Makale

Ruh Sağlığı Açısından Ramazanın Önemi

Ruh Sağlığı açısından
RAMAZANIN ÖNEMİ

Prof. Dr. Hayranî Altıntaş
Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi


Ramazan ayı diğer aylar içinde bir başka aydır. Sanki yeni bir hayatın başlangıcıdır. Hayatımızın kazandığı veya kazanacağı yeni boyutların filizleneceği önemli bir devredir, insanî ve içtimaî münasebetlerimizin daha güzel bir hüviyet kazandığı zaman dilimidir. Bizim "gerçek biz" olmaya yöneldiğimiz ve bu münasebetle de zihin, şuur, kalp ve akıl planında âdeta başkalaştığımız bir hayat sahnesidir. Sözün kalp veya gönül yoluyla akıldan çıktığı, hareketin gönülden gönüle ulaştığı bir dinî havadır. Ruhun kendisiyle varlığını ispat ettiği, ancak çok zaman geldiği ulvî âlemi arzu etmesi hasebiyle terketmek istediği bedenle mesut ve bahtiyar olduğu bir aydır.
Sözünü ettiğimiz bu durumlar sebebiyle ahlâk gündeme gelmekte ve ahlâkın temin ettiği ruh sağlığı mevzu bahs edilmektedir.
Yüce Allah, kendisinin hakikati, zatı ve sıfatlan konusunda insanları aydınlatmak, insanlara yaratıcılarını, kendilerini yine kendilerine tanıtmak üzere elçisine ilâhî vahyi bildirmiştir. Çünkü insanlar, Rablerini tanıdıkları nisbette O’nu severler ve bizzat kendilerini tanıdıkları ölçüde de Allah’ın rahmeti içinde, O’nun sevgisinden zevk alarak sulh ve sükûn içinde yaşarlar. İnsanın kendisi ve Yaratıcı’sı hakkında sahip olduğu gerçek bilgi, hakikaten aşk ve mutluluk yolunu açar.
Allahü Tealâ, İslâm’ı insanlara bildirerek güzel adları içinde bulunan rahmet, sevgi ve afvı göstermeyi diledi. Böylece kullarını rahmetiyle kuşattığını, onları sevdiğini, karanlıklar ve cehalet içinde bırakmak istemediğini aksine onlara iyilikler ve güzellikler vermek istediğini, bu tarzla da onların sulh, sükun ve saadet içinde kendisini tanımaları gerektiğini, O’na yaklaşmak suretiyle sevgisini celbetmek ve rızasını kazanmak lüzumunu hatırlatmak istedi.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde Allahü Tealâ kullarını sevdiğini ifade etmiş-tir. O, kendisine hakiki manada kulluk yapanları, tevbe edenleri, emirlerini yerine getirenleri, Kitab’ın ışığında yürüyenleri, salih amellerle kendisine yaklaşanları sevdiğini belirtmiştir:
"De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız beni taki-bediniz, Allah da sizi sevecek ve günahlarınızı bağışlayacaktır." Âl-i İmran Suresinin bu 31. âyeti ne kadar manidardır.
Bu şekilde, İslâm Dini’ nin sevgi ve sulh dini olduğu anlaşılır. Sevgi ve sulh, İslam Dini’ nin temel kaidelerini teşkil ederler ve yüksek kıymet hükümleri bu kaidelerin üstüne oturur. Bu sebeple, islâmî tebliğin bakış açısı, bütün insanlığı en geniş bir tarzda kuşatan insanî bir bakış açısıdır. Allahü Teâlâ’nın kullarına ve ibadetlerine ihtiyacı yoktur: "Doğrusu Allah’ın âlemlere ihtiyacı yoktur"(2).
İslâm Dini, bilhassa insanları bilgilendirmekte, aydınlatmakta, kendilerini kendilerine, Rablerini ve âlemlerin Yaratıcısını tanıtarak sevgi, muhabbet ve aşk tohumlarının yeşermesine imkan verecek Yaratıcı-yaratılmış şuurunun oluşmasını temine çalışmaktadır. Bu şuur hali, Allah sevgisinin, sağlıklı, akıllı ve bilgili insanda bir özellik olarak bulunmasını temin etmekte-dir.
Allah sevgisi hareket noktası olarak ele alınınca, insan kendisinde, herkesi ve herşeyi sev-me ve münasebetlerinde onu gösterme yeteneğine sahip olabilir. Kendisini çevreleyen her şeye ve Yaratıcı’ya karşı beliren bu sevgi insanın tabiatı haline gelir.
İslami düşünce bencil his ve davranışların yokedilmesini, her türlü ferdiyetçiliğin silinmesini telkin eder; bunun yerine diğergamlığı ve en yakından başlayan sevgiyi tavsiye eder. Müslümanlar Yüce Allah’ı, Resulünü, tebligatını, bütün insanlığı ve bütün kainatı sevdiler ve bu sevgiden kaynaklanan prensiplere sahip olarak bütün dünyayı kaplayan ve saran bir değerler kültürü meydana getirdiler. Bu sevgi ile renklenen bir medeniyet, bütün dünyada kısa zamanda büyüyerek iyilikler ve güzellikler manzumesi halinde âleme yayıldı.
Kur’an-ı Kerim’de güzellik hem maddî hem de manevî planda tesis edilmekte veya güzelliğin teşekkül etmesi için gerekli şartların ortaya çıkacağı emirler ve tavsiyeler bildiril-mektedir.
Bugün bilinen bir gerçektir ki, insanın mutlu ve bahtiyar olması, his, düşünce ve davra-nışlarının beraberce "iyi bir dünya" meydana getirmesine bağlıdır.
insanın hissî bir tarafı ve aklî bir tarafı vardır, yani insanın hissî bir dünyası ve aklî bir dünyası vardır. Takdire şayan olan bu iki dünyanın paralel bir şekilde, yani makul çizgide seyretmesidir. Ama, maalesef insan ekseriyetle hissî dünyasının içinde kalır.
Bir başka gerçek şudur: Duygularımız, düşünce ve davranışlarımıza tesir etmekte, dü-şüncelerimiz de duygu ve davranışlarımıza büyük ölçüde müessir olmaktadır.
Bu durumda yapılacak olan nedir? Hayatın gayesi, elbette, hissî saadet değildir. Bize haz veren her şeyin iyi, elem veren her şeyin de kötü olduğunu düşünerek yaşarsak, hayat ekseriyetle çekilmez hale gelir ve ruh sağlığımız tehlike içinde bulunur. Mutluluğu hemen he-men hiç temin edemeyiz. Bencillik bizi sarar ve hazzı elde etmek için savaşır dururuz. Zira olaylar her zaman bizim istediğimiz şekilde tecelli etmiyor. O zaman hayattan nefret eder, bedbin oluruz. Bu kötümserlik yeis ve ümidsizliği getirir, nihayet ruh hastalanır.
Bir başka şekilde, hayatı menfaatlarımız açısından değerlendirirsek bir kavganın içine girmiş oluruz. Menfaatlar zaman, mekan ve kişilere göre değişeceğinden insanlar arasında sevgi bağı kurmaz aksine hırs, tamah ve tecavüzü ortaya çıkarır. Gene ruh saadetten mahrum kalır.
Bu sebeple, ruhu saadete eriştirmek için his dünyamızı yoketmek değil, fakat Kur’anî emirlerle hareket eden aklın kontrolüne vermek icap eder. Kur’anî emirler her hususu en iyi derecede bilen ilahî otorite tarafından insanın tabiatına uygun olarak bildirilmiştir.
Bu emirlerden bir tanesi, oruç ibadetidir. Bütün insanlara emredilen bu ibadet, bir ta-raftan, fedakarlık olarak samimi bir kulluk görevi halinde Allah (c.c.)a yönelmiş, diğer taraftan, insanda makul davranışlar meydana getirerek ruh sağlığını temine yönelmiş bir faaliyettir.
Ramazan ayında insanlar, mümkün olduğu kadar hissî olmaktan uzak kalırlar. Nefislerine hakim olurlar. Öfkelerini ye-nerler. Cimrilik nasıl insanları kendisinden uzaklaştırıyorsa, müsrifliğin de hayatı değersiz-leştirdiğine inanır ve orta yol olan cömertliği seçerler. Olayları bütün teferruatıyla düşünüp muhakeme ederek verilen karardan dönmez böylece sebat ve metanet sahibi olurlar. Şiddetli gazap ve öfke anında gücü yetmekle beraber öc alma ve intikam fikrinden vazgeçerler. İnsan olma şeref ve haysiyetinin şuurunda olarak bunu tam bir şekilde idrak ederek insan olma hüviyetini ve şerefini korurlar. Haddini bilip sınırı aşmazlar. Yani topyekün insanî faziletlere sahip olmaya yönelirler.
Esasen, insan Ramazan ayı için önceden hazırlanır. Tıpkı namaz kılmak için önceden ha-zırlanıp, aklını, fikrini, temizleyip Allah’ın (c.c.) huzurunda nasıl bulunulması gerekiyorsa öyle olmak için yapılan hazırlık gibi, ruhu ve kalbi, aklı ve fikri Ramazan için hazırlar. Bunun için elbette gerekli olan ilk şey, okumaktır. Herşeyden önce ruhun şüphelerden ve hurâfat denilen manevî pisliklerden temizlenmesi lazımdır. Bu da ancak doğru bilgilerle temin edilebilir. Kur’an’a ve Sünnet’e uyularak elde edilecek doğru bilgiler, akideleri düzeltecek yani temiz ve sağlam bir inanca sahip olunulmasını temin edecektir.
İnsanları mutsuz kılan, ruh sağlığı açısından onu rahatsız eden şeyler ya kendisinden kaynaklanır veya dışardan gelir. Kendisinden kaynaklanıyorsa iç dünyasında denge yok demektir. Hissî ve aklî dünyası çatışıyor, ölçülü davranış gerçekleşmiyor demektir. Eğer dı-şardan geliyor ise, bu durumda da iç kuvvetlerini ye aklını iyi kullanamaması söz konusudur.
Oruç insanı iç dünyasına döndürmektedir. İnsan kendi düşünce ve davranışlarını ince ince tetkik etmektedir. Aşırı ne varsa huzurunu bozan şeylerdir, onları terk ediyor. Bu iç dünyada geçmişle hesaplaşma vardır, iyi olarak neler yapılmıştır, iyi olmayan neler vardır? Oruçlu iyi olanı, kendisini ve etrafını huzura kavuşturacak olanı yapar. Çünkü, "Mü’min, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir". Ruhunu huzura kavuşturacak olan iyidir.
"Ey inanan kişi, sen fenalığı en güzel şekilde sav, o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün", âyetinin doğruluğuna inanır ve gelecek herhangi bir şey için "ben oruçluyum" ifadesini kullanır ve huzur bulur.
"... İyilik edin, insanlarla güzel konuşun..." veya "İnanan kullarıma söyle en güzel şekilde konuşsunlar.." emrini Kur’an-ı Kerim’de Isra Suresinde okuduğu için, hep güzel konuşur.
Sonra, insan, kendini çevreleyen dış dünyaya yönelir. Her-gün karşılaştığı kimselerle münasebetlerini düşünür. Kendisine dışardan gelen her iyi veya kötü davranışta kendisinin de bir payı olduğunun şuurunda-dır. Çünkü her davranış bir başka zaman bir başka şekilde sahibine geri döner.
Nihayet, gerçek güzelliklerin sahibi ve kullarının da güzel olmasını isteyen Allah (c.c.) insanın ufkunu doldurur. Kendisini sevenlere kat kat sevgilerle mukabele eden Yüce Yaratıcı her söz ve davranışın mihenk ve merkez taşı olur. Zira İslâm Dini’nde bütün söz ve hareketlerin kaynağı Allah (c.c.) düşüncesidir. İnsanî her fiil o kaynaktan harice doğru yayılır. Merkez Allah (c.c.) olunca, yayılan bütün faaliyetlerde Onun damgası, O’nun aşkının rengi ve O’na olan sevginin izleri vardır. O zaman şu beyit hatırlanır:
"O yüz her hattı tevhid
kaleminden bir satır
O yüz ki göz değince
Allah’ı hatırlatır..."
İşte Ramazan insana bu yüzü verir. O yüz Allah sevgisinden zevk alan ve sulh, sükun içinde yaşayan müminin yüzüdür.
Ramazan’ın sağladığı budur, iç huzuru, ruh sağlığı ve dengeli hayattır. Kendinden geçme, başkalarını düşünmedir.