Makale

Milli Mücadele Kahramanlarımızdan-Mehmed AKİF

Milli Mücadele Kahramanlarımızdan
Mehmed AKİF

Mustafa TURAN
Tarih Öğretmeni

Milli şairimiz Mehmet Akif; edebiyat tarihimizin müstesna bir ismidir. Hayatı boyunca hak bildiği yolda yılmadan yürüyen ve yalnız inandığını söyleyen dürüst bir insandır. Müslüman Türk’ün ruh yapısını çok iyi tanıyan şiirlerinde istiklal, vatan, din, ve millet sevgisini terennüm ederek, Türk Milletinin bağrında ölümsüzleşen ve bayraklaşan usta bir şairdir.
Biz bu mümtaz şahsiyeti bundan tam 59 yıl önce kaybettik. Bu yazımızda her yönüyle bir derya olan, büyük edip Mehmet Akif’ten bir kaç katre alıp, hayatından ve fikirlerinden bir kaç kesit sunmaya çalışacağız.
İçinde yaşadığı cemiyetin sosyal meselelerini ele alarak herkesin anladığı bir dil ve üslupla gözler önüne seren Akif; şarkı ve garb’ı çok iyi tanımaktadır. Bu iki ayrı dünyanın karşılaştırmasını yaparak, Orta Çağ ve kısmen Yeni Çağ’da doğunun, gerek ilim gerekse teknik bakımdan ileri olmasına ragmen. Yakın Çag’da durumun tersine dönmesinin sebeplerini araştırır. Avrupa’nın çalışarak ilim ve teknikte ilerlediğini, bizim ise nemelazımcılık ve tembelliğimiz dolayısıyla geri kaldığımızı ifade eder.
Şarkın eski ahlakını, garbın yeni fennini;
Almalıyız, bilmeliyiz gerçek İslam dinini.
Diyerek Avrupa’da bulunan ilim, fen ve tekniğin alınmasına işaret eder. O, gördüğü yanlışları sadece tenkit etmekle kalmaz, doğruların nerde olduğunu ve topluma sirayet eden dertlerin teşhisini koyar ve tedavi yollarını da gösterir. Allah’a, kitaba ve kutsal değerlere karşı en sert hicivleri yazarken, soysuzlaşmış ve özünden kopmuş insanlarla alay eder. Toplumun ve ülkenin meselelerine bigâne kalanları adamdan saymazdı. Toplumun sosyal ve dini hayatında ne varsa değiştirmek sarasına tutulmuş olan meşrepsizler gibi, yenilik namına gökten nur inse kabul etmeyen körü körüne gelenekçileri de yadırgardı. Akif’in bu husustaki temel felsefesi şuydu: “Eski, eski olduğu için atılmaz. Fena olursa atılır. Yeni de yeni olduğu için alınmaz. İyi, faydalı ve güzel olduğu için alınır.”
Kendi kendisini anlatırken, şöyle der: "Bence iki şey mukaddestir. Din ve dil. Din, bütün kutsi duyguları, düşünceleri insana telkin eder. Bu duyguların, düşüncelerin mümkün olduğu kadar vasıta-i tebliği olan da dildir... Farisiyi de kendi kendime ilerlettim. Fransızcayı mektepte öğrendiklerime eklemek suretiyle kendi kendime öğrendim. Fransız şairlerinden Hugo, La Martin ile, klasiklerle çok uğraştım. Dode ile Zola’yı fazlaca okudum.”(1) Evet Arapça’yı da çok iyi bilen Akif’in en büyük hobisi; okumak, okutmak ve yazmaktı. Bildiğini iyi bilir, bilmediğine karışmazdı. Müsamahakar ve geniş düşünce sahibiydi. Kuvvetli hafızası sayesinde on bin beyitten fazla şiir ezbere bilmekteydi. Millet ve İslamiyet en çok zihnini meşgul eden değerlerdi. Milletin refahını, hür, müstakil ve istikbalinden emin olmasının, İslamiyet’in de eski ihtişamına kavuşmasının yollarını arıyordu. Akif, Türk milletinin Avrupa’daki topraklarının elinden alınmasını büyük felaket olarak niteler. Bu hezimeti hazırlayan sebepler üzerinde durur. Atalet der, milleti çalışmaya ve kalkınmaya davet eder. Hissizlik der,
His yok, hareket yok, acı yok, leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin.
diyerek feryadını duyurmaya çalışır.
Yeis der,
Ey benim her taşı bir ma- bed-i iman yurdum,
Seni er geç bana bir gün verecek mabudum.
Haykırışıyla ümit ve azim aşılamaya çalışır.
Basiretsizlik der,
Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor, kalk baba kabrinden kalk.
ifadeleriyle basireti bağlananlara sitem eder ve lanetler yağdırır.
Cehalet der.
Ey hasmı hakiki, seni öldür- meli evvel.
Şensin bize düşmanları üstün çıkaran el?
Mısralarıyla cehalet denen yüz karasına hücum eder.
Tefrika der.
Girmeden tefrika, bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Sözleriyle bütün bir milleti birlik ve bütünlüğe davet eder.
Fatih kürsüsünden de şöyle seslenir: “Cenazeden farkı olmayan ve damarlarında seyri belirsiz irinleşen kanlar dolaşan bu tenbel, bu atıl milletler ömürlerini sürünerek düşerek, dilenerek geçirirler.” Akif’in bütün yazılarında, şiirlerinde ve vaazlarında işlediği temalar, kaynağını Kur’an- dan almıştır, Cenap Şehabet- tin’in ifadesine göre Akif; “Yalnız bizim asrımızın değil hatta tarihimizin en büyük destan şairidir.” Şiiri yazmadan evvel ismini koyar, yazmadan önce yaşardı. Kendi kendini beğenmeyerek, belki de şiirlerini en çok yırtan sanatkardı. İyi ve güzeli konudan ziyade, sanatta arar, sanatta gaye değil, ama gayede sanatın peşindeydi. Eşi benzeri olmayan kafiyeler meydana getirdiği şayan-ı hayret bir hakikattir.
“San’at san’at içindir” fikrini benimsemez, san’at, cemiyet ve hayat içindir görüşüne sahipti. Güzel ve sade türkçeden taviz vermeden üzerine titrerdi. Kelimelerle adeta dans edercesine en güzelini seçer ve en ince manaları yakalayıp, şiir sarayındaki tahtına oturturdu. “Akif, aruzun Mimar Sinan’ıdır. Aruz mimarı olarak, Akif tektir. Aruzda yüz kat binalar kurar. Akif’ten evvel hiç kimse bu derece ayağa kalkan bir nazmın sayısız katlarından ufka bakmadı. Çanakkale şiirinde toprakta yürürken Akif’in adımlarına yıldızlar takılır.(2)
San’atın yüzde doksanı ter, ancak yüzde onu ilhamdır, diye düşünürdü. Okuduğu kitapları iyice tetkik eder, anlayıncaya kadar elinden bırakmazdı. Türk şiirinde milli ve manevi çizgide yeni bir çığır açan Akif, meydanlarda mükemmel bir hatip, kürsülerde etkili bir vaiz olarak, halkın milli ve dini hislerini harekete getirip sık sık: “Yoksa biz o muazzam ecdadın ahvadı değil miyiz?” kükreyişiyle zihinlerde meydana getirdiği depremle oluşan harekatın motor gücünü teşkil etmekteydi. “Kurtuluş savaşına yalnız fikir ve duygularıyla değil, vücuduyla da katılıp camilerde kürsülerde yüce duyguları aşılamıştır. Günlük hayatta karıncayı bile incitmekten korkan bu çelebi insan, millet, vatan ve Allah konularında bazı kişileri kırmayı dahi göze almaktadır, iman ve direnişi haykırırken benzersiz bir destan şairi olmuştur.”(3) Üç asırdan beri beklenen özlem dolu günlerin geldiğini ve İslam dünyasının da kurtulduğunu zanneden Mehmet Akif, ne yazıkki büyük bir üzüntü ve yeise kapıldı. Zira, “devir, İslam dinini bile horlayarak, maziye ve tarihe saldıran yıkıcı ve kökten değiştirici modaların üste çıkmasına yüz veriyordu. Böyle olunca, Akif’in Türkiye’de yaşamasını ve ekmek yemesini bile hoş görmemeğe başladılar. Kiralık yazıcılar, bu sembol adama bilhassa hücum ederek, büsbütün yerini dar etmeğe çalıştılar, istiklal Marşı şairine bir saygı gösterilmedikten başka, saygısızlık için fırsat aranıyordu. Kurtarılmasında büyük hissesi, hizmeti, mantığı ilmi ve san’atı bulunan vatan da böyle horlanmak... Akif’te nihayetsiz acılar, üzüntüler doğurdu. Mısır’a gitmekten başka çare bulamadı.”(4) İnsanın okudukça okuyası gelen, dinledikçe dinleyesi gelen, her duydukça tüylerini ürpertircesine heyecan ve milli gurur veren, üç kez milletin temsilcilerinin ayakta alkışladığı ve selam durduğu İstiklal Marşımız ki, onun yazarına bu hareketi reva gördüler. Düşmandan kurtarmak için gece gündüz didindiği ve:
Canı, cananı bütün varımı alsın da Hûda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Diyerek canından aziz bildiği öz vatanında bir lokma ekmeği, bir yudum suyu çok gören ve onu yurdundan eden nankör ve dalkavuklar utansın. Mehmet Akif’in Mısır hayatı kültürümüz ve edebiyatımız açısından bir talihsizlik olmuştur. Çünkü düşündüğü halde, Milli Mücadelenin destanı olacak ikinci Asımı ve Peygamberimizin Veda Haccını şiirleştirme fırsatını bulamamıştır. Bu bağlamda bir de Kur’an tercümesi olayı vardır. O hususa da temas etmeden konu açıklığa kavuşamayacaktır. 1926’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nı uzun zaman reddetmesine ragmen, Kur’an tercüme işini kendisine havale etmiştir. 1932’de Mısır’a giden Eşref Edip derki: “O sırada tercümeyi baştan sona okudum.. Bir kaç cüz’ü okuyunca tercümenin ehemmiyet ve azametini gördüm. O ne sadelik, o ne ahenk, Ayetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bir süreyi okursunuz da hiç bir ayetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş hiç bir tarafında, hiç bir noktasında, hiç bir pürüz kalmamış, bir sehli mümteni haline gelmiş, su gibi akıyor, bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor.” Eşref Edib’in nefis bir şekilde anlattığı gibi, enfes bir Kur’an tercümesi yapmıştı o, fakat ne oldu ise o terceme basılamadı ve piyasaya sürülemedi, çok yazık oldu.
Yeryüzü onun gibi dev ve sembol bir şairi bir defa gördü, bir daha görür mü bilemem. Çünkü o, sadece 20. asrı değil, 21. asrı bile hafızasında canlandırıyor ve yaşıyordu. Daha o zamanlar atom çekirdeğinin parçalanacağını ve dünyanın çok değişeceğini ifade ediyordu. O zor zamanlarda dahi:
“Doğacaktır sana vadettiği günler Hak’tan.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
haykırışlarıyla millete hep ümit ve müjde telkin ediyordu. O, asırların yetiştirdiği bir ideal kahramanı ve hayatı şiir olan bir in- san-ı kamildir. Onun Çanakkale Destanına ve İstiklal Marşına hiç değinmedik. Bu koca şairin her bir yönü ciltler dolusu kitaplar yazılacak mahiyettedir. Aslında böylesine üstün özelliklere sahip, örnek bir insanı bir yazıda anlatmak mümkün değildir. Sadece bazı yönlerine işaret ettiğimiz milli şairimiz Akif, coşkulu bir iman, temiz bir ahlak, Hakka tam bir teslimiyet ve tevekkül histeriyle dolu olarak, 27 Aralık 1936’da Rabbi- sine kavuşmuştur. Dr. Ihsan Unaner’in, Akif’in ölümü üzerine yazdığı makale acı ve düşündürücüdür. Makalenin bir bölümünde Dr. Unaner derki: Onu, son vazifesine koşan bir gençlik kütlesinin hararetli kadirşinaslığından da mahrum etmek isteyen inat ve İsrar, nihayet mağlup olmuş ve mazarlığa otomobille göndertmemişti. Bu hazin merasim içinde gözlerim, resmi şahsiyetlerin siyah silindirlerini beyhude araştırdı. Şairin ebedi hürmet- kârı olan bir kaç kıymetli edebiyatçıdan, bir kaç yüz genç üniversiteliden maada kimse bulamadım."
Milli Mücadele kahramanımız, değerli ve mümtaz insan, büyük şair ve büyük edip Mehmet Akif’i ölümünün 59. yılında bir kere daha rahmet ve minnetle anıyoruz. Böyle sembol insanları minnetle anmak kadirşinaslığın bir ifadesidir diyerek, bize bıraktığı eserlerden dolayı Allah razı olsun dileklerimizle, kendi kişiliğini anlattığı şu mısralarıyla yazımızı noktalıyoruz.
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp söğemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım...
Bogamazsın ki, hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam,
Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir aşıkım istiklâle.
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunun,
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Zalimin hasmıyım ama severim mazlumu,
İrtica’ın şu sizin lehçede manası bu mu?

1- Mehmet Akif Külliyatı, I. Hakkı Şen- güler, 10. c.s.27.
2- Bütün Cepheleriyle Mehmet Akif. Hilmi Vücebaş- 1st. 1958 s.28.
3- Türk Edebiyatı, Ahmet Kabaklı, 3. Cilt s. 371.
4- Edebi Eserler Dizisi, Mehmet Akif, Ahmet Kabaklı s. 38.39.