Makale

Toplumsal Güven Psikolojisi

GÜNDEM

Toplumsal Güven Psikolojisi

Dr. Mustafa TATLI

Yaşam maceramız sırasında öyle olaylarla karşılaşabiliriz ki hayatımız sanki o olaydan öncesi ve sonrası olarak iki farklı döneme ayrılır. Hayatımızı bir bütün olarak dönüştüren, fiziksel ve ruhsal yaşayış biçimimizi değiştiren olaylar âdeta birer yaşamsal dönüm noktaları hâline gelir.

Doğumumuz başlı başına hayatımızın ilk ve belki de en keskin dönüm noktasıdır, sonrasında ise okula başlamak, evlenmek, çocuk sahibi olmak, bireysel yaşam maceramızın en önemli dönüm noktalarından birkaçıdır. Nasıl ki bireysel dönüm noktaları, kişinin yaşamını asla eskisi gibi olamayacak şekilde dönüştürebiliyorsa; bireyler bütünü olan toplum yaşamını da dönüştürebilen toplumsal dönüm noktaları vardır. Savaşlar, barışlar, isyanlar bir toplumun fiziksel ve ruhsal oluş biçimini değiştirebilen dönüm noktası olaylardır. Bu olaylar, toplumu ayrıştırıp parçalanmasına sebep olan kötücül sonuçlar doğurabileceği gibi tam tersine bireyleri birbirlerine daha çok yakınlaştıran, bütünleştiren sonuçlara da sebep olabilir. Toplumsal dönüm noktalarının sonuçlarının, ne şekilde olacağına, başta o toplumu yönlendiren kanaat önderlerinin olmak üzere bütün bireylerin bu olayları algılayış biçimleri ve algılayış biçimlerine göre gelişen tepkileri belirler.

Gün içerisinde beraber çay içen, sohbet edip gülebilen insanlar, toplumsal olaylara verdikleri tepkiler sonucunda keskin farklarla ayrışabilmektedirler. Peki, bütün günü yan yana geçiren bu insanlar birbirlerinden nasıl bu kadar ayrışabilirler?

Toplumdaki ayrışmaların psikolojik temellerine baktığımızda; özellikle üç unsurun öne çıktığını görebiliriz. Bu unsurlar; ötekileştirme, güvensizlik ve tehdit algısıdır. Bireylerin kendilerini tanımlama biçimleri, ötekileşme ve ötekileştirme konusunda ipuçları verebilir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin birinci maddesi; ‘Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler’ der. Yani yeryüzü üzerinde yaşamış ve yaşayacak olan bütün insanlar, insan yavrusu olarak doğmuş olmanın getirdiği ve herkesin sahip olduğu, doğal özellikler ve haklara sahiptirler. Bu haklar insanlara sonradan verilmemiştir, insanlar bu haklara sahip olarak doğarlar. Eğer bireyler, bu özellikler ve haklar dışında, kendilerini, başka ayrıcalıklarla tanımlamaya başlarlarsa ‘ötekileşme’ ve ‘ötekileştirme’ düşünceleri devreye girmeye başlar. Artık bir ‘biz’ ve en az bir tane de ‘bizden olmayanlar’ vardır. ‘Bizden olmayanlar, bizim kadar, doğrunun ne olduğunu, bilmemektedirler ve bu sebeple bizim hak ettiklerimizi hak etmemektedirler’ düşüncesi toplumsal kamplaşmaların fitilini ateşlemeye başlar. ‘Öteki’nin varlığı, her zaman, tek başına büyük bir sorun teşkil etmeyebilir fakat ne zaman ki kişinin kendisine veya kendi değerlerine karşı duyduğu güven duygusu azalmaya başlar, o zaman, ‘öteki’nin varlığı bir tehdide dönüşür. Çünkü artık bana göre ‘öteki’, güvensizlik hissettiğim bir ortamda, yaşama biçimime ve alanıma kolaylıkla müdahale edebilecek yabancı bir güçtür. Bu tehdit algısı, ‘öteki’nin varlığından çok kişilerin kendilerine karşı duydukları özgüven azalmasının bir sonucudur. Kişinin kendisine ve kendi değerlerine olan güvensizliği, ‘öteki’nin varlığıyla birlikte, toplumsal ayrışmanın kaçınılmaz öncülü olur. Bunun sonucu olarak, kamplara ayrılan ve taraflaşan gruplar birbirleriyle iletişimlerini sınırlandırırlar ve böylelikle karşı tarafın ne yaptığıyla, ne ile uğraştığıyla ilgili objektif bilgi sahibi olabilme imkânı azalmaya başlar. Bu kez de, akıl okuma ve duygusal çıkarsama yapma devreye girer ki, bu durum, ‘öteki’nin neler yaptığı, düşündüğü ya da planladığı ile ilgili derin bir belirsizliğe yol açar. İnsan psikolojisinde kaygının en temel tetikleyicisi belirsizliktir, karşı grubun ne yaptığı ve ne düşündüğüyle ilgili oluşan bu belirsizlik, kaygı yaratmaya ve bunun sonucunda gruplar arasında güvensizlik ortamını derinleştirmeye başlar. Sonuç olarak, önce ötekileşen sonra da birbirlerine karşı güvensizleşen, taraflar arasındaki uçurum, giderek artar ve bir kısır döngü gibi, grupların kendi iç saflarını sıkılaştırır.

Günlük yaşantıda bireylerin sosyal ilişki biçimlerini ayrışma düzlemine kaydırabilen bir diğer faktör ise, daha önce de değindiğimiz, tehdit algısıdır. Bu tehdit algısı sadece cana ya da mala yönelik bir tehdit algısı değildir, aynı zamanda yaşam biçimine yönelik bir tehdit algısıdır. Dünya toplumlarında ve kendi toplumumuzda kolaylıkla birçok örneğini verebileceğimiz politik ve dini görüş ayrılıkları, tarafların kendi yaşam biçimine yönelik bir tehdit algısıyla yoğrulduğunda, kolaylıkla birer nefret söylemine evrilebilir ve bu nefret söylemleri, tehdit algısını, besleyerek, artırır. Birbirini besleyen bu iki yapı, yani tehdit algısı ve nefret söylemleri, bireyleri ve toplumları kuşatan ve en nihayetinde sosyal bölünmelere yol açan bir kısır döngüye dönüşebilir.

15 Temmuz 2016 tarihine kadar ülkemizde hâkim olan toplumsal atmosfer, maalesef, keskin bir siyasal kamplaşma ve düşünsel ötekileşme olarak hissedilmekteydi. Ayrışan siyasal eğilimler, hem kanaat önderleri hem de toplumsal bazda, taraftarlar arasında gerilimlere, sert tartışmalara ve hatta fiziksel şiddete evrilmekteydi. Fakat 15 Temmuz bu toplumsal atmosfer içerisinde dönüştürücü bir dönüm noktası oldu.

Uzaylı bir ırk tarafından dünyamızın işgale uğradığını düşünelim. Ülkeler arasındaki kadim düşmanlıklar bir anda anlamsızlaşacaktır ve bütün insanlık, uluslararasındaki farkları ve ayrışmaları bir kenara bırakarak, aynı canlı türünün -insan- bir parçası olmanın bilinciyle ortak bir direnişe geçecektir. 15 Temmuz akşamı ülkemiz alçak bir işgal girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. O akşam hepimiz gündelik yaşantımıza devam ederken, ansızın, bütün varlığımızı tehdit eden yabancı bir düşman saldırıya geçmiştir. İşte bu işgal girişimi ile önceleri ayrışmaya yüz tutan toplumsal atmosfer, bir anda, yabancı bir düşmana karşı aynı milletin bir parçası olmanın bilinciyle ortak bir direnişe dönüşmüştür. ‘Yenikapı Ruhu’ bu ortak direnişin adıdır.

Psikoloji pratiğinde, olumsuz ya da hatalı bilişsel, duygusal veya davranışsal eylemlerle mücadele ederken, değişim için gerekli en önemli faktör, farkındalık yani hatalı duruma karşı içgörü kazanılmasıdır. 15 Temmuz akşamı ve sonrasında olanlar bize, o tarihe kadar olan toplumsal ayrışmanın sonlandırılıp ortak bir bilinçle hareket edebilmenin mümkün olduğunu göstermiştir. İşte bu tecrübeyle, toplumumuzun bütün fertleri, önceleri ayrışmaya sebep olan hatalı düşünce ve davranışlara karşı farkındalık kazanabilirse ‘öteki’ler ‘biz’leşecek ve farklılıklar birer nefret söylemi kaynağı olmaktan çıkıp toplumsal zenginliğe dönüşecektir ve bu sayede ‘Yenikapı Ruhu’ artık ilanihaye bu toplumun ortak atmosferi olacaktır.