekabül ettiğini aktarıyor. Henüz çocukken Yesi şehrine yerleşmiş olan Ahmet Yesevi bu şehre nispetle Yesevi lakabını almıştır. İlk yıllarının burada geçtiği daha sonra bir büyük bir İslam merkezi olan Buhara’ya geldiği de hayatına dair ilk bilgilerdir. İlk tahsilini Arslan Baba’dan alan Yesevi, Buhara’da ise Yusuf Hemedani’nin rahle-i tedrisinden geçer.
Yaşadığı ve hizmet ettiği zaman diliminde 1157’lerde Sencer ölmüş, bölgede Harizmşahlar güçlü bir İslam devleti olarak varlığını hissettiriyordu. Ahmet Yesevi, şartları ve imkânları değerlendirerek yoğun bir irşat ve hizmet dönemi yaşadı. Böylece Sır-Derya ve Taşkent çevresinde, hatta daha kuzeydeki bozkırlarda tanındı. Etrafında, Buhara, Semerkant ve bazı Horasan şehirlerinde olduğu gibi İran dil ve edebiyatına vakıf, o âdetlerle ülfet etmiş danişmentler değil, İslamiyet’e yeni, fakat çok kuvvetli rabıtalarla bağlanmış, saf, sade Türkler toplanmıştı. Bu yüzden, Arap ilmini ve Acem edebiyatını iyi bildiği hâlde müritlerine, dervişlere ve çevresinde toplanıp sohbetine katılanlara anlayabilecekleri bir dil ile hitap etmeyi tercih etti. (Kemal Eraslan, Ahmed Yesevi, DİA, c. II, s. 161.)
Ahmet Yesevi’nin, hikmetlerinde Sünni anlayışa ve Hanefi mezhebine bağlılığının izleri kendisini hissettirir. Dolayısıyla onun Türkler arasında Sünni anane ve Hanefi ekolünün yaygınlaşmasına tesiri olduğu söylenebilir. Hoca Ahmet Yesevi kuvvetli şahsiyetiyle, Türkler arasında asırlarca yaşayan bir tarikat kurdu ki bu bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş olan ilk tarikattır. İşte bundan dolayı Yesevilik ve Ahmet Yesevi’yi tetkik etmekle, Türk tasavvufunun en eski ve en asli bir kısmını açıklamış oluyoruz. (Köprülü, s. 114.)
Ahmet Yesevi, doğduğu coğrafyada ve özellikle çevre Türk illerinde coşkun bir şekilde karşılanması ve sözlerinin makes bulmasında Allah’ın varlığı ve birliğine, İslam dininin özüne ters düşmeyen eski Türk millî geleneklerini dışlamamasını, onları müsamaha ile karşılamış olmasını, onların Türk-İslam kültürüne renk katacak şekilde mana ve değer kazanmasını temin etmesini ifade edebiliriz. Bu metodu sayesindedir ki, Türkler büyük bir zorluk çekmeden Müslüman olmuşlardır.
Rivayete göre, Ahmet Yesevi’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müritleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata idi. Mansur Ata 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Ata, Abdülmelik Ata’nın vefatından sonra yerine oğlu Tac Hace, daha sonra da onun oğlu Zengi Ata irşat mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Harizmli Said Ata, üçüncü halifesi, Yesevi tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakim Ata’dır. Hakim Ata Harizm’de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakim Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata idi. Zengi Ata’nın başlıca müritleri ise Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir. (Eraslan, s. 161.)
Türkistan’dan bütün Türk illerinde ve Anadolu coğrafyasında hüküm süren Yesevi ışığı
Yesevilik, XIII. yüzyıldan itibaren Türkistan sınırlarını aşarak Yesevi dervişleri vasıtasıyla Anadolu’ya ulaştı. İslamiyet’in Türkistan’da yayılmasında büyük hizmeti görülen Yesevilik, daha sonraki yüzyıllarda Anadolu Türklüğünün de fikir ve kültür kaynaklarından biri oldu. Bektaşilik ve Nakşibendiliği etkiledi. Hacı Bektaş-ı Veliler, Sarı Saltuklar, Geyikli Babalar, Musa Babalar, Abdal Muradlar onun ateşlediği aşkla hizmet yolunda yürüdüler, kendi zamanlarında birlikte yol aldıkları Türk insanının gönlündeki irfan cevherini açığa çıkardılar. Yunus Emre, Âşık Yunus, Eşrefoğlu, Süleyman Çelebi, Üftade, Yazıcıoğlu Mehmet, Şeyh Şaban-ı Veli, Hüdayi, İsmail Hakkı Bursevi, İbrahim Hakkı Erzurumi Hazretleri ve benzerlerinin manzumeleri de, -kimileriyle aralarında yüz yılları aşan zaman farkı olsa da- Ahmed Yesevi Hazretlerine ait hikmetlerin Anadolu ikliminde bir devamı gibidir. Bu zatlar, kendilerinden önce bu dünyadan gelip geçmiş olan Pir-i Türkistan -Kul Hace Ahmet Yesevi ile aynı üslup, aynı anlam, aynı değer yargıları ve aynı hikmette birleşmişler, aynı potada eritmişlerdir. (Hüseyin Algül, “İslam Dininin Türkler Arasında Yayılmasında Hoca Ahmed Yesevi Örneği”, Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyete Katkıları Sempozyumu Bildiriler, Isparta 2007, s. 51.)
Ahmet Yesevi mürşidi Yusuf Hemedani’nin vefatını müteakip irşat mevkiine önce Abdullah-ı Berki sonra Hasan-ı Endaki (v. 1160) geçti. Bu zatın ölümünden sonra Ahmet Yesevi Hazretleri, Hace Yusuf el-Hemedan geleneğini yürütmek üzere görevi üstlendiyse de bir süre sonra yerini Şeyh Abdülhalik-ı Gucdüvani’ye bırakarak Yesi’ye döndü ve ölünceye kadar hizmetini orada sürdürdü.
63 yaş sonrası ve Peygamber aşkının derin tezahürleri
Ahmet Yesevi Hazretlerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)’e olan muhabbeti o kadar derindi ki, menkıbevi ve ananevi anlatıma göre Hz. Peygamber’in vefat yaşı olan 63 yaşına ulaştığında tekkesinin avlusunda bir çilehane hazırlatır. Bunun, merdivenle inilen ve ancak bir kişinin sığabileceği genişlikte lahdi andıran bir hücre olduğu söylenir. Geri kalan ömrünü, vefatına kadar orada ibadet ve riyazetle geçirir. O dar yerde zikrettikçe dizlerini göğüslerine sürte sürte her ikisi de delindiği için kendisine, “Serhalka-i Sinerişan: Yüce Allah’ı zikr ve Muhammed Mustafa (s.a.s.)’ya muhabbet uğrunda sinesi delinenlerin baş halkası” denilmiştir. 1166 Yılında vefat eden Ahmet Yesevi Hazretleri, Yesi’de (Türkistan’da) toprağa verildi. Ahmet Yesevi, Türkistan-Kırgızistan (merkezi Doğu sahası), İdil Boyu (Kuzey sahası), Anadolu ve Rumeli (Batı sahası)’nde önemli izler bıraktı. Öldükten sonra Yesi (Türkistan) şehrindeki kabri Türk dünyasının önemli ziyaret yerlerinden biri oldu.
İlahî neşe ile bezeli bir Divan: Divan-ı Hikmet
Ahmet Yesevi’den bizlere kalan en önemli miras onun Divan-ı Hikmet isimli tasavvufi manzumelerini içine alan eseridir. Her bir manzume kendi içinde ilahî neşveyi barındırdığı için hikmet yüklüdür ve bu yüzden adı da Divan-ı Hikmet’tir. Köprülü, Divan-ı Hikmet’in iki yönüne vurgu yapar ve şunları söyler: “Divan-ı Hikmet’in iki bakımdan büyük bir ehemmiyeti vardır: 1. Ahmet Yesevi XII. yüzyılda öldüğü cihetle, bu eser İslami Türk edebiyatının Kutadgu Bilig’ten sonra en eski bir örneğini göstermektedir. Lisani ve edebî mahsullerin pek az bulunduğu bir devre ait olan böyle bir eserin gerek lisan, gerek edebiyat tarihi bakımından çok büyük bir kıymeti haiz olacağı tabiidir. 2. Eski Halk edebiyatının birçok unsurlarını alarak İslam ruhunu o unsurlarla –yani eski millî şekiller ve eski vezinlerle- ifade eden ilk eser olmak bakımından da Divan-ı Hikmet’i tasavvufi Türk Edebiyatının en eski ve en mühim abidesi saymak zaruretindeyiz.” (s. 119-120.)
Yine o, yazdığı her manzumede günahlardan istiğfar eder, vahdet-i vücut görüşünü en ince noktasına kadar aktarır, şeriata sıkı sıkıya bağlıdır ve zerrece sapmaz.
İşte o hikmetli beyitlerden bir kaçını sözün hülasası olarak buraya alıntılayalım:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen
Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen
Ben sen diyen kimselerden geçtim işte

Allah diyerek ateşe girdi Halîlullah
O ateşi bostan kıldı görün Allah
Baş eğerek ağlayıp dedi şey’en lillâh
Fakir miskin ateşte ne diye hevâ kılsın

Zekeriyyâ gibi başıma bıçkı koysam
Eyyüp gibi hem tenime kurtlar sakam
Mûsâ gibi Tür dağında tâat kılsam
Bu iş ile ya Rab seni bulur muyum?

Yunus gibi deniz içinde balık olsam
Yusuf gibi kuyu içinde vatan tutsam
Yakup gibi Yusuf için çok ağlasam
Bu iş ile yâ Rab seni bulur muyum?