Makale

Kötülüğe İyilik er kişinin Kârıdır

Kötülüğe iyilik
er kişinin kârıdır
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
ihkarsli@diyanet.gov.tr
“İyilikle kötülük bir olmaz, sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”
(Fussılet, 41/34.)

İslam’ın insan hayatında gerçekleştirmeyi hedeflediği en önemli değişikliklerden biri ahlak güzelliğidir. Hz. Peygamber, insanların en hayırlısının ahlak bakımından en güzel olanı olduğunu söyler. (Buhâri, Edeb, 39.) O, bir taraftan dindarlığın en önemli ölçütlerinden birinin ahlak olduğunu söylerken, diğer taraftan da bunun en ideal örneklerini bizzat kendi hayatında sergilemiştir.

Bir Müslüman topluluğun, dindarlığının temel göstergelerinden biri, sosyal hayatlarında ahlaki değerleri yaşamalarıdır. Dolayısıyla ahlaki ilkelerin yaşanmadığı bir toplumda, imani ve İslami hayatın mükemmelliğinden bahsetmek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, bugün toplumumuzun pek iyi bir durumda olmadığı, ahlaki değerlerin gittikçe kaybedildiği bir gerçektir.

İslam’ın ibadetlerini ifa edenlerin dahi, ahlaki gerekleri yerine getirme konusunda gereken hassasiyeti göstermedikleri müşahede edilmektedir. Adliye teşkilatında depoları dolduran dava dosyaları ve hukuk ihlallerinin gittikçe artması bunu doğrulamıyor mu? İçki içmeyen, kumar oynamayan yahut domuz eti yemeyen bir Müslüman, yalan söyleyebilmekte, sahtekârlık ve hak hukuk ihlali yapabilmektedir. Çünkü ahlaki alanla ilgili yasaklar, diğerlerine göre daha aşağı seviyede algılanmakta, ihlal edilmesi fazla önemsenmemektedir.

Ahlakın yaşanması, İslam’ın insanlığa büyük bir lütuf oluşunun en önemli göstergelerinden biridir. Çünkü bu sayede toplumda dirlik düzen sağlanır, birlik beraberlik oluşur, barış, hoşgörü ve dayanışma yaygınlaşır. Yine ahlaki yaşantı, İslam’ın güler yüzü olup Müslüman toplumu diğerlerinden seçkin hâle getirir. Dolayısıyla ahlaki değerlerden uzaklaşan bir Müslüman toplum, din dışı/seküler toplumlardan kendisini ayıran önemli bir ayrıcalığını kaybetmiş olur.

Dilimizde; “Can çıkmadan huy çıkmaz,” “Huylu huyundan vazgeçmez,” “Kırk yıllık Kâni, olur mu yani” gibi atasözleri vardır. Bunlar, insanın kolay kolay düşünce ve davranışlarını değiştirmeyeceğini ifade eder. Gerçekten ahlaki değerlerin, pratiğe aktarılması, ciddi bir kararlılığı ve disiplini gerektirmektedir. Çünkü insan, uzun yıllar hayatının ayrılmaz bir parçası hâline gelen davranış kalıplarını bırakmak istememektedir. Bu açıdan bakıldığında, insanın itikat sahibi olması birtakım ibadetleri yerine getirmesi mümkün olabilmekte; ancak olumsuz hâl ve hareketlerini değiştirmesi bu kadar kolay olamamaktadır.

Kişinin, kendisine yapılan kötülüğü affetmesi takva sahibi olmasındandır. (Âl-i İmrân, 3/134.) Bu anlamda affetmek bir fazilettir; çünkü burada insan nefsinden gelen itirazlara ve direnmelere aldırmamakta; erdemli bir tavır sergileyerek kendisine yapılan kötülüğü bağışlamaktadır.

Girişte verilen ayette de görüldüğü gibi, Kur’an, bunun bir adım daha ötesine gitmekte ve peygamberin şahsında müminlere karşılaştıkları kötülükleri iyilikle gidermeyi tavsiye etmektedir. Bu, elbette ki insan nefsine kötülükleri bağışlamadan çok daha ağır gelen bir durumdur. Çünkü kötülüğü bağışlamada insanın söz gelimi beş şeytani engeli aşması gerekiyorsa burada bunlar iki katına çıkmaktadır.

Kişi burada, şeytan tarafından ‘enayi’likten tutun da ‘onursuz’luğa kadar kendisine yapılan bir sürü suçlama ve yakıştırmayı göğüslemektedir. O bakımdan, iç dünyasında kabaran şeytani tahrikleri denetleyemeyen, nefsani arzularını dizginleyemeyenlerin bu yolda başarılı olmaları mümkün değildir. Nitekim ayetin devamında kişinin, şeytandan gelen ayartma ve saptırmalara karşı uyanık olması ve Allah’a sığınması kendisinden istenmektedir: “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir.” (Fussılet, 41/36.)

Kötülüğe karşı iyilikle mücadele etmek, kötülüğü iyilikle mağlup etmek bir ahlak yöntemidir. Küslükleri barışa, düşmanlıkları sevgiye dönüştürme çabasıdır. Şerri hayra dönüştürme, zehiri panzehirle tesirsiz hâle getirmedir. Bakmayana bakmak, konuşmayanla konuşmak, vermeyene vermek, gelmeyene gitmektir. Yunus Emre’nin ifadesiyle, “Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş olamazsın.”

İyilik duygusu doğuştan insan tabiatına yerleştirilmiştir. İnsanlar, iyilik yapmasalar bile iyiliği yapanları her zaman takdir ederler, sevip sayarlar. Diğer bir anlatımla, insanlar, kötülüklere batmış olsalar da, doğaları gereği iyiliklere karşı bir eğilimleri vardır ve hiçbir zaman kötülüğün iyilik olduğunu söylemezler. Zulmü, yalanı, sahtekârlığı doğru ve makbul bir davranış olarak görmezler.

Bu anlamda iyiliğin insan üzerinde ayrı bir gücü vardır. Çünkü insan vicdan sahibidir. Kendisinin yaptığı olumsuzluğa karşı iyilikle mukabelede bulunulması, vicdanının harekete geçmesine sebep olur. Fazileti, erdemi, fedakârlık ve feragati görmezlikten gelemez. Vicdanının sesine kulaklarını tıkayamaz. Bu anlamda iyiliğin, ifade yerinde ise, insanı pes ettiren, onu teslim alan bir özelliği vardır. Nitekim ayetin sonunda, düşman olan kimsenin bu davranış karşısında samimi, sıcak bir dost olacağı belirtilir. (Fussılet, 41/34.)

Belirtmek gerekir ki bu yola başvuranlar, ancak nefsini terbiye ve tezkiye eden abide şahsiyetlerdir. Yoksa hayatı bir olgunlaşma, kötülüklerden arınma, güzelliklerle bezenme olarak göremeyenlerin, bunu başarmaları mümkün değildir. Bunlar, devamındaki ayette görüldüğü üzere, acı da olsa, yudum yudum sabrı içine sindirebilenlerdir: “Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” (Fussılet, 41/35.)

Yine bunlar, enaniyetin ve kendini beğenmişliğin tuzağına düşmeyen, aksine kötülük ve denîlikleri sineye çekebilenlerdir. Kin ve düşmanlık dağlarını sabır ve metanet ateşiyle eritebilenlerdir. Onların sabırları, kötülükleri göğüslemeleri, körü körüne bir davranış da değildir. Aksine ilgili başka bir ayette belirtildiği gibi, onlar bunu ancak Allah Teala’nın rızasına, O’nun hoşnutluğuna ermek için yaparlar. (Ra’d, 13/22.)

Yine ayette belirtildiği gibi bunlar seçkin ve talihli kimselerdir. Nitekim Kur’an bu kimseleri “zû hazzın azîm”, büyük nasip ve şans sahibi kimseler olarak tavsif eder. (Fussılet, 41/34.) Bunlar, iradelerini ve kararlı oluşlarını ortaya koyan, dolayısıyla Yüce Mevla’nın özel desteğine mazhar olan seçkin kimselerdir. Narsist ve egoist duyguların sürekli tahrik edildiği bugünkü dünyada bu yolu tercih edebilenlere ne mutlu!