Makale

Bosna Kurtarılacak mı?

Dr. Abdulbakì Keskìn

Bosna Kurtarılacak mı?


Son dokuz ay içerisinde, 200.000, insanı öldürülmüş, 25.000 kadınına tecavüz edilmiş, çoğu çocuk, bir milyondan fazla vatandaşı tehcire mecbur edilmiş, topraklarının % 70’i işgal edilmiş, Birleşmiş Milletler üyesi bir ülke, yer yüzünden kaybolup gitmek üzere iken, Batı tarafından Somali’de başlatılan son şov dolayısı ile yeniden gündeme gelmiş, Avrupa Güvenliği ve İşbirliği; NATO; Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlarda tekrar tartışılmaya başlanmıştır...
Sırp vahşetine başından beri karşı olduğunu yüksek sesle söyleyen ve askerî bir müdahale ile mütecavizlerin derhal durdurulmasını isteyen Margaret Thatcher’a, bir kaç hafta önce Ronald Reagan ve George Shultz gibi eski ve nüfuzlu politikacıların da katılması ile konu iyice güncelleştirilmiştir..
İşin daha da ilginç olan yanı, James Baker Dışişleri Bakanlığından ayrıldıktan sonra bu göreve vekalet eden; çeşitli kademelerde ve en son olarak da Büyükelçilik görevi ile meslek hayatının uzun bir süresini eski Yugoslavya’da geçirmiş olan ve bu yüzden de, ABD Dışişleri çevrelerinde Balkan ülkeleri konusunda uzman sayılan; son günlere kadar askerî bir müdahaleye şiddetle karşı olduğunu TV. larda açıkça söyleyen Lawrence S. Eagleburger, 8 Aralık 1992’de, bulunduğu makama asaleten atandıktan sonra, eski görüşlerinden tamamen vazgeçmiş, 16 Aralık 1992’de, 29 ülkenin katılımı ile yapılan Cenevre toplantısında, bir taraf-tan askeri bir müdahalenin kaçınılmazlığından söz ederken, bir taraftan da, Sırp Cumhurbaşka-nı ırkçı Slobodan Miloseviç, Bosna’daki Sırp lideri Rodovan Karadzic ve Bosna kasabı olarak bilinen General Rathom La-dic’in bizzat isimlerini vererek, bunların, insanlığa karşı suç iş-ledikleri gerekçesi ile yargılanmalarını istemiştir..
Şüphesiz bu dramatik gelişmeler, ABD’nin Balkan ülkeleri politikasındaki ani ve önemli bir değişikliği gösteriyordu..
Ancak, aynı toplantıda, 1980’de İran’daki rehinelerin kurtarılması konusunda askerî güç kullanılmasını protesto ederek ABD Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa etmiş olan ve halen Birleşmiş Milletlerin özel temsilcisi sıfatı ile, Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlarla ilgili arabuluculuk görevini sürdüren eski
diplomatlardan Cyrus R.Vance ve aynı görevi Avrupa topluluğu adına yürüten İngiliz eski Dışişleri Bakanlarından Dr. David Owen da, askeri bir müdahaleye kesinlikle karşı olduklarını söylüyorlardı..
Bugüne kadar Sırp hunharlığını adeta görmemezlikten gelen Bush yönetiminin giderayak ortaya koyduğu bu tavır acaba dünya haritasından silinmek üzere bulunan Bosna’nın kurtarılması için midir?..
Maalesef bu soruya rahatlıkla evet dememiz mümkün değil.. Çünkü, bu ülkenin gerçekten kurtarılması söz konusu olsaydı bugüne kadar 200.000 masum insanın katledilmesine, 25.000 kadının ırzına geçilmesine, çoğu çocuk, bir milyonu aşkın insanın göçe zorlanmasına, binlerce insanın toplama kamplarında acımasızca işkenceye tabi tutulmasına, topraklarının % 70’inin işgal edilmesine müsaade edilmezdi...
Üzülerek belirtelim ki, bu facianın, bu soykırımın önlenmesi için ne Avrupa, ne Amerika ve ne de Birleşmiş Milletler tarafından başından beri ciddi bir tedbir alınmamıştır.
Konulan göstermelik silah ambargosu da, sadece Müslümanların ellerini kollarını bağla-yarak, onları meşru müdafa hakkından mahrum etmenin ötesinde bir gaye taşımıyordu. En azından, uygulama bunu göstermiştir..
Nitekim, 20 aralık 1992’de, Bosna Dışişleri Bakanı Halis bey, Amerikan Televizyonların-da, "... Biz, insanî yardım diye temin edilen şeylerle beslenip, eli kolu bağlı ölüme terk edilmek değil; şerefimizi, namusumuzu, yurdumuzu savunmak için, savaşarak, meşru müdafa hakkımızı kullanarak insanca ölmek istiyoruz... Kaldırın artık şu ambargoyu..." diyor ve gözleri doluyordu..
O halde, onikiye beş kala, Amerika tarafından konulan ve Avrupayı da bir ölçüde harekete geçiren bu yeni dramatik tavrın anlamı ne idi?..
Uzmanlar, kana doymayan Sırp canavarının, Bosna-Hersek’i yutmakla kalmayacağının, saldırının Kosova’ya, Makedonya’ya, Arnavutluğa, Bulgaristan’a da sıçrayacağının, hatta Yunanistan’ı ve Türkiye’yi de bu ateşin içerisine çekebileceğinin ve böylece top-yekûn bir Balkan savaşının çıkabileceğinin ciddi işaretlerini vermeye başlamışlardı..
Nitekim, CIA Başkanı Robert Gate ve Stratejik Araştırma Enstitülerindeki pek çok uzman bu görüşü paylaşıyorlardı..
Eski Sovyetler Birliğinde giderek derinleşen huzursuzluk ve belirsizlik, Balkanlarda çıkabilecek bu çaptaki bir savaş, elbette Hıristiyan Batının bu bölgelerdeki ulusal çıkarlarını tehlikeye düşürecekti..
İşte yeni manevraların arkasında yatan gerçek bu idi.. Aksihalde, Bosna-Hersek’in yalnız başına Batı için ne kıymeti harbiyyesi olabilirdi..
Kaldı ki, ayyıldızlı bayrağı, İslam? kültür ve inancı ile Avrupa kıtasında, yeni bir devletin doğuvermesi Batıyı gerçekten rahatsız etmiyor muydu?..
Bu sorunun cevabını, Bosna’nın, Sırplar tarafından işgaledilen kesiminde Amerikalı bir gazeteci ile konuşan Sırp Savunma Bakanı Bogdan Supotic’in sözlerinde açıkça görüyoruz..
Supotic, "... Avrupa’nın kalbinde bir İslam Cumhuriyetinin kurulmasına bu ülkelerin müsaade etmeyeceğine kesinlikle eminim.. Aslında biz, bu yaptıklarınızla Avrupaya yardımcı oluyoruz.." (1) diyor..
Aynı gazeteci, Sırpların, Hıristiyan Avrupanın yeniden Müslümanların kuşatması altında olduğuna inandıklarını kaydediyor ve önceden bu görüşleri ciddiye almadığını ancak, aynı şeyleri mü-kerreren başkalarından da dinledikten sonra, bunların gerçekten bu fikirlere inandıklarına kani olduğunu belirtiyor..
Görülüyor ki, Sırp canilerinin işledikleri akıl almaz cinayetlerin asıl gerekçesi, kurbanlarının müslüman olmasıdır..
Nitekim, bir Sırp askerinin, kendisine yönelttiği silahtan korkarak annesinin eteğinden yapışıp arkasına saklanmak isteyen beş yaşlarındaki bir çocuğu, kolundan çekip annesinin gözleri önünde kurşunlayan bir canavarın tüyler ürperten hikayesini "CNN" Televizyonunda, 20.12.1992 günü saat 19.30’da yayınlanan "Crossfire" programında anlatan New York Times Gazetesi yazarlarından Stephan Kinzer, üstüne basa basa "bu insanlar, sadece Müslüman oldukları için öldürülüyorlar" diyordu..
Aynı çarpık mantıktan hareket eden Sırplar, bölge ve bölge halkı ile olan tarihi ve İslami ilişkilerimiz dolayısı ile, bugün sergiledikleri vahşetten, asırlarca himayesinde, can, mal, ırz, namus güvenliği, hatta din özgürlüğü içerisinde yaşadıkları, Osmanlıyı dahi sorumlu tutma gibi bir küstahlık içerisine girmişlerdir.
Mesela, gazeteci Richard Cohen’nin, Manjaca yakınlarındaki toplama kamplarından birinin komutanı olan Bozidar Popovic’e atfen anlattığı efsane bu açıdan oldukça ilginçtir.
Kamp komutanı, güya Müslümanların gerçek niyetlerini ortaya koyan bir plan elegeçirmiş ve bu plana göre kampta bulunanlardan "VEZİR" olma ve Sırp kadınlarını hareme alma amacında olanların
bulunduklarını tesbit etmişmiş.. Diyor ve "VEZİR" tabirinin Osmanlılarda kullanılan bürokratik bir terim olduğuna dikkati çekiyor..
Bu iddialar, Sırpların tam anlamı ve teknik tabiri ile bir "paranoyak" yani kendi uydurdukları efsanelere, kendi vehimlerine, klişe fikirlere inanarak cinayetler işleme hastalığı içerisinde olduklarını gösteriyor..
Okuyucularımızdan belki bazıları hatırlayacaklardır. Zaman Gazetesinin 17 Kasım 1992 tarihli nüshasında "HOŞGÖRÜ" başlığı altında yayınlanan bir yazımızda, Batının, sadece yabancı kültür ve inançlara değil, kendi dinlerinin farklı mezhep mensuplarına karşı bile hoşgörüsüz olduklarını, ölümlerle neticelenen gaddarlıklara teşebbüs ettiklerini yerler göstererek, isimler vererek anlatmaya çalışmıştık. İşte bir örnek daha:Tarihi kaynaklar, Zagrebin 60 mil Güneydoğusunda bulunan Jasenovac adındaki bir temerküz kampında, 1914’te, Katolik Hırvatlar tarafından, yine aynı gerekçelerle 600.000 Yahudi, Sırp ve Çingenenin katledildiğini kaydediyor.. Bugün Hırvatların Cumhurbaşkanı olan Franjo Tudjman yazdığı bir kitapta bu kampta öldürülenlerin sadece onda birinin Sırp olduğunu söylüyor..
Gerçekten dehşetamiz bu hal, etnik, kültür ve inanç farklılığına karşı duyulan şiddetli nefretin de ötesinde, irsî bir soysuzluğu da simgelemiyor mu?..
Eski Yugoslavyanın tarihi konusunda, özellikle kültürü, dinleri ve mezhepleri ile ilgili olarak yaptığı araştırmalarla uluslararası bir üne sahip Thomas Butler(2), Washington Post Gazetesinde (3) yayınlanan bir makalesinde, Bosna’da cereyan eden bugünkü cinayetlerin tarihi sebeplerini tahlil ederken, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun idaresi altında bulunan katolik Hırvatlarla, Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altında bulunan Ortodoks Sırpların mezhep ve kültür ayrılığı dolayısı ile bir birlerine karşı ofan düşmanlıklarından ve bugün de Müslümanlara karşı birleşerek yaptıkları katliamdan söz ettikten sonra şunları söylüyor...
Aslen "Slav" kökünden olan bugünkü Müslümanların büyük çoğunluğunun, "Bogomiller" Allah’ın rızasını arayanlar anlamına gelen ve kato-liklerce batıl sayılan bir Hıristiyan mezhebine mensup olduklarını, bu yüzden de Papanın takdis ettiği Macar ordusunun, "Inquisition", işkence ve ölüm tehdidi altında bulunduklarını ve canlarını kurtarabilmek için 1463’te Osmanlıları bizzat davet ettiklerini bazı tarihçilerin kaydettiğini belirtiyor..
Düşmanlarımız kolay kolay itiraf etmeseler de, tarihte, Osmanlı kadar adaletine, şefkatine sığınılan başka bir millet yoktur.
Kendi dindaşlarının, ırkdaşla-rının kılıcından kaçanlar, hülasa, zulme uğrayan herkes, mezhebi meşrebi ne olursa olsun onun himayesine iltica etmiştir. 1492’de Avrupadaki Ya-hudiler, 1463’te Balkanlardaki Hıristiyanlar ve daha niceleri...
Osmanlı, tarihi boyunca insani ve islâmî sebeplerle girdiği her yerde hakşinaslığın, hoşgö-rünün sadece temsilcisi değil, aynı zamanda koruyucusu olmuştur.
Zira Osmanlının inandığı dinde insanlar, Allah’ın ailesidir. Hayat, Allah’ın insanlara bah-şettiği korunması gereken en büyük nimettir. Dinde zorlama yoktur. Bu yüzden hiç bir ya-bancının dinine, diline, kültür ve geleneklerine dokunulmamıştır.
Şayet böyle olmasaydı, kimileri ile 200 yıl, kimileri ile 550 yıl, idaremiz altında, birlikte yaşadığımız Avrupalıların bağımsızlıklarından sonra dinleri, dilleri, töreleri diye bir şey kalır mıydı?..
Ama bir Bulgar işgali, yüz yıl bile geçmeden, Türk halkının bırakın dinlerini, dillerini, törelerini; adlarını bile yok etmeye çalışmıştır.
Osmanlı işgal etmedi... Aksine ihya etti, Hak dinin temin ettiği güvenlik içerisinde Müslim-gayrımüslim, herkesin insanca, korkusuzca yaşayabildiği yurtlar kurdu..
Zira Islamın hedefi, insanları iliklerine kadar sömüren emperyalizmin hakimiyeti değil, insanların haysiyet ve şereflerini koruyacak, onlara hizmet edecek hak ve adaletin ikamesidir.
Osmanlının himayesinde bu havayı teneffüs eden milyonlarca insan gerçeği bizzat görerek, kendi arzuları ile Hak Dini seçip hidayete ve kurtuluşa ermişlerdir..
İşte bugün, Bosna-Hersek’te yaşanan, Allah korusun, yarın başka yerlerde yaşanması muhtemel trajedilerin açık hesabı...