Makale

Batı’nın Ütopyası mı, Doğu’nun Erdemliler Şehri mi? GÜVENLİK TOPLUMUNDAN GÜVEN TOPLUMUNA

DİN DÜŞÜNCE YORUM

Batı’nın Ütopyası mı, Doğu’nun Erdemliler Şehri mi?

GÜVENLİK TOPLUMUNDAN GÜVEN TOPLUMUNA

M. Emin GÜRDAMUR

İNSANLIK tarihi savaş ve yıkımlar kadar, huzur ve güvenlik arayışlarının da tarihidir. Güvenlik ihtiyacı sadece insanda değil, bütün canlılarda gözlenen bir güdüdür. Başta dinler olmak üzere belli başlı bir ahlaki öğreti, kuşatıcı bir toplumsal düzen öneren bütün sistemler, insanın ve onun organik alışveriş içinde olduğu cemiyetin bu kökensel arayışına cevap olarak hayat içinde yer bulur.

Huzurun ve asayişin kaybolduğu dönemlerde bu arayışlar daha da belirginleşir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre Cenab-ı Allah’ın vahiy aracılığı ile insanlığa istikamet verdiği dönemler insanlığın çaresizlik ve güvensizlik içinde savrulduğu dönemlerdir. Beşeriyet her defasında yıkım dönemlerinde tarihüstü bir sesin rehberliğinde fıtratın iklimine makas kırmıştır. Peygamber Efendimiz çağları aşan sesiyle Veda Hutbesi’nde, “İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” buyurarak Müslümanlar arasındaki güven ortamının bilenen diğer mukaddes unsurlardan daha az anlama sahip olmadığının altını çizmiştir.

Zamanın imbiğinden süzülerek nesilden nesle aktarılan destanlar ve menkıbeler de temelde insanı erdemli kılmanın ve bunun neticesinde toplumu yaşanılabilir bir kıvama eriştirmenin kaygısını taşır. Toplumsal düzene dair onarıcı çabaların izini ilk yazılı kaynaklardan itibaren sürmek mümkündür. Huzur ve güvenlik ihtiyacından beslenen bu anlatılar genellikle yaşanan inkisarı atlatmaya, bazen da mevcut düzeni iyileştirmeye matuftur.

İnsanın olduğu yerde bütün olumsuzluklara karşın muhtelif usullerde bir mükemmeliyet arayışına da şahit oluruz. Kimi zaman arzulanan düzen ve erdemler antitez üzerinden distopya olarak kurgulanırken, kimi zaman da dolaylı anlatımın meydana getireceği anlam daralması göze alınamayarak ütopya net olarak ortaya konulur. Edebiyatta ütopya fikrine ve ada romanlarına ilham veren eserlerin başında Endülüslü âlim İbn-i Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı gelmektedir. İbn-i Tufeyl, eserini her ne kadar kelami meseleleri çözümlemek için kaleme almış olsa da ortaya koyduğu bu yepyeni formun imkânları edebiyat ve felsefe sahasında yankı bulmuş ve deneysel toplum modellemelerine kullanışlı bir zemin hediye etmiştir. Sadece Robinson romanının müellifi Daniel Defoe değil, Bacon, Spinoza ve More gibi pek çok isim de Hay bin Yakzan’dan etkilenmiştir.

Ütopya, devlet ve toplum modellemeleri için düşünürlere elverişli bir imkân getirmiştir. Platon’un Devlet’i, Thomas More’un Ütopya’sı, Campanella’nın Güneş Ülkesi, Huxley’in Yeni Dünya’sı, Orwell’in 1984’ü ve Francis Bacon’un Yeni Atlantis’i dünyada ses getiren ütopya ve distopyalara örnektir. ‘Altın çağı’ geri getirmek için savaşan Don Quijote ve bir şehir kurmak peşinde olan Goethe’nin Faust’u da anlam bütünlüğü bakımından bu listeye eklenebilir.

Ütopya’yı teslim alan güvenlikçi anlayış

İngiliz yazar ve devlet adamı Thomas More’un Ütopya adlı eseri Batı menşeli toplum modellemelerinin ilklerindendir. Eserde ideal bir devlet ve toplum tasavvuru olarak kurmacanın el verdiği ölçüde pembe bir tablo çizilir. Müreffeh toplumu merkezine alan tabloya yakından, dikkatle bakıldığında ise ürpertici bir hizalanma görülür. Elli dört ayrı şehirden oluşan ada ülkesinde her şehir aynı dili konuşur, her şehirde aynı gelenekler hüküm sürer, aynı kurumlar ve yasalar ayakta tutulur. Aynılık bu aşamada kalsa, eserin modern devlete ilham veren ileri görüşlülüğüne mal edilebilirdi lakin aynılaşma, coğrafyanın izin verdiği ölçüde hepsi aynı plana göre inşa edilmiş evleri, sokakları ve insanları da üretmektedir. More, kitabında 16. yüzyılın karanlığına, toplumsal ve yönetsel hastalıklarına eleştiri getirir, ancak mevcut karanlığa karşı kurabildiği, önerebildiği tasarım yine siyah beyaz bir dünyadan ibaret olur: “Adadaki şehirlerden birini biliyorsanız, hepsini biliyorsunuz demektir.” Bu tasarımın arkasında farklılıklara duyulan itimatsızlık yatmaktadır. Bu güven problemi şehrin mimarisinden insanına kadar egemendir. İnsan şehri, şehir insanı inşa eder. Tepeden doğup şehrin içinden tatlı ve dingince akan nehrin, şehir dışında bulunan başlangıç kısmı, savaş halinde düşmanların suyu kesmesi veya zehirlemesi ihtimaline karşı taşlarla örülmüştür. Ayrıca kalın ve yüksek bir duvarla çevrili olan şehrin güvenliği için bu önlemler yeterli görülmemiş, ilave tedbir olarak kuleler, kaleler inşa edilmiştir. Yine güvenlikçi saiklerle şehrin üç yanında dikenli çalılarla dolu çukurlar açılmıştır.

Ütopya’da halkın sefaletini iç barışın güvencesi sayanlar sert bir şekilde eleştirilir ve bu varsayımın aksine tarihte en çok hır gür çıkaranların dilenciler yani fakirler olduğu söylenir. “Devrimi hâlinden memnun olmayanlardan daha çok kim isteyebilir?” sorusu da bu manaya mensuptur. Böylece Ütopya halkının neden zenginlik içinde yaşatıldığı açıklanmış olur. Bu yaklaşım, halkın refah seviyesini yüksek tutmanın derin bir güvenlik endişesiyle göbeğinden ilintili bir varsayımdan beslendiğini ortaya koyar.

Şehirler prensler tarafından yönetilmektedir. Prensler halkın belirlediği az sayıda kişi tarafından gizli oylamayla seçilir. Prens, tiranlığı amaçlamadığı müddetçe de görevinde kalır. Bu güzel görünümlü temsili demokrasinin arkasında da ütopya için abartılı sayılabilecek katı uygulamalar vardır. Örneğin, senatodaki toplantılar dışında devlet meselelerini görüşmek üzere bir araya gelenleri kesin bir ölüm beklemektedir. Yani demokrasi kendini faşizan yöntemlerle korumaktadır. Demokrasinin burnunun dibinde güvenlikçi kaygılar nöbet tutmaktadır.

Ütopyalılar kendi aralarında para kullanmazlar. “Güvence olsun diye biriktirdikleri altın ve gümüşün haddi hesabı yoktur.” der anlatıcı ve ilave eder, “Bu kadar büyük bir zenginliği kendi hazinelerinde toplamalarının tek nedeni de büyük tehlikelere ya da acil durumlara karşı bir güvence oluşturmaktır.” Ütopya’da sistem zenginlik için, zenginlik ise güvenlik içindir. Savaştan ziyade düşman askerlerinin satın alınmasını yeğlerler. Bunda ustalaşmıştırlar. Güvenlikleri söz konusu olduğu zaman başka bir evrensel ahlak kuralı tanımazlar. Şehirler dış dünyadan yalıtılmıştır, hastalıklara yol açabileceği gerekçesiyle pis olan her şey şehrin dışına atılır. Bundan insanlar da kaçamaz. Hastaneler şehri çevreleyen surların hemen dışındadır.

Ütopya’da güvenlikçi yaklaşımların aklın sınırlarını zorladığı hususlardan biri de suç ve niyet denklemidir. Yasalar, bir suçu tasarlamanın, o suçu işlemek kadar kötü olduğunu söyler. Bu yüzden suça niyetlenen o suçu işleyenle eşdeğer cezalara çarptırılır. Din özgürlüğü de güvenlik merkezlidir. Herkesin aynı dili konuştuğu, aynı evlerde, aynı kıyafetlerle yaşadığı Ütopya’da dikkat çekici biçimde dinsel çoğulculuk hüküm sürmektedir. İnsanların güneşe, aya ve başka gezegenlere tapmasına izin verilir. Bu çoğulculuk sayesinde kurucu kral Utopus, adayı kolayca fethetmiştir. Halkın dini meseleler ve mezhepler yüzünden sürekli birbiriyle çatıştığı için karşısına derli toplu bir güç çıkmamıştır. Kral, her inanca eşit serbestlik tanımıştır. Hatta din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. “Rahiplerin başlıca görevi din işleriyle ilgilenmek, ayinleri yönetmek ve genel ahlakı korumaktır.” Suçları cezalandırmak prens ve diğer yetkililerin işidir. Bununla birlikte rahiplerin aforoz yetkileri toplumsal güvenliğin tesisinde sopa olarak kullanılmaktan geri durulmaz. Aforoz edilen kişi sadece saygınlığını yitirmez, eğer pişman olup af dilemezse hayatı da güvende değildir.

Farabi’nin güven toplumu ve İslam

10. yüzyılda yaşayan Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla’sı (Erdemliler Şehri) hem Platon’dan izler taşıması hem de getirdiği yeni kavram ve terkiplerle orijinalliğe sahip olması bakımından dikkate şayandır. Doğuda ütopyayı ortaya koyan itki din referanslıdır. İslam dünyasında Kindi ile başlayan felsefi-Meşşai akıma uluhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi temel İslami umdeleri de dâhil eden Ebu Nasr Muhammed el-Farabi’ye, bu alandaki şöhreti dolayısıyla Aristo’ya nispetle “Muallim-i Sani” unvanı verilmiştir, yani ikinci öğretmen!

Farabi, Erdemliler Şehri’nde toplumları sınıflara ayırır ve bunların içinden sadece erdemli toplumun mükemmelliğe ve mutluluğa ulaşabileceğini söyler. Erdemli toplumun olmadığı yerde huzur ve mutluluk ve pek tabii güven de olmayacaktır. Devleti tanımlarken organizmacı görüşe yaslanan filozof, insan ihtiyaçlarının çeşitliliğine dikkat çekerek herkesin birbirine muhtaç olduğunu, mükemmelliğe ulaşmak için de bu ihtiyaç zincirinin uyum içinde çalışması gerektiğini düşünür. Devleti tanımlarken de benzer bir uyum ve ahengi merkeze alır. Siyaset felsefesinin temeline erdemli toplumu, erdemli toplumun temeline ise erdemli insanı oturtur.

Beden üzerinde yaptığı hiyerarşik sınıflandırmada kalbi âmir ve egemen organ olarak tespit eden Farabi’ye göre kalbe başka hiçbir organ emir veremez. Ona göre beyin de âmir organdır fakat ikincil bir rütbesi vardır; bu rütbenin asıl işi kalbin emirlerini uygulamaktır. Bu mecazların arka planında Farabi’nin toplumu ve hayatı insan vücuduna benzeten ve toplum mühendisliğini dışlayan bilgeliği yatar. Erdemliler Şehri, birbiriyle uyum içinde hareket eden organlar gibidir. İşbirliği ve ahenk olmadığı zaman Medinetü’l-Fazıla hayat bulamayacaktır. Bu senkronizasyon bozulduğundaysa en büyük görev Medinetü’l-Fazıla’nın başkanına düşer. Şehrin herhangi bir parçası bozulduğunda bu bozukluğu giderme vasıtalarını işlevsel kılacak olan başkan, yani kalptir.

Farabi siyaset felsefesine dair teorik görüşlerini cem ettiği eseri Füsusü’l-Medeni’de de toplumu bir bedene, yöneticiyi bu bedeni iyileştirmek için çalışan doktora benzetmiştir. Bedenin sağlığı ve hastalığı olduğu gibi ruhun da sağlığı ve hastalığı vardır; yöneticinin görevi, fazileti yaygınlaştırmak ve muhafaza etmek suretiyle ruhun sağlığını korumaktır.

Cemiyette insanlar birbirini birleşik kaplar misali etkiler. Bir toplumun istikbaline hizmet eden sosyal bileşenler her şeyden önce güven zeminine ihtiyaç duyar. Karşılıklı güvenin olmadığı yerde huzur, huzurun olmadığı yerde bilim, sanat ve estetik kemal bulamaz. Beri yandan güven ve güvenlik arasında yer yer birbirini iten ve yer yer de besleyen bir ilişki vardır. Toplumsal güveni tesis etmek noktasında, ahlakın ve erdemin menşei olan dinin rehberliğine büyük görev düşer. Farabi’nin kalbe yüklediği anlam, onu Platon’dan ayıran ve İslami kılan farka istinatgâhtır.

İslam her şeyden evvel kendisinden emin olunan bireyi inşa etmeyi hedefler. İçtimai refah, bu inşa alanının üzerinde yükselecektir. Medinetü’l-Fazıla’da halkla ilgili bilgiler de veren Farabi, filozofları ve akıllıları birinci sıradaki erdemliler olarak konumlandırır. Dil sahipleri ve din adamlarını ikinci sıraya, mühendisleri ve doktorları kapsayan meslekleri üçüncü sıraya, koruyucu mücahitleri yani askerleri dördüncü sıraya, sermaye sahiplerini de beşinci sıraya koyar. Ona göre erdemli toplumda herkesin bir sanatı vardır ve herkes kendi meşguliyetindeki liyakatiyle değer bulur.

Farabi, Erdemliler Şehri’nin daha iyi anlaşılması için onun karşısına Cahil Şehri yerleştirir. Yani eser, hem ütopyanın hem de distopyanın imkânlarını kullanarak meramını ifade eder. Cahil Şehir’le ilgili en dikkat çekici yaklaşımı; bu şehirlerde halkın mutluluğu bilmeyen, mutluluktan habersiz kimselerden oluşmasıdır. Onlara mutluluktan bahsedilse bile inanmayacaklar, zahiri manada iyi olduğunu zannettikleri şeylerin peşinden koşmaya devam edeceklerdir. Beden sağlığı, zenginlik, şehevi zevkler, insanın kendi arzularının peşinden koşma özgürlüğü, saygı ve itibar onlar için hayatın merkezindedir. Büyük mutluluk ise zikredilen hususiyetlerin toplamıdır. Cahil şehrin halkı, bunların olmadığı veya eksik olduğu durumu kötü kabul eder. Şehrin en temel özelliği tek dünyalı olmasıdır. Kısaca Farabi, tek dünyalılığın egemen olduğu yerde erdemli insanı aramaz. Ona göre huzur ve güven, yalnızca erdemli insanın ve erdemli toplumun kuluçkasında yükselebilir.

Sonuç olarak, ütopik devlet ve ideal toplum arayışlarında Doğu ile Batı arasında temel bir fark göze çarpar. Kurgu Batı’da dış mekânın şekillendirilmesine, Doğu’da ise kahramanın iç dünyasının imar edilmesine odaklanır. İlkinde güvenlik toplumu, ikincisinde güven toplumu hedeflenir. Doğulu düşünürler aynayı insana tutarlar. İnsan düzeldiği zaman her şeyin düzeleceği fikri kurguya hâkimdir. Bu yaklaşımın arkasında Kur’an-ı Kerim vardır: “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide, 5/105.)

Batı ütopyaları insan inşası ile uğraşmaz, devlet ve toplum tasarımlarıyla ilgilenir. Doğu’da Farabi’nin, İbn-i Bacce’nin ve İbn-i Nefis’in teorileri ise insan merkezlidir. İnsan merkezli oldukları için de insanı kemale erdirmeye dönük diğer bütün eserler ve gayretler bu amaca hizmet eden takviye mecralara dönüşür.

Thomas More, Ütopya’yı kendi devrine bir eleştiri olarak kaleme almakla beraber Batı’nın zihinsel arka planını oluşturan yaklaşımlardan kurtulamamıştır. Toplum tasavvurunda ileri düzeyde standardizasyon ve ileri düzeyde güvenlik kaygısı bize bugünkü Batı medeniyetini hatırlatmaktadır. Ütopya’nın içinde gizli bir distopya, bugünkü Batı medeniyetini doğuran muhteris bir nüve bulunmaktadır. Farabi’nin insan odaklı medeniyet tasavvurundan beş asır sonra More’un ütopyası, dünyaya bir “güven toplumu” değil, bir “güvenlik toplumu” vadedebilmiştir.